ZEYNEP ALTIOK AKATLI

...

O GECE SİVAS’TA YARALILARA MÜDAHALE EDEN DOKTORLARA BASKI YAPIYORLARDI

Zeynep Altıok Akatlı’nın babası, Sivas katliamında öldürülen şair Metin Altıok. Annesi ise yazar, felsefeci ve eleştirmen Füsun Akatlı. Anne ve babasından sadece soyadlarını değil yazarlığı da devralmış. Denemeler yazıyor ama "Sizin babanız yandı mı?" diye sormaktan da hiç vazgeçmiyor. Üniversitedeki işinden atılsa, çağrıldığı Meclis’te AKP’li milletvekillerinin hışmına uğrasa da yılmıyor. Şimdi mücadelesine siyasetçi olarak devam edecek. O artık CHP İstanbul İl Yönetim Kurulu üyesi.

O GECE: BABAMI ÖLENLERİN ARASINDAN BULUP ÇIKARMIŞLAR

Babamın Sivas’a gittiğini bilmiyordum, çünkü o Ankara’daydı; ben İstanbul’da annemle yaşıyordum. Annem Şehir Tiyatrolarında başdramaturg olarak görev yapıyordu ve o gece bir gala vardı, o yüzden geç döndük eve. İlerleyen saatlerde annemi, Orhan Alkaya aradı. "Sivas’ta olaylar oldu, Metin’in de ismi geçiyor" diye. Hemen televizyonun başına oturduk, mıhlandık daha doğrusu. İsimler alt yazıdan geçiyordu ama babamla bir bilgi yoktu. Sabaha karşı üç gibi bir telefon geldi. "Metin Altıok’un yakını mısınız?" dedi, "Kızıyım" dedim. Genç bir doktordu arayan. İsmini vermek istemedi, hayatından endişe ediyordu, tehdit alıyorlardı. Müdahale edene baskı yapıyor, mimliyorlardı. Özellikle kökten dinci hasta bakıcılar, hiç ilgilenmiyorlarmış. Hatta telefon eden asistan doktor ve 2-3 arkadaşı, bir gün önce babamı dinlemişler panelde. Hani öldü diye atılanların arasında görünce tanımışlar. Bakıyorlar sıfır nabız ama yaşam belirtisi var, gizlice dâhiliye servisine kaçırıyorlar. Hani filmlerde "Bir dost" derler ya öyle bir telefon, "Metin Altıok yaşıyor, Cumhuriyet Hastanesinde, haberiniz olsun" dedi, ismini vermeden kapadı. Hiç değilse öğrenmiş olduk. Sonra halam gitti, eşi gitti, beni yollamadılar. Eksik olmasın, bizimle gerçekten ilgilenen tek siyasi isim Fikri Sağlar’dı. Bir helikopter tahsis edildi, Ankara’ya nakledildi. İşte 5. gün getirildi, iki gün GATA’da kaldı ama maalesef kurtarılamadı. 9 Temmuz’da kaybettik. Bilinci hiç gelmedi, hiç konuşamadı.

ORGANİZASYON: ŞERİATÇI ZİHNİYETİ YOK SAYMAK KOLAYCILIK

Bu olayda bir siyasi ideolojinin, şeriat isteyen kökten dincilerin kalkışması olduğunu inkâr edemeyiz. Yerel İslami gazeteler, kimi İslam örgütler önceden hazırlanmışlar. 31 Mayıs’ta dağıtılan bir bildiri var, dava dosyalarına bile girmemiş ama şimdi Orhan Tüleylioğlu’nun hazırladığı "Yüreklerimiz Hâlâ Yangın Yeri" kitabında yer alıyor. Pir Sultan Abdal kültür şenliğine ve Alevilere karşı tertip hazırlanmış. Aziz Nesin’e karşı öfke de Salman Rüşdü’nün kitabıyla ilgili sözleri ve kimliğiyle ilgili. Aziz Nesin, babam ve diğerleri orada konuşuyorlar, fakat saldıranlar o paneli dinlemiyor ki! Yani dinleyip de tahrik olmaları söz konusu olamaz. Olayın diğer yönü ise yerel gazetelerde kampanya açılmasına rağmen kimsenin öngörememesi ve olay esnasında itfaiye ve polisin müdahale etmemesi. Demek ki derin devlet dediğimiz yere bakmak gerek. O organizasyonu soruşturmazsak ucunu bulamayız. Polis kayıtlarına geçmiş 15 bin kişi var; yargıya taşınan ise 157 "eylemci", yani tetikçi. Ama hiç azmettirici, örgütçü aranmadı, hiç soruşturulmadı! İlk günden itibaren ihmal söz konusu. "Gazanız mübarek olsun" diyen bir Belediye Başkanı var, sorgulanmıyor bile. Şeriatçı zihniyeti yok sayıp "İşte PKK yaptı, onun da ucu Ergenekon" demek kolaycılıktır, hainliktir. Kim olursa olsun, dönemin başbakanı, başbakan yardımcısı, iktidar ortağı sol parti ayırt edilmeden, herkes soruşturulsun.

MECLİS: BEN NİYE PROVOKE OLUP SALDIRMIYORUM?

Meclis Komisyonu beni ve Başbağlar katliamı mağdurlarını çağırmıştı. Bu iyi bir şey, Başbağlar, Sivas’tan üç gün sonra olduğu için bunu bir intikam katliamı olarak görenler var. Twitter’da Sivas’la ilgili bir şey yazdığımda hemen Başbağlar’ı söylemiyorsun diye üzerime geliyorlar. Bu abesle iştigal, çünkü benim babam Sivas’ta öldü, ben kendi davamın peşindeyim. Hatta çok daha öznel davranmama gayretindeyim. O yüzden Toplumsal Bellek Platformunun içindeyim. 28 aile var bu platformda. Sabahattin Ali’den Hrant Dink cinayetine kadar sembol olmuş isimler. Faili meçhul bırakılmış siyasi cinayet ve katliamların aydınlatılması için komisyon kurulması en net talebimiz. İnsanlık suçu, zaman aşımı ve devlet sırrı kavramlarının uluslararası standartlar ve insan haklarına uygun şekilde düzenlenmesini istiyoruz. Fakat Meclis’te o gün Mehmet Metiner, "Siz Temel Karamollaoğlu’nu, suçsuz bir insanı suçluyorsunuz. Siz AKP’ye karşı önyargılısınız" dedi. Ben de söyledim; hayır, tüm partilere eşit mesafedeyim. Ama partilerin hepsi bize el uzattı, bir tek AKP’den el uzatılmadı. Hem mağduriyeti sebebiyle dinlemeye çağırdığınız bir insanın fikrini, algısını değiştirmek için savunmaya geçmek, bana iyi gelmiyor. "Hiç, Aziz Nesin konuşmasaydı da babam ölmeseydi, dediniz mi?" diye soran Oya Eronat’ın psikolojisini bilemiyorum ama orada provokasyon diyerek bir aklama çabası söz konusuydu. İşte din hassas bir duygudur, insanları provoke ederseniz böyle olur! Hayır efendim, herkesin hassasiyeti olabilir. Benim canımı aldılar, ben niye provoke olup bir yerlere saldırmıyorum? Körü körüne din hassasiyeti dediğinizde onun adı kökten dincilik. Mehmet Bey, "Buraya mağdur sıfatıyla geldiniz, siyaseti bırakın siyasetçiler yapsın" dedi. Eğer işin hukuki boyutu dinlenmek istense avukatım davet edilirdi. Beni çağırdıklarına göre benim görüşlerimi dinlemek istediler. "Benim siyasetten bağımsız düşüncem olması mümkün değil, çünkü siyasi ideoloji sebepli bir katliam ve üstüne yaşanan hukuksuzlar sürecinin de her bir ucu bir siyasi dengeye değiyor" cevabını verdim. Ben bir partiye dönük bir ithamda bulunmuyorum. Oradaki şeriatçı kalkışmaya dikkat çekmemden biraz rahatsızlar anlaşılan.

MÜZE: SS SUBAYLARI VE YAKTIKLARI YANYANA OLAMAZ

Madımak’ta açılan müze ile ilgili valiliğe dilekçe verdik. Bütün aileler, hepimiz oradan katillerin isimlerin kaldırılmasını istedik. Valilik reddetti, insanlık çerçevesinden bakıyorlarmış. Evet ama bu mantık, Auschwitz’de gaz odasında öldürülenlerin yanlarına SS subaylarının isimlerini yazmakla aynı. Sadece plaket de değil, Bilim ve kültür merkezi deniyor, içeride Keloğlan, Pamuk Prenses resimleri var. Bir kere, niye bilim ve kültür merkezi? Onlar orada bilim icra ederken ölmediler. Benim içime sindirebileceğim, hazmedeceğim bir çözüm yok orada. Orası insanlık suçlarına karşı bir utanç müzesi olmalı. 19 yıldır bunu anlatmaya çalışıyoruz. İktidar maalesef Deniz Feneri ve Sivas’la ilgili hiçbir şey duymaktan hoşlanmıyor. Başbakanın "Hayırlı olsun, hapistekilerin de çocukları var" sözlerini hoyrat buluyorum. Sadece bizim hikâyemizle ilgili değil, bu ülkedeki katliamların hiçbirinin gerçek failleri ortaya çıkarılmamış. Uludere gibi yepyeni, taptaze korkunç bir gerçeğimiz var. Şu süt meselesi bile bir katliam aslında gerçekten, ucundan kurtarılmış bir katliam! İşte sormak lazım, o çocuklar hiç düşündüler mi ya bu sütü içmeseydim zehirlenmezdim diye. Oya Hanım onlara da sorabilir yakında böyle bir soru.

BABAM: RESİMLER, ÇİÇEKLER GÖNDERİRDİ UZAKLARDAN

Ben 10 yaşındayken annemle babam ayrıldılar. Babam Ankara’dan kalkıp Bingöl’e gitti. Tayini çıktı felsefe öğretmeni olarak. Gitti, yani yaşam kavgası. 2-3 sene sonra YÖK sebebiyle Hacettepe’den istifa ettiği zaman biz de 1983’te annemle İstanbul’a geldik. Babam Bingöl’deyken geldikçe görüşebiliyorduk. Onun da maddi sebepler ya da çeşitli sebeplerle çok sık olamıyordu gidip gelebilmesi. İşte o yüzden hep mektuplar üzerinden devam etti ilişkimiz. Pullar gönderir pul koleksiyonu yap derdi. Bingöl dağlarından işte akşam sefaları, o yörenin otları bitkileri, onları kurutur, jelatinlere sarar, çiçek koleksiyonu gibi böyle onları gönderir. İşte sincap postu, tilki fotoğrafı gönderir. "Elim eline yakın, dağları aşar gelir" yazar ve dağların üzerine el çizer yollardı, daima kendisini yanımda hissettirmeyi bilirdi. Babam o coğrafyayı çok sevdi. Hatta bir söyleşisinde, "Doğu benim ikinci üniversitem oldu. Burada çok şey öğrendim" diyor. Ama orada da yakasını bırakmadılar, Genç kazasına sürdüler mesela. Aslında iki yıldan sonra birinci ya da ikinci derece yerlere tayininiz çıkması gerekirken babam sekiz yıl Bingöl’de kalıyor. Oradan Karaman İmam Hatip Lisesine tayin ettiler. Doğu’nun insanı da babamı çok sevdi. Ondaki insan yanı gördüler. Mizah duygusu hiç eksik olmazdı bizim sofralarımızda. Saklambaç oynarken onu bulamadığım zaman "Hundaradiguuu" diye ses çıkarırdı. Çok eğlenirdik.

İŞTEN ÇIKARILMA: SÜREÇ PROVOKE EDİLMESİN DİYE ÇALIŞTIM

Annem Doğuş Üniversitesi’nde İletişim Bölümü Başkanıydı. Orada işe başlama sürecim, annemin anısına sempozyum düzenlenmesi ve bir ödül ihdas edilmesi çalışmaları sırasında oldu. Önceden de beni tanıyor, Metin Altıok ödülünü nasıl yürüttüğümü, duruşumu biliyorlardı. Beş ay kadar çalıştım. "Sizin Hiç Babanız Yandı mı? " yazısından sonra açık ve net bir uyarı aldım. "Mücadelenize saygı duyuyoruz ama siyasi içerikli açıklamalar yapmayın" dendi. Ben de kurum adına konuşmadığımı, bunun kişisel hukuk arayışım olduğunu söyledim. O uyarıyı aldım, izne çıkıyordum tam. Yakalanamayan bir numaralı sanık Cafer Erçakmak, Sivas’taki evinde öldü. Nasıl açıklama yapmayacaksınız? Böyle bir tatsızlık oldu. İfade özgürlüğünü sahiplenmesi gereken üniversitelerin ciddi bir baskı gördüğünün bilinmesini istediğim için açıkladım olanları. Yoksa bakın Doğuş Üniversitesi bana ne yaptı, işten atıldım, tüh, vah gibi bir çabam yoktu. Onlar da yalan söylediğimi ima eden bir basın açıklaması yaptılar. Karşılıklı mutabakat ile yollarımızı ayırdık dediler. Oysa elimde sözleşme fesih belgesi var. Kimse üniversiteye karşı ajitasyona girişmesin diye o süreci yönetmek de bana düştü. Gerçi Alevi kardeşlerimiz her zaman sağduyuludur. "Din hassastır, Aziz Nesin provoke etmiş Sivas katliamı olmuştur" diyenler, Alevilerin niye bugüne kadar provoke olup hiçbir katliam yapmadıklarını da düşünsünler. Onlar niye provoke olmuyorlar da neden sadece belli dini görüş, daima provoke oluyor? Füsun Akatlı ödülü üniversitede devam edemez bundan sonra. Annemin bütün eserlerini Kırmızı Kedi Yayınevine verdim, bütün eserlerini yediden yayınlayacaklar. Ödülü de orada devam ettireceğiz inşallah.

DOSTLARIM: FAZIL BU TOPRAKLARDAN KOPAMAZ

Fazıl ile annelerimiz, babalarımız arkadaş. Biz de neredeyse 2 yaşından beri arkadaşız. Fazıl hakiki bir dosttur. Özel yetenekli insanlar daha kapalıdırlar. Fazıl öyle değil çok açık ve biriktiren, her şeyi yüreğinde hisseden ve tepkisini de açıkça dile getiren bir sanatçı bence. Fazıl, babamı elbet tanıyor, kucağında oturduğu, bıyığını çektiği bir adam babam. Ama oratoryo bestelenmesi, Metin Altıok’un şair kimliğinden etkilenmesinden dolayı. Fazıl’ın önemli eserlerinden biri o oratoryo, ama sadece bir kez seslendirilebildi. (İKSV’de demesek daha iyi kurum değil de fetival bünyesindeydi. Uzun uzun anmatmak gerekir) Bir dolu olay yaşadık, oratoryo dönemin kültür bakanı tarafından sansürlendi. Twitter, Facebook gibi mecralarda herkes her istediğini söylüyor. Fazıl söyleyince provoke ediyorlar, basın abartıyor. Fazıl, bence şu an çok kırıldı, haklıdır da. Tabii nefret mesajı kadar da sevgi mesajı da geliyor. Nefret öyle bir şey ki, bir sanatçıyı daha da çok hırpalayabiliyor. O yüzden Fazıl’ın gitmesi nefes almak içindir, kalıcı bir gidiş olacağını hiç düşünmüyorum onu tanıyan birisi olarak. Bir kere Fazıl bedenen gidip başka bir ülkeye yerleşse bile, onun eserleri bu topraktan çıkıyor. Fazıl’a genellikle elitist klasik müzik sanatçısı diye bakıyorlar. Konsere gelip dinleseler kanunu, neyi, darbukayı bir klasik müzik eserinde nasıl yorumlandığını, Aşık Veysel’in, Metin Altıok’un, Nâzım’ın, onun eserinde nasıl buluştuğunu idrak edebilirler. İşte hayat birçok şansızlık ve kötülükle dolu ama en büyük şansım, dostlarım. İnsanlardan yana yüzüm hep güldü. Onlarla birlikte olmayı seviyorum. 2 Temmuz’ları böyle matem gibi geçirmeyi de istemiyorum. Hani bir de o babanın kaybını, o acıyı içinizde hep taşıyorsunuz. Zaten 15 günde bir şey patlıyor; 19 yıldır acılar da çok taze kalıyor. Bir güne indirgenebilen bir anma olmasın istiyorsunuz. O yüzden hani böyle 2 Temmuz’un benim için çok sembolik bir matem havası yok. Tercihan babam için kadeh kaldırmayı isterim, onu yapıyoruz. Geçen yıl Fazıl da Türkiye’deydi dostlarla oturduk, güzel rakımızı içtik. O burada değilse yine dostlarımla birlikte oluyorum, öyle geçiyor.

İKİ SOYADI: ANNEM ÖLÜNCE ONUN SOYADINI DA ALDIM

Annesi ve babası için ödüller düzenlenen bir insan olmak büyük onur. Babamın adına ödül konmasını çok istemiştim, en büyük hayalimdi. Metin Altıok ödülünün beşincisini veriyoruz bu yıl. 2 Haziran’da törenimiz var Süreyya Operası"nda. Fazıl Say bir eser besteledi; bir Behçet Aysan, bir Metin Altıok, bir de Aziz Nesin’in "Sivas acısı" şiirinden oluşuyor. Bu "Ses Opus 40" adında yepyeni bir eser. Bir oda operası diyebiliriz, üç sopranodan oluşan bir solistler grubu var. Güzel bir eser, onunla vereceğiz ödülümüzü. Tozan Alkan ödülü aldı bu sene; hem Behçet Aysan’ı, hem Metin Altıok ödülünü. Aynı kitapla iki ödülü alması anlamlı bir buluşma oldu. Metin Altıok ve Füsun Akatlı, ikisi de ürettikleriyle toplumda yer bulmuş isimler. Altıok deyince herkes tanıyıp soruyor. Geçenlerde yönetici olduğum için apartmanın su işini yapmak için İSKİ’ye gittim. Sırada bekliyorum, elimde de nüfus cüzdanım. Önümdeki bey dedi ki, "Siz Metin Altıok’un kızı mısınız?" Oluyor işte, çok başıma geldi. Pasaport kontrolünde iki kez aynı hanıma denk geldim galiba. "Aaa Metin Altıok’un kızı mısınız?" dedi, çok sevindi. Çok da mutlu oluyorum. Demek soyadı tanımlayıcı bir şey. Neden Füsun Akatlı öldükten, bu dünyadan göçtükten sonra onun soyadı da çocuğuyla yaşamasın? Onun da en doğal hakkı. Ben onların mirasıysam ve Altıok soyadı Metin Altıok’u sembolize ediyorsa, Füsun Akatlı’nın da yaşaması lazım. Üstelik annemle de çok yakın bir ilişkim vardı. Dostluktu bizimki. O yüzden annemi kaybettikten sonra annemin soyadı Akatlı’yı da yazılarımda kullanmaya başladım. Resmiyete dökülmedi ama ona da girişebilirim niye olmasın?

YAZARLIK: YENİ KİTAP BABAMIN MEKTUPLARI

Ben kendini yazıyla iyi ifade eden bir insanım, bir şeye dertlenince yazarım. Yazıyla küçük yaştan beri içli-dışlıyım, hani okuyarak yazarak büyüdüm. Yazıya yatkınlığım vardı, yazılarımı beğeniyorlardı. Ama öyle yazarlığa kalkışmamıştım. Özellikle Nezihe Meriç rahmetli ve Leyla Erbil hep yazmamı ister, teşvik ederlerdi. İlk yazılarım ister istemez 2 Temmuz sebebiyle hep babam ve Sivas için oldu. Böyle katır kutur hak arayan yazılar olmasın diye şiirle, edebiyat alıntıları ve duygusal bağlarla bir deneme gibi yazıyordum. Annemin izinden gidiyordum yani. Sonra Milliyet Sanat’ta portreler yazdım 1 yıl boyunca. O portreler de bir araya gelip "Yıldız İzi" adıyla kitap oldu. Babam için de "Gölgesi Yıldız Dolu" adıyla bir armağan kitap hazırladım. İlk kitabım o aslında. Onu farklı şekilde kurdum; yaşamına tanıklık etmiş isimlerin yazılarını kronolojik olarak okuduğunuzda bir hayat önünüze çıksın istedim. Kafamda yeni bir proje var. Çocukken Antonio Gramsci’nin "Çocuklarına Mektuplar" diye hapisten çocuklarına yazdığı mektupları içeren kitabını okuyup çok etkilenmiştim. Hâlâ birkaç yılda bir tekrar okurum. Babamın da mektupları var, 10 yaşındayken işte o Bingöl’den bana yazdığı mektuplar. Onları derleyip kitap haline getirmek istiyorum; sırada o var. Bir de "Metin Altıok şarkıları" albümü çıkaracağız inşallah. En bilinen Sezen Aksu’nun Kavaklar’ı gibi hâlihazırda bir 15 şarkı var zaten. Fazıl’ın şarkıları da var. Çiğdem Erken üç şarkı bestelemişti ikinci yıl Metin Altıok Şiir Ödülü için. Onları bir albümde toplamak istiyorum. Her sanatçı kendi söyleyecek. Önümüzdeki günlerde onunla ilgili görüşmelerim olacak.

ÇOCUKLUK: ANSİKLOPEDİYE BAKMAZ BİLGE ABİYE SORARDIM

Çocukluğumda etrafımda çok yazar, şair, ressam, felsefeci vardı. Nezihe Meriç, Bilge Karasu, Turgut Uyar, Ruhi Su, Abidin Dino ve daha birçok isim. Zaten "Yıldız İzi" kitabım o. Herkes bir anlamda biriktirdikleriyle var. Ne aldınız, size ne verildi ve siz onu nasıl şekillendirdiniz kendinizde? Sizi büyüten insanların size verdikleri var, onların eserlerini okumasanız da o adam işte Abidin Dino, o adam Ruhi Su. Çok şanslı bir çocuktum tabii. O insanları tanıyıp onlardan alıyorsunuz, sonra onların eserlerini okuduğunuzda önünüze bir başka pencere açılıyor, o tanıdığınız insanın bir başka yönünü buluyorsunuz. Ne bileyim eserini çocukken anlamıyorsun, büyüyorsun aaa şunu yapmış diyorsun. Çocuk Zeynep’in gördükleri ve yaşadıklarıyla bugünkü kimliğini onların sayesinde edinmiş olan büyük Zeynep’in baktığı iki ekseninin ifadesi o portreler. Toplamını okuyan Zeynep Altıok kimdir’i çok iyi anlar diye düşünüyorum. Çünkü sadece çocukluğumda tanıdığım o insanları anlatmadım. Nelere hassasiyet gösterdiğimi, neleri nasıl öğrendiğimi, orada neyi değerli bulduğumu, anıları paylaşırken mesaj iletme kaygım da var. O güzel atlara binip gidenlerin yerine başka güzel atlılar mı geldi sorusunu getiriyor kitap. O idealist insanlar bugün çok azaldılar ne yazık ki. O yokluğu dile getiriyorum. Bilge Karasu müthiş bir insandı, hakikaten ben hafızasına da hayranlık duyuyorum. Bilge abi kadar olamaz ama annem de öyledir. Diyelim ki 25 sene önce okumuş Dostoyevski’yi, ana karakteri, sözlerini hatırlar falan. Ben böyle mealen hatırlarım, replik hatırlamam. Mesela, birisi bana bir mısra bile söylese babamın şiirini tanırım. Ama ezberden oku deseniz babamın bir şiirini ezberden okuyamam, o başka bir yetenek. Her şeyi Bilge abiye sorardım. Üstelik de böyle hiç yanılmaz, tarih bilir, onu bilir bunu bilir. Ondan sonrası benim tembelliğim canım, git ansiklopediye bak çalış. Hayır daha kolayına geliyor, hoşuna gidiyor soruyorsunuz söylüyor, evet. Şimdi de annemi çok arıyorum. Bilge abiden sonra anneme sorardım. SMS ile sorardım uzaktayken bile. Tak diye cevabı gelirdi.

ANTROPOLOJİ: REKLAMCILIĞI SEVDİM HAREKETLİ BİR DÜNYA

Annemin babamın herhalde etkisi de var, sosyal antropoloji okumayı çok sevdiğim alan. İnsan kültürlerine her zaman ilgi duyduğum için cazip gelmişti. Sosyal antropoloji okudum, sonra reklamcı oldum. Uzun yıllar reklamcılık yaptım ama yine insanla ilgili bir iş yaptım. Yani çok da alakasız değil ama evet doğrudan sosyal antropoloji ile uğraşmadım. Annem, üniversiteden istifa ettikten sonra kısa bir süre metin yazarlığı yapmıştı. O dönem tanıştım reklam hayatıyla. Nesteren Davutoğlu annemin iş arkadaşıydı, onu kendime rol model almıştım. Çok zevkli bir dünya, çok hareketli. Müşteri ilişkileri grup yöneticisiydim. Annemin hastalığı sırasında işten ayrıldım, o süreci birlikte geçirebilmek, ona vakit yaratabilmek için. Çünkü reklamcılık çalışma saatleri açısından insanın çok vaktini alan bir meslek. Annem gidince o da biraz ağır geldi, hani biraz toparlanma süreci falan. Sonra iş hayatına döndüğümde işte kurumsal iletişim yöneticisi olmuştum Doğuş Üniversitesi’nde. Şimdi iş arayacağım tabii artık. Reklam dünyasına dönebilirim. Yine kurumsal iletişim yöneticiliği yapabilirim. En iyi bildiğim, en severek yaptığım iş bu. Bu arada kitaplar, yazılar devam edecek.

CHP YÖNETİMİ: YENİ CHP’YE KATKI VERMEK İSTEDİM

19 yıllık adalet mücadelesi, hak arayışı gibi bir süreçte ister istemez siyasetin de içinde buluyorsunuz kendinizi. Sadece kendi hak arayışımız için değil benzeri acılar yaşanmasın diye bir, bireysel sorumluluk duygusu ile elimden geldiğince mağdur olanların yanında olmaya çalıştım. Toplumda farkındalık yaratmak, öldürülen aydınlarımızın, yaşanan haksızlıkların unutulmaması için duyarlılık oluşturmak için çabalarken sivil toplum örgütleri ve siyasilerle yakın temaslarım, çalışmalarım oldu. İstanbul il yönetim kadrosu için Oğuz Kaan Salıcı’dan teklif aldığımda CHP’yi görmek istediğim yer için katkı sağlamak istedim. Salıcı, genç dinamik ve "Yeni CHP" için emek veren, demokratik sosyalist bir başkan. Ona bu yolda katkı vermek istedim. Babam "Aydın muhalif olmalı" derdi. Ancak muhalif olmak yapıcı katkı sunmadan her şeyi eleştirmek, yaftalamak, küçümsemek demek değil. Çalışacaksınız ki konuşmaya hakkınız olsun. Ailemin bana aşıladığı ideallerim, ülkem için hayallerim var. Özgür, ileri değil gerçek demokrasinin olduğu, adaletin gelişmiş ülkelerdeki gibi güven veren biçimde işlediği bir sistem için çabalamak, tüm mağdurların sesi olmak istiyorum. Umarım faydalı olurum.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 20 MAYIS 2012

© 2019 Faruk Bildirici - Medya Ombudsmanı. Tüm Hakları Saklıdır.