ORHAN GAZİ ERTEKİN

...

Demokrat Yargı, Osman Can ile birlikte anılıyordu. Diğer eşbaşkan Orhan Gazi Ertekin, geri planda kalıyordu. Fakat HSYK seçimlerinde yaşanan görüş ayrılığı sonrası Osman Can ve onu destekleyenler dernekten ayrıldılar. Ertekin de Demokrat Yargı’nın “bir numarası” haline geldi. İktidarı da kızdıran bir kitap yazdı. Ertekin, Beypazarı’nda hâkimlik görevine de devam ediyor.

AFŞİNLİYİM: MAHSUNİ’NİN BABAM ÜZERİNE TÜRKÜSÜ VAR

Türklük ve Sünnilik algısı bende biraz Kızılderilinin kendi toprağına bakışı gibidir. Kızılderili diyor ya ilk nefesimi aldığım ve dedemin son nefesini verdiği yer memleket. Maraş Afşin de benim ilk nefesimi aldığım dedelerimin son nefesini verdikleri yer. O anlamda bir kutsallık atfediyorum. Bence insanın doğduğu topraklar ve dil onun dünyasının en sahici yönünü oluşturur. Mahsuni Şerif’in ilk karısının üzerimde emeği vardır. Mahsuni Şerif, babamın yetiştirdiği kişilerden birisidir. Babamın üzerine de bir türküsü var, “Afşin’de Yemliham kaldı” diye. Ben içinde Sünnilik, Alevilik, Bektaşilik gibi dindarlık hallerinin iç içe geçtiği bir felsefi iklimde büyüdüm. Babamın başucu kitapları Şeyh Bedrettin’in Varidat’ı ile Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ıdır. Sünni kökenden gelen biridir ama 40 ve 50’li yıllarda yeni bir mezhep üretiyor diye toplumda dışlanmaya başlanan bir grubun liderlerinden. Dinin hümanist yorumunu öne alan bir çevre. Babam, şiirler yazan, çok okuyan birisiydi.

CAZ SEVERİM: SAZ ÇALARIM

Mahsuni dinleyerek büyüdüm. En çok bizi etkileyen “Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana” ve “Boşu boşuna” türküleriydi. Kendimi idare edecek kadar da saz çalarım. Seyirciye asla çalmam. Müzikte iki alanı çok severim. Birincisi Blues. Teksas Blues, daha ruhani, daha dindar bir müzik tarzıdır. Mississippi Blues biraz daha aylak, biraz daha suçlu müziği türüdür. Ciddi bir arşivim vardır. Nina Simone’a bayılırım, Skip James ve Robert Johnson’a müthiş hayranlığım vardır. İkincisi, Sanat Müziği severim.

12 EYLÜL: FEHMİ ABİMİ İŞKENCEDE ÖLDÜRDÜLER

Öğleyin babamın arzuhalci dükkanına gittim. Perdeler ve kapı kapalıydı. Bir girdim babam ağlıyor. “Fehmi abini işkencede öldürdüler” dedi. 81 Ağustosuydu, tam 30 yıl önce. Ben de 14 yaşındayım. Mahallenin gençlerine voleybol öğreten, gözünü budaktan sakınmayan elinde büyüdüğüm bir üniversite öğrencisiydi Fehmi Özarslan. Devrimciydi. İşkencehane olarak kullanılan Maraş Eğitim Ensitüsü’nde elektrik verdikten sonra su içirmişler, iç organları tahrip olmuş. Ben de ağlayacak yer aradım. Tam çıkarken babam dedi, “Vazifemizi yapmamız lazım.” Beraberce cenazeyi almaya gittik ama kendileri gömmüşler zaten. Jandarma bir hafta mezarının başında nöbet bekledi; mezara iki günde bir kireç döktüler çabuk çürüsün işkence kanıtı kalmasın diye. İki kişi daha işkenceden öldürüldü Afşin’de. 81’den sonra Maraş katliamının sorumluluğu bir siyasi harekete yüklemek için çırpındılar. Dönemin sıkıyönetim komutanı Tuğgeneral Yusuf Haznedaroğlu, işkencelerin içinde bulunan, birçok kişinin ölümünden sorumlu olan kişidir. 12 Eylül’ün acılarını içimizde bir sır gibi dolaştırıyoruz hâlâ. Kenan Evren’in kimliğinin Cumhuriyet Savcılığında olması bile benim açımdan anlamlı. Ama kapsamlı bir hesaplaşmaya doğru götürmek lazım. 12 Eylül, polis, asker ve yargının da eylemleriyle tamamlanan bir şiddet festivaliydi.

LİBERAL SOLCUYUM: ÖĞRENCİ DERNEKLERİNDE YÖNETİCİYDİM

İlk üniversitem ODTÜ’ydü. 84’te girdim, kamu yönetimi ve tarih bölümlerinde okudum, bir yıl da hazırlık. Sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne geçtim. ODTÜ’de öğrenci derneğinde görev aldım. 88’de Hukuk’a geçtiğimde oradaki öğrenci derneğinin yönetim kurulunda bulundum. 15-16 yaşımdan itibaren kendime hep solcu dedim. ODTÜ’den itibaren de Marksistim diyordum. 90’lardan sonra Türk solunun içindeki Kemalist kodların sorgulanması gerektiğine dair bir algı başladı bende. Evrensel solun argümanlarının politik bir harekete dönüştürülmesi gerektiği düşüncesi zamanla kesinleşti. Şimdi benim için doğru adlandırma şudur; liberal sol ya da özgürlükçü sol. Solun sıfat değil de asıl isim olduğu bir tanım. Hayat hikâyem, siyasi tecrübelerim bana iktidar olmanın kötü bir şey olduğunu söyler. İktidar üzerine oynamak, iktidar ile var olmak, iktidar üzerinden hayat kurmak, hepsi geride mağdurlar, kaybedenler kalmasını ve bu mağduriyeti de normalleştirmeyi gerektiriyor. Bu anlamda kazananlar kulübünde olmak yerine hep muhalif olmam gerektiğine inanıyorum.

İLK GÖREV YERİM: İŞKENCE İÇİN SUÇDUYURUSUNDA BULUNDUM

İlk görev yerim Siirt’in Baykan ilçesiydi. En çok beraber olduğum arkadaşlarım bir hâkimle bir baş komiserdi. Beni çok etkilemişti ikisi de. İlk defa devletin içinden topluma doğru bakıyordum. Devleti sevmeyen, devletle arasında ideolojik bir mesafe koymayanların hâkim ve savcılık yapmaması gerektiğine dair genelleşen bir algı vardı. Bu algıya karşı arkadaşlarıma “Hâkim olmak istiyorsanız devletin dışında durmak zorundasınız” diyordum. Asıl korkutucu olan halkın bakışıydı. “Polis, jandarma neyse hâkim de odur” diye bakıyor, şiddet tekelinin esaslı bir parçası olarak görüyorlardı. İntibak etmem zor oldu. İlk aylarda üç dört kişi, PKK üyeleri diye getirilmişti. İlk politik sorgumdu. Hepsi ciddi işkenceden geçirilmişti. Bizzat gördüm izleri, tespit ettim. Suç duyurusunda bulundum. Delilleri ve dosyayı yetersiz bulduğum için de tutuklamadım. Ondan sonra devlet alanının dışına doğru yerleştirilmeye başlandım; hem halk hem de bizzat devlet memurları grubu tarafından. Altı ay adliyede selam vermedi bazıları. 12 yıl önceki bir olay bu. Baykan’dan sonra Kastamonu Azdavay’a gittim. Kadınlar yüzlerce yıllık giysilerini gündelik hayatta giyerler. Çok ilginç bir ilçedir. Herkese gidip görmesini öğütlerim. Sonra Yerköy’de dört yıl çalıştım. Oradan da Beypazarı’na geldim.

DOKTORA: TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİ ARAŞTIRDIM

ODTÜ’de master yaptım. 1944 yargılamaları, Nihal Atsız ve Alparslan Türkeş gibi isimlerin yargılandığı Turancılık davası üzerine tez yazmıştım. Milliyetçilik üzerinde uzun yıllar çalıştım. Akademik çalışma perspektifim bu benim. Dışarıdan tam da karşıt olarak gördüğüm kesimi entelektüel bilgi konusu haline getirmek. Entelektüel faaliyetim hâkimliğe kadar siyaset bilimi üzerinden gelişiyordu. 1990’ların ikinci yarısına kadar temelde hayata dair sorularımın hiçbirini hukuk ve yargı üzerinden yanıtlayamayacağımı düşünüyordum. 2000’li yıllara kadar hep milliyetçilik, Türk tarihi, Orta Asya, Faşizm, Kemalizm ve Cumhuriyet tarihi üzerine okumalarım vardı. En az 30-40 kitabı bir kenara koyup sistematik olarak okuyordum. Marksizm üzerine neredeyse bir on yıllık okumalarım vardır. Siyaset bilimi doktora tezimi de 2006’da terör hukuku üzerine yazdım. Sonradan akademik anlamda bir görev almadım.

DEMOKRAT YARGI: KİTABIMI GÖRMEZDEN GELİYORLAR

Radikal 2’de, galiba 2005’in sonunda yargı üzerine bir polemik vardı. O polemikte Osman Can’ın pozisyonunu kısmen doğru buldum ve destekledim. Ben de tartışmaya müdahil oldum, polemik devam etti bir süre. Ondan sonra Osman Can ile tanıştık. Birbirimizin yazılarını takip edip, eleştirerek belli bir tartışma ve tanışma süreci yaşadık. O kalem tecrübelerimizi ve konuşmalarımızı bir dernek bütünlüğüne taşıma kararı aldık. 2009’da kurarken Yarsav ile çok açık ideolojik ayrılıklarımız vardı. Hâlâ var. Yarsav, cumhuriyetin kamu alanının, hak ve özgürlük alanının normalleşmesinin önündeki örgütsel engellerden biri. Yarsav, milliyetçi, laikçi Türk devlet geleneğinin yargı içerisindeki tezahürüdür. Ömer Faruk Eminağaoğlu, geleneksel Türk devlet algısının en cesur, en akıllı ve en tutarlı figürlerinden biridir. Birçok noktada ayrışıyoruz ama onun tutarlı duruşunun hakkını teslim etmek gerek. Yarsav ondan sonra farklılaştı ve yüksek yargı ile Adalet Bakanlığı’nın barışması üzerine kurulu “Dolmabahçe paktı”nın uygulandığı temel araçlarından biri haline getirildi. Herkeste son bir yıllık süreçte Adalet Bakanlığı ile Yarsav arasında büyük bir savaş olduğu algısı var. Ama bence böyle bir şey yok. “Danıştay ve Yargıtay’da 160 kişilik blok liste kazandı” diyorlar ya o 160 kişinin içinde 26 Yarsav üyesi var! Hem de ikisi, Yarsav’ın yönetim kurulu üyesi. Emine Ülker Tarhan da bu sürecin hesabını vermeli. Ben kendi açımdan bu sürecin hesabını verdim, kitap yazdım. Ama şunu görüyorum, belli bir kesim “Yargı meselesi hallolundu” kitabı yokmuş gibi davranıyor. Bunun örgütlü bir sessizlik olduğunu düşünüyorum. Osman Can da sessiz kaldı. Kitapla hesaplaşmak yerine ondan kaçma stratejisini güdüyorlar.

DERNEKTE KOPMA: YA OSMAN CAN İLE AYRILACAKTI YA BİZ

HSYK seçimleri sırasında bir teklif vardı bize. Osman Can aracılık etti. O teklifin görüşüldüğü Demokrat Yargı yönetim kurulu toplantısında üç grup oluştu. 12 kişinin içerisinde ben de dâhil 4-5 arkadaşımız, pazarlık yapılmaması gerektiğini, kendi bağımsız listemizle çıkmamız gerektiğini savunduk. İkinci grup, pazarlığa bile gerek olmadığını Adalet Bakanlığı listesinin desteklenmesi gerektiğini söylediler. Hatta biri de “Bakanlık eşeği aday gösterse eşeğe oy veririm” dedi. Osman’ın da dahil olduğu diğer grup ise pazarlıktan yanaydı. Sonunda bizim görüşümüz hâkim oldu. Zaten dernek baştan itibaren biri bakanlık tarafı, diğeri bakanlık karşıtı ikiye ayrılmıştık, birinden birinin dernekten gitmesi gerekiyordu. Onlar gittiler. Osman Can da HSYK seçiminden bir ay önce dernekten ayrılanlara katıldı. Geçen aya kadar yönetim kurulu üyemizdi. Derneği kurarken Osman ile aramızdaki farklılıkların farkındaydık. Aslında baştan itibaren küçük gerilimlerle yaşattığımız bir ortaklıktı bu. Dr. Uğur Yiğit, onun yerine eşbaşkan seçildi. Demokrat Yargı’nın temel iddiaları varlığını sürdürüyor. Bizim derdimiz geleneksel kamu alanının dışında tutulmuş tüm kesimlerin tarihsel haklarının talep edilmesiydi. Demokrat Yargı’nın sözlerini büyük gruplar, hem Adalet Bakanlığı, hem Yarsav, hem CHP ya da AKP kendi hanelerine yazmak için acele ediyorlar. Biz üçüncü tarafız.

YETMEZ AMA EVET: MEZARIMA HSYK İÇİN BALBAL DİKSİNLER

Referandumda “Yetmez ama evet” dediğimiz için kesinlikle pişman değilim. Hatta gurur haneme yazdığım bir şey olarak görüyorum. Eski Türklerde bir gelenektir, ölenin mezarına öldürdüğü düşman sayısı kadar taş dikerler, ona balbal derler. Ben de ölünce başucuma eski HSYK için bir balbal dikilmesini isterim. Ama tabii yeni HSYK için de bir balbal dikmelerini tercih ederim. Tabii ki bu bir espri ama bir gerçeği anlatıyor. Hayır tercihi, geçmiş despotizmi aynen sürdürmekten başka hiçbir gelecek vizyonu vermiyordu bize. Evet, HSYK yeni bir yargı oligarşisi oluşturdu. Anayasa değişikliği ile gelen biçimsel demokrasi imkânı maddi bir demokrasiye dönüştürülmedi. Yarsavcılar ve CHP’liler, referandumdan ve HSYK seçimlerinden sonra “Her şey bitti” diye bir köşeye çekildiler. Biz de “Tam tersi demokrasi mücadelesi şimdi başlıyor” dedik. Normalde 160 blok oy kullanacak bir grubun Yargıtay’a yerleştirilmesi en az on yıl alır. Bu süreç on ayda yaşandı. HSYK seçimi ile Yargıtay ve Danıştay üye seçimleri yargıdaki iktidarın yeni baştan üretilmesini sağladı. Ama bence yaygın söylentinin tersine yargı siyasallaşmadı, “Türkiye’deki din kilisesi” diyebileceğim bir kesim tarafından yeniden devletleştirildi. Ya da şöyle söyleyebiliriz; Birçok devlet aygıtı gibi yargı da bir kilise faaliyeti üzerinden yeniden resmileştiriliyor. Yargıyı hükümet ele geçirmedi. Yargıda hükümet bileşenlerinden birisi, yargının devletleştirilmesi sürecini hayata geçirdi.

DİCLE VE BALBAY: ULUSLARARASI İÇTİHATLARLA TAHLİYE

Türkiye’nin 2004’ten bu yana “doğa durumu”nu yaşadığını düşünüyorum. Aydınlanma filozofları doğa durumunu herkesin herkesin kurdu olarak, hukuk ve toplum öncesi bir durum olarak tanımlar. 2004 niye? 2004’te hem bugün kapışan iktidar güçleri farklı bir politik döneme doğru açılmaya başladılar. Ayışığı, Sarıkız darbe girişimleri geçmişin iktidar güçlerinin trajik-komik denemelerinden birisiydi. Fakat o dönemden sonra hukuk ve yargı geleneksel iktidarın en revaçtaki araçları haline geldi. Hukuk ve yargı alanı günlük operasyonların bir aracı halini aldı hem de hukuk sistemi tutarlılığını yitirdi. Aynı yıl Anayasa Mahkemesi, AİHM içtihatlarının iç hukuk referansları olarak kullanılması gerektiğine karar verdi ve anayasanın 90.maddesi değişti. O aşamadan itibaren Türkiye’de herkesin, her şeyi hukuksallaştırabileceği bir referans bulunur hale geldi. YSK, normalde Hatip Dicle kararını uluslararası içtihatlara bağlı kalarak ters yönde verebilir. Balbay, Haberal meselesini düşünün, 13. Ceza Dairesi uluslararası içtihatlara dayanarak hukuksal olarak tahliye kararı verebilir. Kimse hem Ergenekon hem de Hatip Dicle açısından verdiği kararların hukuksal olduğunu iddia etmesin. Ederse aynı tutarlılıkta başka referanslar da bulabiliriz.

10 AYDA DEĞİŞTİ: YENİ KADROLARIN PERSPEKTİFİ YOK

Bundan on ay öncesine kadar yargıda iki büyük ideolojik blok vardı. Biri Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay’dı. İkincisi özel yetkili mahkemeler. Bu iki büyük blok 2006’dan bu yana birbiriyle çekişerek geldi. Özel yetkili mahkemelerin son süreçlerde artık hiçbir ciddi meşruiyeti kalmadı. Bir süre sonra lağvedilmek zorunda kalacaklar. Bu arada misyonlarını da tamamlamış olacaklar. Zaten güncel dünyada da politik dönüşümler hukuk yoluyla yapılır hale gelmiştir. Siyasi muhatabınızı alaşağı etmenin aracı haline getirirsiniz yargıyı. Yine de Ergenekon ve diğer davaların anlamlı bir noktaya oturduğunu düşünüyorum. Ordu asla ve kata suç işlemeyen bir gruptu, ilk defa fail haline geldiler. Bu tarihsel olarak kıymet verilmesi gereken bir aşamadır. Tarihi bir dönüşüm yaşıyoruz ama yargıdaki yeni kadroların yargının devasa sorunları konusunda hiçbir entelektüel perspektifi yok. Örneğin HSYK Başkanvekili daha önce Adalet Akademisi Başkanı idi. Araştırırsanız tek bir ciddi makalesinin dahi olmadığını görürsünüz. Dünyanın ciddi devletlerinde bu bir skandaldır.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET / 3 TEMMUZ 2011