MEDET EY TSE, GETİR ŞU İŞE BİR STANDART

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 43

MEDET EY TSE, GETİR ŞU İŞE BİR STANDART

İstiklal Marşı ve bayrak, 1968’li eylemcilerin baş tacıydı. İlk gösterilerde yürüyüşçülerin ellerinden bayrak eksik olmaz, başlangıçta ya da sonra bir fırsat bulunur, topluca İstiklal Marşı okunurdu.

Giderek bayraklar azaldı, İstiklal Marşı daha az duyulur oldu. Bayrakların yerini kızıl bayraklar, İstiklal Marşı’nın yerini de başka marşlar aldı. Simgesel alandaki bu dönüşüm, eylemcilerdeki ideolojik değişimin dışa vurumuydu. "Tam bağımsız Türkiye" çizgisi, "Yaşasın enternasyonalizm"e evrilmişti.

Yine de 1970’lerdeki eylemlerde zaman zaman İstiklal Marşı okunurdu. Fakat bu kez eskisinden farklı bir nedenle ve farklı bir amaç söz konusuydu. Eğer göstericiler, polis ya da jandarma ile baş edemeyecek kadar küçük bir grupsa, üniformalılar üzerlerine yürürken hazır ola geçer, hançerelerinin elverdiği kadar yüksek sesle İstiklal Marşı okumaya başlarlardı.

"Su içene yılan bile dokunmaz" felsefesiyle yetiştirilmiş vatan evladı polisler ya da jandarmalar, hemen her seferinde de bu "numarayı yutar", duraksarlardı. Çoğu kez de hazır ola geçip, marşın bitmesini beklerlerdi. Göstericiler ise bu "mola"dan faydalanarak kaçar ya da çatışmak için toparlanırlardı.

Elbette polislerin şaşkınlıkları, İstiklal Marşı’na saygılarından kaynaklanıyordu. İstiklal Marşı, polis-jandarma ile göstericiler arasındaki "ortak payda"yı simgeliyordu. Her iki taraf için de saygı gösterilmesi gereken bir değer olarak kabul ediliyordu İstiklal Marşı.

Hani 27 Mayıs 1960 öncesinde üniversite öğrencilerinin dillerinden hiç düşmeyen "Olur mu böyle olur mu/ Kardeş kardeşi vurur mu" marşıyla ifade edilen mesaj ile de çakışıyordu İstiklal Marşı okunarak verilmek istenen mesaj. "Bize nasıl vurursunuz? Biz aynı memleketin evlatlarıyız. Sizinle aynı saftayız."

Aynı safta olmadıklarını ilk anlayan polisler oldu. Hatta jandarmadan da önce. Eylemcilere duydukları nefret, İstiklal Marşına duydukları saygıyı aşıp büyüyünce, ne söylediklerine aldırmadan coplarıyla daldılar gençlere. Bir iki derken jandarma da kopyaladı bu örneği ve "İstiklal Marşı oyunu" rafa kalktı.

12 Eylül öncesindeki eylemlerde böylesine simgelerden örülmüş barikat kullanma vakasına rastlanmadı. Her şeye rağmen polis ve karşısındaki güçler arasında İstiklal Marşı ile kıyaslanabilecek ve tabii kamuya açık ortamlarda sergilenebilecek başka bir "ortak değer" yoktu herhalde.

"Ezan"ın böyle bir işlevi olduğu henüz keşfedilmemişti. Ezan sesi duyan politikacıların ve de sarkıcıların bile susup dinlediği Türkiye’de "ezan"ı inandırıcı biçimde kullanabilecek eylemciler de ürememişti henüz.

Neyse ki, artık "ezan"ın da İstiklal Marşı kadar etkin biçimde kullanılıp polisi durdurabileceği fark edildi; daha önemlisi "ezan"ı araç haline getirebilecek militanlar türedi.

Polisin, Adana’nın Pozantı ilçesindeki yayla evine 15 gün kadar önce yaptığı operasyon, bu alandaki "gelişmeyi" gözler önüne serdi. İlk kez polis, silahlı çatışmaya "ezan ve namaz molası" verdi.

Yayla evi, günler öncesinden gözlenmeye başlanmıştı. Hizbullah militanlarının geliş gidişleri, yaptıkları alışverişler bütün ayrıntısına kadar izlenmişti. Polis, evdeki silahlı militanların, örgütün üst düzey yöneticileri olduklarının farkındaydı.

Gece baskın yapmak istedi polis. Operasyon, gece 01.00 sıralarında başladı. Sessizce evin etrafını sardılar. Bahçedeki köpeklerin havlaması, evdekileri uyandırınca silahlar konuşmaya başladı.

Silah sesleri, sabah ezanına kadar sürdü. Caminin hoparlörü öylesine güçlüydü ki, evdeki militanlar onca silah sesine rağmen ezan okunduğunu duyabildiler. Militanların lideri Sülhattin Ürük, dışarıya bağırdı:

- Namazımı kılayım teslim olacağım...

Bu söz, polisleri durdurmaya yetti. Ateşi kestiler. Arkadaşları yakalandıktan sonra evde tek başına kalan Ürük’ün, zaman kazanmak istediği akıllarına bile gelmedi. Ezan sesini her duyduklarında susmaya alışmış polisler, afalladılar. İslamcı bir militanın namaz kılması ne kadar doğalsa, polisin "namaz oyunu" karşısında parmağını tetikten çekmesi de o kadar doğaldı.

Ancak evden yükselen dumanları görünce ayıldılar. Militan, polisin eline geçmemesi için evdeki bilgisayarı, belgeleri, disketleri yakıyordu. Yeniden tetiklere asıldılar. Kısa süre sonra "namaz oyunu" yapan Ürük, polis kurşunlarına hedef oldu. Operasyon noktalandı.

Yakalananların ifadeleri, ölen Sülhattin Ürük’ün, Hüseyin Velioğlu’nun İstanbul’daki operasyonda öldürülmesinden sonra Hizbullah’ın liderliğini üstlendiğini ortaya koydu. Ürük’ün "namaz molası"ndan yararlanıp yaktıkları da örgütün "arşivi"ydi!

Polisin, silahlı bir çatışma sırasında "namaz molası" vermesi gerçekten üzerinde durmaya değer bir olay. "Mesleki bir hata" olmasından öte polisin karakteristiğiyle ilgili önemli ipuçları veriyor. Nasıl oldu da 1970’lerdeki gibi İstiklal Marşı söyleyen eylemci gençlerin karşısında şaşırma günlerini geride bırakan polis, "namaz oyunu" karşısında şaşkına döndü?

Sanırım böylesine silahlı bir çatışmada, kibarlık ve iyi niyet gösterisi yapıldığı yorumu getirilemez. İstiklal Marşı örneğinden hareket edersek görürüz ki, maalesef polisin İslamcı militanlara olan nefreti henüz ezan ve namaza olan saygısından daha büyük değil. Onca cinayet bile nefretlerinin yeterince büyümesini sağlayamamış...

Polis, her zaman mesleki kurallara göre hareket etseydi, her operasyonda öldürmeden yakalamaya özen gösterseydi; "namaz molası"nı nefret-saygı ikilemiyle açıklamak, ülkemiz için lüks kaçabilirdi.

Ama düşünün ki, bu ülkede polis için sanıklar kelepçe takılabilecekler-kelepçe takılamayacaklar diye ikiye ayrılıyorsa, küçücük çocuklar tokatlanarak sorgulanıyorsa, topladığı çöpleri bahçesinde biriktiren adam mermilere hedef oluyorsa kuralların herkese "standart" olarak uygulandığından söz edilebilir mi?

Üzeyir Garih cinayeti zanlısı Yener Yermez, kışladan nasıl kaçmıştı anımsayalım. Haberlerdeki bütün çelişkilere rağmen anlaşılıyor ki, polis, kışlanın kapısına dayanmış, nöbetçi subay da giyinip gelmesini ya da yüzünü yıkayıp gelmesini istemiş, o da kaçmış! Başka bir deyimle, Yermez’e de "giyinme molası" verilmiş!

Oysa Yermez’in, polis arayınca kaçmasında garip olan bir yan yok. Garip olan, polisin tepesinde bitip ellerine kelepçeyi vurmaması. Kaçma ihtimali bile olmayan insanların evlerini geceyarıları basıp neredeyse yataklarında kelepçeleyen polisin en azından hangi durumlarda "mola" verilebileceği konusunda "standart"lar geliştirmesinin zamanı geldi de geçiyor.

Ya polisin kendisi "standart"larını geliştirecek ya da biz vatandaşlar olarak Türkiye Standartlar Enstitüsü’nden yardım isteyeceğiz!

Faruk Bildirici / Tempo / 27 Eylül-3 Ekim 2001