GÜNEŞİN ÜZERİNDE OYNAŞMADIĞI BİNADA OTURAN SİYASETÇİ

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 46

GÜNEŞİN ÜZERİNDE OYNAŞMADIĞI BİNADA OTURAN SİYASETÇİ

Biliyorum, ancak düşsel bir dünyada olur binaların da sahiplerinin ruh ve sağlık durumuna göre biçimden biçime, renkten renge girmesi. Ya da ölmesi...

Boris Vian, "Günlerin Köpüğü" adlı romanında böylesine düşsel bir dünya yaratmıştı. Colin ve Chole adlı iki sevgili, "aydınlık koridorları olan", "güneşlerin musluklar üstündeki oynaşmalarının bir masal havası yarattığı" bir evde yaşıyorlardı. Ne zaman ki, Chole ölümcül bir hastalığa yakalandı, ev değişmeye, eski ışıltısını kaybetmeye başladı.

"- Lambalar ölüyor, dedi Chole. Duvarlar da daralıyor. Şuradaki pencere de öyle.

- Nasıl olur?

- Sen de bak.

Duvar boyunca uzanan camlar gitgide ince uzun, köşeleri şekilsiz bir dikdörtgen olmuştu. Camların orta yerinde bir çeşit dal budak oluşmuş, ışığın girmesini engellemeye başlamıştı. Tavan da epey alçalmıştı ve üstünde Colin’le Chole’nin yatağının durduğu çıkıntı neredeyse yerle bir olacak kadar aşağı inmişti."

Vian’ın yarattığı dünyada, insanın içinde yaşadığı mekânla organik bir ilişki kurduğu kabul edilmişti. Mekânın yaşam kaynağı, doğrudan ev sahibinin kendisiydi.

Genç kadının sağlığının bozulması, yaşadığı mekânı derinden etkiliyor, her gün onunla birlikte soluyordu. Onun durumu kötüleştikçe ev de en az o kadar hızla kararıp bozarıyordu.

Duvarlar daralır, pencereler küçülür, lambalar ölür mü? Elbette gerçek hayatta olmaz böyle şeyler! Ama ben yine de yıllardır, özellikle kendimden yaşlı her binayla karşılaştığımda "Acaba bu binalar, ilk sahipleriyle birlikte yaşarken daha mı farklıydılar?" sorusunu sormadan, "Günlerin Köpüğü"nde sahibiyle birlikte solan evi anımsamadan edemem.

Son günlerde Başbakanlık binasının yanından her geçişimde ister istemez aynı düşünceler içine sürükleniyorum. "Günlerin Köpüğü"ndeki o düşsel dünyanın gerçekleştiğine inanmak zorunda kalıyorum.

Başbakanlık binasının günden güne rengini kaybedip karardığını, yaşamdan ve insandan koparıldıkça büzülüp küçüldüğünü fark ettikçe içim gidiyor. Doğruymuş diyorum, doğruymuş. Demek binaların hayatiyeti de içinde yaşayan insanların ruhsal durumlarına bağlıymış!

Başbakanlık binası her zaman insanların önünden gelip geçebildiği, zaman zaman Başbakanı, bakanları yakından görebildiği bir yerdi. Kızının elinden tutmuş Güvenpark’a giden bir anneyi, Yargıtay’dan çıkmış bir yargıcı, Bayındırlık’ın memurlarını oradan geçerken görmek mümkündü. Her yaştan vatan evladı için o binanın diğer bakanlık binalarından farkı yoktu. 12 Eylül döneminde bile böyle olmuştu.

Bir daktilo ile başladı değişim. Ahmet Çakmak adlı esnafın Başbakan Ecevit’e fırlattığı daktilo, etten değil neredeyse soğuk namlulardan örülen "güvenlik duvarını" yükseltti. Başbakanlık önüne barikatlar kondu, insanların oradan geçmesi yasaklandı.

Protesto dalgası o denli güçlüydü ki, barikatlara "buğday yüklü bir kamyon" yanaştı. "Ecevit’e hediye getirdim" dedi kamyon şoförü. Yaka paça karakola götürüldü, Başbakanı koruyan silah sayısı artırıldı. İyice girilmez bir yer olup çıktı bina.

32 yaşındaki bir tekstil işçisi çıktı ortaya bu kez. Ön kapıya yaklaşamayınca arka kapıya gitti, kendini oraya zincirledi. "Battım öldüm, ben namuslu bir vatandaşım" diye bağırdı. Polisler ağzını kapatıp onu da karakola götürdüler.

"Güvenlik duvarı"nın dozu biraz daha arttı. Vekâletler Caddesi de trafiğe kapatıldı. Öyle ki, Başbakanlık binasının ne önünden, ne arkasından, ne yanından geçilemez oldu.

Yine de Başbakanlığı hedef alan protestolar bitmek bilmedi. Yan caddeden geçen bir vatandaş simit fırlattı, bir başkası benzinle kendini yakmaya çalıştı. Hedefine yaklaşamayan başka bir protestocu da çareyi, birkaç yüz metre ilerde, Kızılay’da arabasını yakmakta buldu.

Televizyoncular oraya koşup sordular. "Neden arabanızı yaktınız?" Bilgece bir yanıt verdi borç harç içinde kalmış protestocu.

- Halimizi Başbakana anlatmak istedik, yaklaşamadık. Bari arabamızı yakalım da derdimizi dumanla anlatalım dedik...

Öyle ya, protestolardan korktuğu için ortalığa çıkıp halkın içinde gezemeyen bir Başbakan, üstüne üstlük bir de Başbakanlık binasının etrafına aşılmaz zırhlar çevirtip arkasına gizlenmiş. Dahası, sadece Başbakan değil, bakanları da kendi insanlarıyla yüzleşmekten köşe bucak kaçar olmuş.

Başbakanlık binası yaşayan bir mekân olmaktan çıkmış. Sıvaları ölgün bir renge bürünmüş, pencerelerin pervazları kararmış. Loş koridorlarda, oraya buraya koşuşturan bürokratlardan, hatta iş takibi yapmaya gelenlerden bile eser kalmamış. Tükenmişliğin nemli, ağır kokusu kaplamış her yanı. "Güneş binanın üzerinde oynaşmıyor" artık.

"Günlerin Köpüğü"nde de Colin, sevgilisinin hastalığının giderek arttığını, sonunun yaklaştığını bir türlü kabullenememişti. Birlikte yaşadıkları evdeki değişimi de görmezden geliyordu.

"Odanın boyutları oldukça küçülmüştü. Halıysa öteki odalardaki halıların tersine kalınlaşmıştı, bu yüzden yatak, şimdi, saten perdeli küçük bir girintide bulunuyordu. Büyük camekân, tuğlaların uzaması sonucunda, dört küçük kare pencereye bölünmüştü. İçerde biraz gri, ama temiz bir aydınlık vardı ve oda sıcaktı.

Yemek odası artık girilmez hale gelmişti. Tavan hemen hemen tabana varmıştı ve nemli boşlukta gelişen yarı-bitkisel, yarı-madensel uzantılar onları birbirine bağlıyordu. Koridorun kapısı açılmaz olmuştu. Yalnız girişten Chole’nin odasına kadar, dar bir geçit kalmıştı. "

Colin, sevgilisine yaşam enerjisi vermesi için her gün yeni "nilüfer"ler satın alıyordu. Ama beş parasızdı. Her bulduğu işte çalışıyordu. Belediyede iş bulunca çok sevindi. İyi para veriyorlardı.

İşi buydu Colin’in. Bunun için para alıyordu. Sabahtan eline bir liste veriyorlar, kapı kapı dolaşıp, o adreslerde yaşayanların başlarına gelecek felaketleri bir gün önceden haber veriyordu. Kara şapkasını görenler hemen tanıyor, kötü davranıyorlardı. Her gün fakir, zengin bir sürü mahalleyi dolaşıyordu.

Bir sabah yine listeyi eline aldı. Listenin üstünde ziyaret edilecek kişinin yerinde kendi adının olduğunu gördü. "Fırlattı attı şapkasını bunu okuyunca ve sokakta yürümeye başladı. Yüreği sanki kurşun dolmuş gibi ağırdı ve artık biliyordu yarın ölmüş olacağını Chloe’nin."

Birilerinin eline kâğıt tutuşturmasına gerek kalmadan Ecevit de "siyasi ömrünün tükendiğini" anlasa. Görse o binanın içler acısı halini...

Faruk Bildirici / Tempo / 18-24 Ekim 2001