DOKUNULAMAYAN KAPILARA SIKIŞMIŞ İNSANLIKLAR

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 52

DOKUNULAMAYAN KAPILARA SIKIŞMIŞ İNSANLIKLAR

Eğer genel müdür, müsteşar, bakan gibilerinden "devlet büyüğü" değilseniz dikkat edin. Yolunuz Ankara’ya düşer de, bir kamu kuruluşuna gitmek zorunda kalırsanız sakın ilk gördüğünüz kapıdan içeri dalmaya kalkmayın.

Hele kırmızı halılarla süslenmiş, heybetli bir kapının önündeyseniz hiç denemeyin. Emin olun o kapı sizin geçmeniz için yapılmamıştır. Siz gidin binanın yanında, arkasında, karanlık köşelerine saklanmış kapıyı arayın kendinize.

Yine de zorlar da kırmızı halının kenarından yürüyüp sızmaya kalkarsanız görevliyi bulursunuz karşınızda. "Yasak" der, "Yasak." Nedenini sorarsanız, dudaklarını konuşma güçlüğü çekercesine güçlükle aralar, mırıldanır:

- Bu kapı protokol kapısı. Bakan bey için...

Bir de garip garip bakar size. "Allah Allah bu adam uzaydan mı geldi?". Kavrayamaz sizin neden o kapıdan geçmeye "hakkınız olmadığını" anlamadığınızı!

Ona göre "devlet büyüklerinin vatandaşların geçtiği kapıdan geçmemeleri" son derece doğaldır. "Protokol kapısı" sıradan mı sıradan bir uygulamadır! Haksız da değildir.

Belki devlet dairelerine sık gidip gelen biri değilseniz bilemezsiniz ama Ankara’da her binanın iki kapısı vardır. Bir "protokol kapısı", bir de "halk kapısı." Başka bir deyişle "şeref kapısı" ve "avam kapısı."

En görkemli "protokol kapısı" Cumhurbaşkanlığı’na aittir; Demirel, görev süresinin sonuna doğru epeyce milyar harcayıp, kırmızı Ankara taşı (andezit) ile bezeli, saray kapılarını andıran bir bahçe kapısı yaptırdı. Belki yedi yıl daha köşkte kalıp, bu kapıyı kullanabileceğini sanıyordu ama şansı yaver gitmedi.

Namı diğer "1 Numaralı kapı", artık sadece Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve öbür devlet büyükleri geçerken açılıp kapanır oldu. Bu kapının diğer adı, "1 Numaralı kapı"dır, Cumhurbaşkanlığı çalışanları ve diğer ziyaretçiler, öbür numaralı kapılardan geçerler.

TBMM’nin, insanı baskılayan, ezen bir yapı ortaya çıkarmayı başaran Alman mimarı, aynı anlayışı "tören kapısı" konusunda da ustalıkla sergilemiştir. Uzun merdivenleri tırmanarak ulaşılan, prinç kaplı sapsarı ve geniş kanatları olan, en uzun boylu insandan beş kat daha uzun kapılar yapmıştır. Zamanla "Protokol kapısı"na dönüşen bu kapılar, Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Başbakan, bakanlar ve genel başkanlar için açılır sadece. Milletvekilleri ve meclis çalışanları, binanın dört ucuna yerleştirilmiş döner kapıları kullanırlar.

Başbakanlığın protokol kapısı da devasa büyüklüklerde olmasa da TBMM’nin heybetli kapılarıyla aynı mimari özellikleri taşır. Önünde merdivenler vardır ve kapının kanatlarının ön yüzü yine sarı prinçle kaplıdır.

Başbakan, her gün televizyonlardan izlendiği gibi o merdivenleri ağır ağır tırmanır, iki yanında iki polisin nöbet tuttuğu kapıdan kırmızı halıyı izleyerek geçer.

Bakanlık binalarında da bakanlar, müsteşarlar, genel müdürler, binanın önündeki nispeten daha büyük, gösterişli kapılardan girerler. Memurlar ve vatandaşların giriş çıkması için ise yanda ya da arkada küçük kapılar ayrılmıştır.

Aynı düzen, irili ufaklı bütün kamu binalarında geçerlidir. Hatta kimi bakanlar, kimi genel müdürler bu uygulamayı daha ileri boyutlara taşımış, kendilerine özel asansörler bile ayırmışlardır. Kırmızı ışıkta olduğu gibi asansör önünde de beklemek istemezler. Memur asansörleri tıkış tıkış insanlarla iner çıkar, bakan asansörü ise gün boyu bakanın yolunu gözler.

Memurlarla aynı kapıdan girip çıkmayan, aynı asansöre binmeyen devlet adamlarının ataları, bir zamanlar Amerika’da siyah-beyaz ayrımı uygulayan ırkçı beyazlar olsa gerek. Malum siyahlarla beyazlar otobüslerde ayrı yerlere oturur, ayrı semtlerde yaşar, aynı mekânlarda birlikte olamazlardı. Zenciler, "aşağı ırk" kabul ediliyordu.

Elbette bugün devlet dairelerindeki "Yasak, yandaki kapıdan gir" diyen protokol kapısı görevlilerinin, eski Amerika’daki siyah-beyaz ayrımını gözeten polislerden farkı yok. Ülkeler farklı, yüzyıl farklı ama her ikisinde de geçerli olan mantık aynı.

Güvenlik gibi uyduruk gerekçeler, bu uygulamayı açıklamaya yetmez. Memurlarına farklı kapı, farklı asansör layık gören devlet adamlarının bu davranışının gerisinde yatan neden, kendilerini o insanlardan üstün görmelerinden başka bir şey olmasa gerek.

Maalesef kendilerine mahsus özel kapılardan girip çıkan devlet adamlarımız, kendi seçmenini, kendi memurunu, dahası kendi insanını aşağılıyorlar. İnsanları, "kullar" olarak görüyorlar.

Mazinin Osmanlısını hayırla yadeden kuşaktan oldukları için "batık imparatorluğun" devlet ve kul ayrımını, yüzlerce yıl sonrasına taşımaya çalışıyorlar.

Devlet ve kul ayrımı Osmanlı’da geçerliydi. Doğal olarak padişahın girip çıktığı kapı, kullarının kullandığı kapılardan farklıydı. Osmanlı’nın, İstanbul’un fethinden hemen sonra inşa ettiği Topkapı sarayında padişah, "Bab-ü Hümayun"dan (Saltanat Kapısı) girip çıkardı. "Bab-ü Hümayun", ağaçlı bir yolla "Bab-üs Selam"a bağlanırdı; bu yol ve kapılar sultanların sefere gidiş-dönüşleri, cuma selamları gibi günlerde ihtişamlı törenlere sahne olurdu. İç sarayın cümle kapısı olan "Bas-üs Selam" kapalı tutulur, kapının arkasına izinsiz geçmek en büyük hukuk ihlali sayılırdı. Sarayın öbür kapılarını kimlerin kullanacağı da sıkı kurallara bağlanmıştı.

Hanedanın hükümranlığına son veren Cumhuriyet, bu saray geleneğini de devam ettirmedi. Daha sonra çok partili dönemde de devlet dairelerinde, bakanlıklarda, devlet büyüklerinin geçişi için özel kapılar yayılmadı.

Ne 1960’larda, ne de 1970’lerde kamu binalarında "protokol kapıları"na rastlanmıyordu. Fakat ne zaman ki, 12 Eylül 1980 askeri darbesi oldu. Demokrasiyle bağdaşmayan bu saray geleneği, o zamandan itibaren yeniden yaşamımıza girdi. 1980 sonrasında da halktan kopuk politikacılar eliyle sinsice yayıldı ve zamanla bütün kamu binalarına hâkim oldu.

Dahası devletle sınırlı kalmadı, özel sektör de bu yanlışı örnek aldı. Lafa gelince, "Her kötülüğün başı Ankara", "Türkiye’nin gelişmesini engelleyen, batıran hep Ankara" bayrağını dalgalandıran İstanbul cenahı da kendi binalarında "iki farklı kapı" uygulamasını benimsedi.

Gidin bakın özel sektörün temsilcisi kuruluşlardan biri olan İstanbul Ticaret Odası binasına. Oda çalışanları ve üyelerinin kapısı yan tarafta. Oda başkan ve yöneticilerinin girip çıktığı kapı, binanın ön tarafında. Üstelik denize nazır. Orada da bir görevli, ziyaretçilere -memurlar zaten durum alışmış- "Yasak, buradan giremezsiniz, arkadaki kapıya gidin" demekle meşgul.

Özel sektörün o çok eleştirdiği devletten farkı da bu kadar işte. Ankara’da da yönetici sınıfından olmayan insanların "dokunamadığı" kapılar var, İstanbul’da da.

Oysa kapıların dokunulabilir olması gerekir, "dokunmak" yaşamın bizzat kendisidir. Tuğrul Tanyol, "Büyü bitti" adlı şiir kitabında "dokununca açılan kapılar"dan sözediyordu:

"Yapraklar ağacı gizler/ Sen içimdekini göremezsin/ Ancak dokununca açılır bir kapı/ Dokunmak onun için önemlidir"

Eğer dokunamıyorsanız kapılara, bilin ki insanlık sıkışmıştır arasına...

Faruk Bildirici / Tempo / 29 Kasım-5 Aralık 2001