ÖNGÖRÜLERİN BEREKETLİ TARLASI KURUDU

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 69

ÖNGÖRÜLERİN BEREKETLİ TARLASI KURUDU

"Bütün öngörüler yanılır, bu, insana bahşedilmiş çok nadir kesin bilgilerden biridir" diyor Milan Kundera. Öngörülerin toplumsal yaşamdaki rolünü anlatırken yapıyor bu evrensel saptamayı.

Sanırsınız Kundera, "Bilmemek" adlı romanını kaleme alırken, Türkiye’yi de görmüş, bir yıl öncesine kadar hemen her gün televizyonlarda, gazetelerde boy gösteren "medya maydanozları"mızı yakından izlemiş de onlara usulden öğütler veriyor.

Öğüdü de bilgece. Hani "Bu kadar kesin konuşmayın, kendinizden bu kadar emin olmayın, öngörüleriniz tutmazsa mahcup olursunuz" der gibi, usuldan ve de alçakgönüllü...

Duyargaları öylesine açık ki, asla tutmayacağını veri olarak avucunda tuttuğu öngörülerden, yine de yararlanmaya bakıyor:

"Ama öngörüler gelecek hakkında yanılsa da, kendilerini dile getirenler hakkında doğruyu söyler, onların şimdiki zamanlarını nasıl yaşadıklarını anlamak için en iyi anahtardır."

Hiç unutmam, Körfez Savaşı sırasında Özal’ın ünü Türkiye’yi aşmış, Amerika’ya ulaşmıştı. Her gün Bush’a akıllar veriyor, olup biteceklerle ilgili tahminlerde bulunuyor, sonra "Ben bildim"i oynuyordu.

İşte tam da herkesin nefesini tutup, Özal’ı dinlediği bu ortamda Süleyman Demirel çıktı ortaya ve "öngörü anahtarı"nı kullandı:

"Özal böyledir, bir mesele çıkınca her gün bir başka ihtimalden söz eder, sonra da ben bildim der."

Yaklaşık böyleydi sözleri. Özal’ın öngörülerinin içeriğini tartışmak yerine, öngörüler ile Özal’ın kendini beğenen kişiliği arasındaki ilişkiye projektör tutmayı yeğlemişti. "Öngörü anahtarı"nı yerinde ve zamanında kullanmıştı Demirel.

Keşke ekonomik kriz öncesinde de "öngörü anahtarı" bu denli yerinde kullanılabilseydi. Türkiye ekonomisinin parlak günler yaşayacağına ilişkin öngörülerde bulunan ekonomi uzmanlarının aslında kendilerinin o günü ne kadar verimli geçirdikleri anlaşılabilirdi.

Olmadı, bu uzmanların öngörüleri fiyasko ile noktalandı, ekonomik kriz habersizce çöküverdi üzerimize. Hava puslanınca da bu uzmanlar, burunlarını dışarı çıkaramaz oldular.

Fakat bu kez daha kötü bir noktaya sürüklendik, öngörülerin bereketli tarlası tamamen kurudu, öngörüsüzlükle yüz yüze kaldık. Toplumun uzak geleceğine ilişkin öngörülerden söz etmiyorum, yakın geleceğe ilişkin bile fikir yürütmek neredeyse imkânsız hale geldi.

Siyasetçisinden, sivil toplum önderlerine varana değin hemen herkes birkaç ay sonra neler olup biteceğini kestiremiyor, hiçbir öngörüde bulunamıyor. Kaçınılmaz olarak, üç beş ay sonrası kestirilemeyen toplumun bireyleri de önlerini göremiyor, gelecek planları yapamıyor.

Bastığı zeminden emin olmadan yürüyen görme özürlü insanlara döndük hep birlikte. Adım atıyoruz ama her an kayıp yere düşebileceğimiz endişesi içindeyiz.

Başka türlüsü zaten mümkün değildi. Avrupa Birliği’nin kamuoyu yoklamalarını yapan Eurobarometre’nin araştırmasında "Türklerin yaşama karşı kötümser yaklaştığını" sonucu çıkmasına şaşırmadım. Araştırmaya göre, Türkiye’de yaşayan insanların sadece yüzde 9’u yaşamından memnunmuş! Sadece yüzde 9’u, o kadar...

Yaşama kötümser bakanların bu denli çoğunlukta olduğu bir toplumda, öngörülerin yok olması doğal sonuç. Kötümserlik ve öngörüsüzlük birbirini besliyor, büyütüyor.

Ancak böyle uzun süre gidemeyeceğimiz açık. Başka bir güçten medet ummadan, kendi gücümüze, yani içimizdeki kaynağa yönelmek, orada gizli kalan iyimserlik tohumlarını yeniden yeşertmek zorundayız.

Çevre koşulları ne kadar kötü olursa olsun insanlık tarihinin her zaman iyiye, güzele doğru ilerlediğini bilmek bile iyimserliğimizi güçlendirmek için tek başına yeterli neden olmalı.

İnanıyorum, büyüklerimizin "2.Dünya Savaşında, kıtlık yıllarında neler çektik" dedikleri gibi biz de sonraki kuşaklara anlatacağız. "Ne büyük ekonomik krizdi neler çektik neler..."

Faruk Bildirici / Tempo / 28 Mart - 3 Nisan 2002