OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU

...

İŞKENCECİMİN PORTRESİNİ ÇİZİP YARGILATTIM

Oğuzhan Müftüoğlu, 1967’de Fikir Kulüpleri’ne üye olarak başlamış bu yolculuğa. O yol, Müftüoğlu’nu, 12 Eylül öncesinde Türkiye’de en yaygın sol örgüt olan Devrimci Yol’un Merkez Komite üyeliğine kadar götürmüş. Açılan davanın 1 numaralı sanığı olarak 11 yıl hapislerde yatmış. Şimdiki durağı Urla sahilleri. Orada daha dingin bir hayat sürüyor ama mücadelesini de sürdürüyor. Nitekim yaşamını anlattığı nehir söyleşi kitabının adı da “Bitmeyen Yolculuk”.

BİTMEYEN YOLCULUK: SAĞ KALDIKSA BU BİR TESADÜF ASLINDA

Son dönemlerde Türkiye’deki devrimci hareketin geçmişi üzerinde ciddi bir karalama ve değersizleştirme kampanyası yürütüldü. O tarihe yapılan haksızlıklara karşı bir savunma ihtiyacıydı bu kitap. Şahsımla ilgili de gerçekle ilgisi olmayan iddialar ortaya atıldı. Özyaşam öyküsü, anı kitabı gibi bir şey düşünmüyordum. Böyle bir söyleşi önerisi geldi, doğrusunu isterseniz biraz erken bulmakla birlikte böyle bir kitabın iyi olacağını düşünerek kabul ettim. Kitapta kişisel sorunlara, kişisel tartışmalara yer vermedik, bundan kaçınmaya çalıştık. Kuşkusuz geçmişte bizim aramızda da birtakım anlaşmazlıklar tartışmalar kırılmalar olmuştur. Ama biz bu mücadeleyi birbirimizle uğraşmak için yapmadık. İnsanlar hayatlarını ortaya koydu. Biz sağ kaldıksa, bu da sadece bir tesadüf aslında. Kitabın adının “Bitmeyen Yolculuk” olması şahsımla ilgili bir ifade değil. 60’larda Devrimci Gençlik hareketiyle başlayan sonra kesintiye uğrayan devrimci mücadeleye ilişkin bir ifadeydi. Şimdi gençler, Denizler’e, Mahirler’e, Devrimci Yol’a sahip çıkıyorlar. Eğer yaşananların bir değeri varsa ona sahip çıkılır. 60’larda, o siyasal atmosfer içinde yaşamasaydım belki başka bir hayatım olurdu. Böyle bir dönemde yaşamış olmanın, çekilen bütün sıkıntılara karşın benim için büyük bir şans olduğunu söyleyebilirim.

RESİM: TARİF EDEBİLİR MİSİN DEDİLER BEN DE ÇİZDİM

Çocukken Türker Alkan ile namaz hocasına gitmiştik. Ben ailenin son çocuğuyum. Dedem müftüymüş. Benim fikri yapımı etkileyip şekillendiren şey daha çok öğrencilik yıllarımda yaşanan toplumsal olaylar oldu diyebilirim. Bir de tabii okuduğum kitaplar. Ortaokul yıllarından itibaren elime geçen kitapları okurdum. Düzenli ve seçerek kitap okumaya lise birinci sınıftaki edebiyat öğretmenim yönlendirdi. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Hugo, Goethe. En çok Dosteyevski okudum. Yazları yaylaya çıkılırdı, orada yapacak fazla bir şey olmazdı. Ya top oynar, kuş avlarsın ya da oturur kitap okursun. Ben daha çok oturup kitap okumaya, resim yapmaya hevesliydim. Kendimce karakalem, suluboya resim yapmaya uğraşıyordum. Ortaokul ve lisede hocaların teşviki vardı. Güzel resim yapıyorsun, “Güzel Sanatlar oku” diye. Ama olmadı, yetenek sınavlarını kazanamadım. Devrimcilik yıllarında da elimde kâğıt kalem olunca hep çiziktirirdim. Cezaevinde bayramlarda ailelere göndermek üzere Başçavuşun seçip getirdiği kartpostallar çok kötü olurdu; işte geyikler, artist resimleri falan. Boş karton getirttik onları kare kare kesip tükenmez kalemle bir şeyler çiziktirerek kartlar yaptık. Sonra idare ile pazarlık yapa yapa suluboya getirttik, suluboya ile kartlar yaptık. Bu şekilde içerde yeniden resim tutkum depreşti. 12 Eylül’de, bana işkence yapan polis Bekir Pullu’dan şikâyetçi olmam üzerine savcılar, “Sana işkence yapanı tarif edebilir misin?” dediler. Ben de, “Resmini bile yapabilirim deyince önüme koydukları bir kâğıda hemen resmini çizdim. Açılan o davada işkenceci mahkûm da olacaktı, ama karar günü hâkimi görevden alıp başka birini getirerek beraat kararı çıkarttılar.

HUKUK FAKÜLTESİ: 12 EYLÜL MAHKEMELERİNDE HUKUK YOKTU

Lisede okuduğum yıllarda politikanın içinde değildim. Biraz edebiyat, sinema, resim seven biriydim. Güzel Sanatlar Akademisi’ne gitmek istedim. Ama olmadı, onun üzerine 1962’de Ankara Hukuk’a girdim. İlk katıldığım sol örgüt, Fikir Kulüpleri’ydi. Aslında şimdiki ÖDP’de, sol partilerin çoğunda olmayan bir yapıydı FKF. İki üyenin teklifiyle aday üye oluyorsunuz, sekiz on kitaplık bir Marksist kitaplar dizisini okumanız şarttı. Daha bağımsızlıkçı, anti emperyalist bir sol çizgi izleniyordu. 12 Mart geldiğinde Dev-Genç yöneticisiydim, son sınıftan birkaç dersim kalmıştı ama artık sınavlara falan da girmiyorduk. Bazı hocalar zorla sınavlara sokmaya çalışırdı, bitirip gitsin diye. Ama bitiremeden 12 Mart geldi, cezaevine girdik. Hukuk Fakültesini cezaevinden çıktıktan sonra bitirdim. Avukatlık stajı yaptım ama hukuk bilgim en çok yargılandığımız mahkemelerde işe yaradı. Mahkemedeki ilk sorgum sabahtan akşama kadar dört gün sürdü. Sıkıyönetim mahkemelerinde hukukun hiçbir rolü yoktu. Mahkeme salonundan bile arkadaşları alıp emniyete işkenceye götürüyorlardı. Bu yönüyle 12 Eylül mahkemelerinin bugünkü mahkemelerden adil olduğu tezine katılmak mümkün değil.

ERGENEKON: ÖDP’DEKİ YARILMA BU TARTIŞMANIN SONUCU

Ergenekon davaları hukuki yönden tam bir fecaat gördüğüm kadarıyla. Sıkıyönetim mahkemelerinden pek de farklı değil. BirGün gazetesinde “Yesinler birbirlerini” diye bir başlık atılmıştı. Ben o başlığın o gün İlhan Selçuk’un gece yarısı gözaltına alınış biçimi açısından pek de hoş kaçmadığını düşünüyordum, ama genel yaklaşım olarak Ergenekon süreci açısından doğru olduğunu düşünüyorum. Evet darbecilerin, devlet içinde yuvalanmış çetelerin, savaş kışkırtıcılığı yapan odakların yanında yer almamız elbette söz konusu olamaz. Yıllarca bu güçlere karşı mücadele ettik, bedel ödedik. Bu gün artık arkasındaki güçlerin bunlara ihtiyaçları kalmadığı için tasfiye ediliyorlar. Bu yüzden içerdeler. Kuşkusuz bu iyi bir şey, ama arkasında hangi güçlerin olduğunu ve hangi gayeyle yapıldığını hesaba katmaksızın “demokratikleşme sivilleşme” olarak kabul etmek doğru bir şey değil. Nitekim böyle olmadığı bu gün daha iyi görülebiliyor. AKP yöneticilerinin kendi dışındaki herkesi Ergenekoncu gören bir anlayışı var. Böyle bir zihniyetin arkasına dizilmek eski baskıcı devlet yapısını savunmak kadar yanlış bir tutumdur. ÖDP içinde ilk başlarda bu konuda bir kafa karışıklığı vardı, ayrılık da buradan çıktı. Referandum oylaması sırasındaki “Yetmez ama evet” diyerek AKP ye destek verdiler. Neo liberal yeni düzenin, yargıyı yeni politikalara uygun hale getirme çabasına demokratikleşme diye destek vermek en hafif deyimle bir akıl tutulmasından başka bir şey değildi.

ANAMUR KAMPI: DAĞDA KAMP BİRAZ ROMANTİK BİR İŞTİ

Anamur’da dağlarda kamp kurma olayımız biraz romantik bir işti. 69 yazıydı zannediyorum. Dev-Genç içerisinde gerilla teorilerinin konuşulmaya başladığı dönemdi. Hakikaten amatörce bir işti. Çakar almaz bir tabanca ile bir tüfek vardı elimizde. Savcı ve hükümet tabibi ile karşılaştığımızda bizi ava çıkmış bir grup sandılar. 12 Mart sonrasında solcular uzun süre silahtan uzak kaldı. Denizler’in, Mahirler’in provokasyona geldiği mantığı hâkimdi. 12 Eylül öncesindeki çatışmalar, aslında solun kendisini savunmaya çalışmasıdır. Ankara’daki çatışmalar daha çok ODTÜ’de ve Demirel’in kardeşinin okulu olan Yükseliş’te başladı. Yükselişte kapıları polis tutuyor, ama sağcılar içeriye istedikleri kadar silah getiriyor, okula gitmeye kalkanları tarıyorlardı. O çatışma ortamında sol da silah kullanmaya başladı. Bunların tesadüfi olduğu kanısında değilim. Çatışma ortamı bizzat örgütlendi; 12 Eylül öncesinde iç savaşı yaratan süreç hazırlandı.

BACI KÜLTÜRÜ: DEVRİMCİ AHLAK VARDI

O dönemler bu günkü gibi iyice yozlaşmış, sınır tanımayan ahlak erozyonu karşısında devrimci bir ahlakın olduğu bir dönemdi. Elbette daha çok dikkat ediliyordu kadın erkek ilişkilerine. Ama, söylendiği gibi herkes bacı diye görülür, her şey yasak diye bir şey de yoktu. Bunlar kötüleme amaçlı laflar. Aşk yasak, sevgili olmak yasak! Ama bir sürü insan o zaman sevgili olmuş evlenmiş. Geçmiş, insani ilişkiler bakımından o kadar kötülenecek bir dönem değildir. Tabii ki bir arkadaşın eşi ya da sevgilisine bacı diye bakarsın, öyle davranmayanlara da hoşgörü gösterilmez, bunlar da olmuştur.

14 YIL CEZAEVİ: MAMAK’IN HAYATIMDAKİ YERİ GENİŞ

Anamur, hayatımda geniş bir yer tutar. Ortaokul ve lise hayatım orada geçti. Üniversitede devam mecburiyeti de yoktu, bir yıl Anamur’da Ziraat Bankası’nda çalıştım. Hayatımda en geniş yer kaplayan ikinci yer de Mamak. Mamak’ta iki kez kaldım. 12 Mart’ta bir süre Selimiye’de kaldım ama üç yılın çoğu Mamak’ta geçti. 12 Eylül’de sekiz yıl kadar Mamak’ta, üç yıl da Ceyhan Cezaevinde yattım. Toplam 14 yılım cezaevlerinde geçti. İnsanın Mamak’ta en çok özleyeceği şeylerden biridir kendi başına hücrede kalmak. Çünkü eziyet olsun diye sağ görüşlü kişilerle aynı yere koyuyorlardı. Yanınıza koydukları 5-10 kişiyi öldürmüş, komünist düşmanı kişiler. Tek başıma kaldığım da oldu.

KIZILDERE: “MAHİR’İN YERİNİ SÖYLE” DİYE İŞKENCE YAPTILAR

Evet, kitapta da anlattığım gibi,“Ulaş Bardakçı’nın saklandığı yeri Münir Aktolga ve Yusuf Küpeli ihbar etmiş olabilir” gibi bir şeyler söylemişti Mahir Çayan. Ama, olayı duyar duymaz, ayrılığın öfkesiyle söylenmiş sözlerdi onlar. Ulaş’ın yerini o sırada yakalanan kişilerin verdiği ifade üzerine buluyorlar. Mahirler’in Kızıldere’ye kadar polis tarafından takip edildikleri tezine de katılmıyorum. Cezaevinde firara yardım eden subay grubu tespit ediliyor, oradan iz sürülüyor. Yoksa Mahirler kontrol altında olsalar ne diye bana günlerce “Mahir’in yerini söyle” diye işkence yapsınlar? Keyif için mi yaptılar bunu? En sonunda “Mahirler, Alanya’dan motor tutup Kıbrıs’a gidecekler” diye bir hikâye uydurmuştum. Öyle duydum diye. O ifade üzerine bütün Akdeniz bölgesinde önlemler almışlar. Tuğrul Paşaoğlu yakalanıyor Side’de. Sen burada motor tutacaksın gibisinden sorguluyorlar. Öyle olmadığı açığa çıktığı zaman gelip üstümde tepindiler, “Bizi yanlış yönlendiriyorsun” diye. Bütün bunları numaradan mı yaptılar? Bu yüzden bu komplo hikâyelerine inanmıyorum ben.

URLA’DAYIM: BİREYSEL BİR HAYALİM YOK

Bundan sonrasına dönük bireysel bir hayalim yok. Çok uzun, yoğun ve yıpratıcı bir siyasi hayatım oldu. Urla, dinlenmek, okumak, düşünmek için daha uygun, dingin bir yer. Şimdi geçmişteki gibi örgütlü bir siyasi çalışma olmasa da, ağırlıkla ÖDP çevresindeki siyasi çalışmalara katılıyorum. Toplantılar, paneller ve başka işler için ayrıldığım zamanlar dışında çoğunlukla burada yaşıyorum. BirGün’de düzenli yazamıyorum bir süredir. Bazen sözün bittiği bir yerdeyiz duygusuna kapılıyorum. Tabii söz bitmez, hayat devam ediyor. Önümüzdeki dönemde daha sıkça yazmayı düşünüyorum. Dr. Osman Müftüoğlu kuzenim. Babası hafız amcamın oğluydu. Ortaokula başladığımda Anamur’da bir süre onların yanında kalmıştım. Biz köyde yaşıyorduk. O sıra daha Osman doğmamıştı. Sağlığımla ilgili sorun olursa, tabii ulaşabilirsem, ona da danışırım.

HRANT DİNK: BİRGÜN’DE YAZMAMASINI İSTEMEDİM

Hrant Dink ve Muhsin Kızılkaya’nın BirGün’de yazmamalarını istediğim doğru değil. Zaten Hrant Dink, öldürülünceye kadar kendi gazetesinde olmadığı kadar özgürce BirGün’de yazmaya devam etti. Bu iddialar ne yazık ki, ÖDP’den ayrılanlar, BirGün gazetesini ve bizi yıpratmak için ortaya attı. Biz dil farkı, din farkı bilmeyen bir inanca sahip insanlarız. Bu yüzden böyle bir suçlama bize karşı yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Buna rağmen bu gün dahi her fırsatta bu tür milliyetçilik vb. suçlamaları ileri sürebiliyorlar.

ASKERİ DARBE: 12 EYLÜL’E KARŞI DİRENDİK AMA BAŞARISIZDIK

Tarık Akan’ın sözlerinden sonra ortaya çıkan solun tamamının darbeleri desteklediği yaklaşımı tam bir çarpıtma. Özellikle 70 sonrasında küçük bir grup (Aydınlıkçılar) hariç tutulacak olursa solda darbeci çizgiler hemen hiç yoktur. Birileri ortaya çıkıyor, “İşte silahlar sabahleyin solcunun elinde öğleden sonra sağcının elinde kullanıldı” diyor. Bunlar safsata. 12 Eylül darbesinden sekiz ay kadar önce darbe kararı alındığı bilgisine ulaşmıştık. Bunu bütün sol örgütlerle paylaşarak darbeye karşı ortak mücadele yolları aradık. Darbeye gerekçe olabilecek eylemlerden uzak durmaya çalıştık, önlemler aldık. Ülkücü hareketin kökeni sola karşı. 66’lardan itibaren ABD’nin bizim gibi ülkelerde kontrgerilla diye paramiliter güçler organize ettiği biliniyor. Orada darbecilerin yönlendirdiği bir örgütlenme olduğu, onların darbeciler ve arkasındaki güçler tarafından kullanıldığı doğrudur. Ama devrimci kesimlerin darbeciler tarafından yönlendirilip kullanıldığı söylenemez. Bu ülkenin her tarafında başka bir dünya oluşturmak için yürütülen devrimci bir mücadele yaşandı. Bu büyük mücadelenin arasına bir yerlerde sızmalar olmuş olsa bile, kimse darbeciler oyunu diye karalayamaz. Darbeden bir ay önceki Devrimci Yol dergisinde Amerikancı generallerin darbe hazırlığında olduğunu yazmıştık. 11 Mart günü darbe için harekete geçtiklerini Murat Belge’den öğrendim. Bütün arkadaşlara önlem almaları için haber ulaştırmaya çalıştık. Önceden önlem olarak Merkez Komite’yi İstanbul’a taşımıştık. Darbeden dört ay sonra hatalarımız sonunda yakalandık. Belki sonuçta başarılı olamadık ama darbeden önce ona karşı mücadele etmek için çaba sarf ettik; darbeden sonra darbeye karşı eylemler yapıldı, kırsal bölgelerde yıllarca mücadele ve çatışmalar devam etti. Karadeniz’de, Hatay’da dağlarda çatışmalarda arkadaşlarımız hayatını kaybetti, birçok arkadaşımız bu mücadelelerden dolayı işkencelerden geçti, cunta mahkemelerinde yargılandı. Bu mücadeleler için türküler yakıldı, kitaplar yazıldı. Birtakım insanlar hâlâ “eylemlerin 12 Eylül’den sonra bıçak gibi kesildiği” gibi laflar ediyorlarsa burada artık dürüstlükten falan söz edilemez.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 29 MAYIS 2011