HERKES ŞEHİT HERKES KAHRAMAN

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 66

HERKES ŞEHİT HERKES KAHRAMAN

Tabulardan kurtulmak kaderimizde yok galiba. Kurtulmak, azaltmak bir yana sürekli yeni yeni tabular yaratıyoruz. Daha doğrusu, bir yandan tabular yıkıyoruz, bir yandan da yerine yeni tabular ekliyoruz.

Tabu kırıcı kazmaların gelişigüzel ellerde dolanmaya, oraya buraya savrulmaya başlamasının miladı, 1980’ler sanırım. O günden bugüne değin tabular alanında olup bitenleri şöyle bir gözden geçirin. Hafızanızı yoklayın. Yıktığımız tabular listesi mi uzun, yoksa yarattığımız tabular listesi mi daha uzun?

Tabu yıkmak kadar yaratmakta da başarılı yıllar geçirdiğimizi göreceksiniz. "Ne yaman şeymiş bu tabular" demekten kendinizi alamayacaksınız eminim.

Yeni tabularımızdan biri, ölümün kendisi. Ölüm de kutsanır oldu. Ölene değin gözden gönülden ırak tutulan kimi sanatçılar, ölür ölmez baş tacı edilmeye başladılar. Hem de "Kör ölür badem gözlü olur" özdeyişine hak verdirecek ölçülere vardı bu iş.

Hele ölen sanatçı değil de bir politikacı ise yaşarken yaptığı tüm yanlışları, oportünistlikleri, abukluklarının silinmesi geleneği yerleşti. Ölen her politikacının siyah yanları göz ardı edilirken, beyaz yanları cilalanıp parlatılır hale geldi.

Onu da geçtik, kim ki, yaşamını yitirmiştir; cenaze törenlerinde hep aynı manzaralar sergileniyor; alkışlar, alkışlar, alkışlar...

Sanırsınız bu ülkede ölen hemen herkes yaşamı boyunca alkışlanacak faaliyetlerde bulunmuş bu ülkede. Öyle olması mümkün olmadığına göre, alkışlanan nedir? Yine ölüm. Yeni tabumuz...

Ölümün kutsanması anlayışının vardığı son durak, bir zamanlar öyle kolay kolay ağza alınamayacak unvanlardan olan "şehitlik". Sırf ölümün kutsanması anlayışının sonucu olarak özenle, dikkatle kullanılması gereken "şehit" unvanı bile içeriğinden uzaklaştırılıyor, aşındırılıyor.

Bakıyorsunuz, ölüm nedeni ne olursa olsun, her meslek grubu kendi "şehidini" ilan ediyor. "Görev şehidi", "trafik şehidi", "direniş şehidi", "aşk şehidi", "bilim şehidi", "fotoğraf şehidi"...

Hiçbir meslek grubunun, ölen hiç kimsenin yakınının rencide olmasını istemediğim için yanlış kullanım konusunda somut örnekler veremiyorum. En iyisi, "şehit" unvanının doğru kullanımını örneklemek.

Ünlü yazarımız Ömer Seyfettin’in, "Başını vermeyen şehit" öyküsünü çoğumuz biliriz; kimimiz unutsak bile "şehitlik" in ne demek olduğunu okul yıllarında bu öyküden öğrenmişizdir.

"Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda, bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atına sıçradı. Kaçacaktı...

Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki, sol ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırıyor,

- Mehmet, Mehmet! Canını verdin! Başını verme Mehmet!

Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki.. Kuru Kadı, ’Vah Deli Mehmet’miş!’ diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti.

Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki... Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı’dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev, ’Yüzün ak olsun ey yiğit’ diye bağırdı."

Görüldüğü gibi, şehitlik ile kahramanlık birbirinden ayrılmaz kavramlar. Şehitlik, "kutsal bir ülkü ve inanç, özellikle yurt için savaşırken ölen kahramanlar"ın hakkı.

Fakat hem bu ülke için çarpışan, gözünü kırpmadan ölen kahramanlara şehit diyeceksiniz, hem de diyelim bir kaza sonucu yaşamını yitirene de şehit unvanını vereceksiniz!

Ne diyelim? "Faili meçhul cinayet ramboları"nın kendini "kahraman" sınıfından sayabildiği bir ülkede olur böyle şeyler. Herkes "kahraman" ise herkes de olur şehit...

Faruk Bildirici / Tempo / 7-13 Mart 2002