ZEKİ DEMİRKUBUZ

...

ANKARA SİNEMATOGRAFİK BİR KENT

Zeki Demirkubuz, özgün bir yönetmen. Filmlerinin senaryosunu da yazıyor, görüntü yönetmenliği ve kurgusunu da yapıyor. Filmlerinin her ayrıntısına hâkim olmak istiyor. Sırrı Süreyya Önder ile Engin Günaydın’ın rol aldığı yeni filmi “Yeraltı”nın senaryosu da kendisine ait. Bu filmi Ankara’da çekti. On yıl önce “İtiraf” filmini de Ankara’da çekmişti. Ankara’yı yeni keşfedenlerden değil.

HAYATIM: CEZAEVİNDEN SONRA İŞPORTACILIK YAPTIM

Hayatım çok serüvenli geçti. Ama büyük hayat dediğimiz zaman sanki ortada bir irade var ve bu irade ile bunları yaşadım gibi bir tablo çıkıyor. Ben gerçekçi bir adamımdır. Bunları yaşamayı ben istemedim, ben organize etmedim. Hayatın böyle düz ve nedensiz bir yanı var. Bunlar hiçbir zaman dinlenildiği ya da okunduğu kadar yüksek ve çarpıcı biçimde yaşanmıyor. Gönen’de öğretmen okulunun önünde büyük gül bahçeleri vardı. Bizi sabah erken kalkar giderdik bahçeye. Tomurcukların açtığını gerçek zaman dilimi içinde görürdük. Okul ile ilgili anılarımda o inanılmaz görüntüler var. Bizim okul, öğretmen okuluydu girdiğimizde. Öğretmen lisesi haline getirilince boykota başladık. Zaten tembel bir öğrenciydim. Solculuk orada başladı. İki günlüğüne tutukladılar. 50-60 arkadaşımla Isparta cezaevine götürdüler. O zaman ilk defa mahkemeye çıktım. Ailem esnaftır. Kader filmindeki o halıcı dükkânı oradan gelir. İlk varoluşçu duygularımın oluşması o dükkanda müşteri beklerken oldu. Klasik Türk esnafı, batar çıkar. İkinci sınıftayken ailem İstanbul’a taşınmıştı. Ben de üçüncü sınıfta okuldan atılınca onların arkalarından gittim. Okumayan bütün Türk çocukları gibi işçilik yaptım. Trikoculuk yaptım, krom nikel kaplama atölyelerinde çalıştım. Son dönemde ütücülük daha uzun sürdü. Partizan grubundaydım, örgütün görevlendirmesiyle direniş olan fabrikalara girip oralarda çalıştım. Silah, o dönem herkesin elinden geçti öyle ya da böyle. Ama sonra beni üzecek boyutta bir hikâyem olmadı.

12 EYLÜL: KENDİ HİKÂYEMİN FİLMİNİ YAPABİLİRİM

Sinema çok zor, ben bu meseleyi anlatmalıyım deme hali bende çok zor oluşan bir şey. Benim bir filmi çekerken ölçüm şu, ortaya bir mesele koyabilmek. Elbette 12 Eylül de bir mesele. 12 Eylül gibi bir meseleyi filmlere sanata yüklemek, sokakta bedel ödeyerek gösterilmesi gereken o ahlaki ve gerçek mücadeleyi küçümsemek gibi geliyor bana. Bir sinemacı olarak o trajedilerden kendime hisseler çıkarıp, bunu analiz eden adam rolü oynamak bana uzak. İnsan doğasını bir kenara koyan, insanı sınıfsallık gibi genellemeler içine sıkıştırmaya çalışan siyasi sinemaya saygı duymam mümkün değil. Günün birinde oradaki insan hikâyelerini konu edebilirim. Kendi hikâyemi bile yapabilirim. Üç yıl cezaevinde kalmamı bırakın çıktıktan sonraki iki yılımı anlatmak isterdim. 20 yaşında çıktığımda para kavramını unutmuşum mesela. Çocukluk arkadaşlarıma göre daha yaşlı olduğunu hissediyordum. Bütün işsizler gibi işportacılık yaptım. İstanbul’da pazarlarda da sattım, Anadolu’ya da gittim. Masumiyet filminin ilk esin kaynaklarıdır; İzmir, Denizli, Aydın’daki üçüncü sınıf otel odaları. İlk öyküleri oralarda yazmaya başlamıştım.

CEZAEVİ: DOSTOYEVSKİ İLE CEZAEVİNDE TANIŞTIM

İçerde işkence konuşulurken, işkence görmeyen arkadaşlar eziklik duyardı. Bazıları kendini işkence görmüş gibi ifade ederdi. İnsanoğlu bu. İşkence bende hâlâ üstümde taşıyacak kadar izler bıraktı. İçerde kendi aramızdaki derslerde ekonomi politikler, Marksizm, Mahir Çayan’ın yazılarını okuyorduk. Bunun dışında asıl tutkum da dünya klasikleri olmuştu. Aşağı yukarı bütün klasikleri okudum. Abiler yönünden şanslıydım ben. Suç ve Ceza’yı, Balzac’ı bir abi önermişti bana. En çok kafamı karıştıran, en çok merak uyandıran Dostoyevski oldu. En çelişkili olaylar, kahramanlar ondaydı. Ecinniler’i okuduğumda şaşkınlığa uğradım. Cezaevinde herkesin hikâyesini dinliyorduk. Örgüt içi ilişkiler, ihtiras kavgaları. Dostoyevski, Ecinniler’de orada dinlediğim gibi olayları yazmıştı, hem de 150 yıl önce. Borges, “Suç ve Ceza’da anlatılan hikâye bana birinci dünya savaşından daha yıkıcı geldi” demiş. Ben de iç dünyamda benzer bir etki hissettim. İncil’in, Dostoyevski’de derin etki yaratabilmesi çok ilgimi çekmişti. Ama İncil’i dini bir metin olmaktan öte felsefi ve büyük bir insanlık hikâyesi olarak okudum. İsa, en büyük insanlık hikâyelerinden biridir. Bu metinlere bu kadar rahat bakabilmemin nedenlerinden biri inançsız olmam. Benim durumuma daha çok Agnostik diyebiliriz.

YERALTI: ANKARA SİNEMATOGRAFİK BİR KENT

“Yeraltından Notlar”, kafamı çok karıştırdığından yıllarca takılıp kaldığım bir romandı. On yıl kadar önce meseleye hâkim olacak duruma geldim. Geldiğim zaman büyük bir heyecanla, “Dostoyevski’nin en büyük romanı bu” dedim. Bir filmi anlatmanın ilk kriteri bir mesele koyabilmeme olanak sağlamasıdır. Orada anlatılan iki olaya ısınmam, onları bir film sahnesi gibi görebilmem ve Türkleştirebilmem bir yıl aldı. Tipleri buraya uyarladım, çünkü inandırıcı kılma sorunu var. Bu filmi neden Ankara’da çektim? Birincisi 77’de öğretmen okulunda okuma hakkım alındığı zaman buraya Danıştay’a başvurmaya gelmiştim. Ankara her zaman ilgimi çekmiştir. On sene önce İtiraf filmini de burada çekmiştim. Bir de atmosferini çok sinematografik buluyorum. Sinematografik bulmanız için bir hâkimiyet duygusu vermesi lazım. Burada yüksek bir yere çıkınca bütün şehri görüyorsunuz. Sokaklarda simetri duygusu var. Ben de çerçeveler yaparken simetri duygusunu hastalık derecesinde önemsiyorum. İkincisi Ankara’da, cumhuriyet dediğimiz o soyut duygunun ayakları yere basmaya başlıyor. Ankara’yı sevmemde, burada iki film yapmamda Başak Emre ile Ahmet Boyacıoğlu’nun etkileri çok büyük. Ankara’nın sinemaya açılan kapısı oldular ve bunu sadakatle sürdürüyorlar.

ÜNİVERSİTE: ASKERE GİTMEMEK İÇİN ÜNİVERSİTE OKUDUM

Öyle bir ortamdı ki cezaevi, bir üniversite öğrencisine yetecek kadar tarih coğrafya Türkçe okudum. İngilizceyi çok ilerletmiştim, hatta Fransızcaya başlamıştım biraz. Metris cezaevindeyken liseyi dışarıdan bitirmeye başvurdum ama olaylar yüzünden götürmediler sınava. Tahliye olunca askerlik çattı hemen. Yurtdışına gidecektim sonra bu ülkeden ayrılamayacağımı hissettim o zaman. Soruşturdum, askerliği ertelemenin tek yolu okumaktı. İlkokul üçten itibaren ortaokul ve lise kitaplarını aldım. Çünkü 36 sınava bir dönemde girecektim. Bir de böyle pilot ve çok zor bir lise seçmişim Isparta’da. Çünkü oralarda işportacılık yapıyordum ve İstanbul’da polis rahat bırakmıyordu. İstanbul’da bir şey oldu mu hemen bizi alıyorlardı. Oturdum üç dört ay hiç durmadan çalıştım. Hatta bir arkadaşım tüberküloz olmuştu. Senatoryumdaydı, ona uğradım, “Haftaya ziyaretine geleceğim” dedim. Çalışma işini o kadar abartmışım ki, haftaya hasta olarak gittim, ben de tüberküloz olmuşum. Günde 60-70 bardak çay, soğukta sabaha kadar ders çalışıyorum. Ama 36 dersin 35’ini bir defada verdim. İlk yıl İngiliz filolojisini kazandım. Ekonomik sorunlar yüzünden oraya kayıt yaptıramadım. Ertesi sene soruşturdum hem çalışıp hem okuyabileceğim okul neresi diye? İstanbul İletişim’i söylediler. 86’da oraya girdim.

SİNEMA: YÖNETMENLİK ÖYKÜM BİR TESADÜFLE BAŞLADI

Sinemaya girişim tam bir tesadüftü. Sinemacıların olduğu handa birini ararken tesadüfen Zeki abinin (Ökten) ofisine girmişim. Öyle konuşurken yüzüm ilgisini çekmiş. Hatta içerden çıktığımı hissetmiş. Sohbet etmeye başladık, arada uğramamı istedi. Abi kardeş gibi bir ilişki başladı böylece. Sonra Zeki abi, beni Ses filminin çekimlerine götürdü. İşkenceyle ilgili deneyimlerimi anlatarak yardımcı oldum. Fakülte bu arada devam ediyordu, bir kırtasiye dükkânı açmıştım küçük. O film bitti, ikinci üçüncü film aralarında ben yine çalışmadım. Ondan sonra Kemal Sunal ile bir iki film çekti. Öyle başladı. Sinema yapmak gibi bir düşüncem yoktu. Sonra çok çalışkan birisi olduğum dikkat çekmeye başladı, ilişkiler kuruldu. 88-90 filan, reji asistanı olarak çalışmaya başladım. Sonra sıkıldım. Saçma sapan adamlara asistanlık yapıyordum, saçma sapan filmlerde çalışıyordum. Ya bu adamlar çekerse ben de çekerim demeye başladım. İlk filmime de öyle girdim, C Bolk’a. Benim için milat Masumiyet’tir aslında. Sinemanın mucizevî yanını o filmimden sonra keşfettim. C Blok’tan sonra bir film daha çekeyim sonra devam ederim ya da etmem demiştim. Hayatta hiçbir şeyi sırtımda yumurta küfesi haline getirmem. Bu meslek de olabilir insanlar da. Zaten benim gücüm oradadır. Bırakıp giderim. Böyle olduğu için ilişkilerim de çok sağlamdır yani. İnanılmaz mutlu bir evliliğim ve bir çocuğum var. Eşim Nurhayat Kavrak, NTV’de spikerlik yapıyordu bir dönem.

SMOKİN: OSCAR DA ALSAM SMOKİN GİYMEM

Her an ikilemlerle karşı karşıya kalıyorum. Festivaller, medya ile söyleşiler, filmin vizyona girmesi. Ben önüme gelen bir şeyi konumlanmadan yapamam. Dolayısıyla festivalleri ve medyayı durduk yerde göklere çıkaracak ya da yok sayacak halim yok. Bu festivallerini, sinema gösterimlerini ben kurmadım ki. Ama irademi de yok sayamam. Geçmişte festivallerde smokin giymemem konuşulmuştu, daha da konuşulur o. Festivallerle alakası yok. İlkokulda aldığım bir karar yüzünden giymiyorum. Okulda her gün bu yüzden dayak yerdik. Severdim saçlarımı ama devamlı keserlerdi. Hapishanede de devam etti. Tek tip elbise giydirmeye çalıştılar. Hayatımın büyük bölümünde formel yerlerde yaşamak zorunda kaldım. Asistanlık yaptığım dönemde Mürted üssünde bir film çekilecekti. Yapımcılar kibarca sordular, ben de sakalımı kesmem dedim, çalışmadım. Bazı törenlerde davetiyeye siyah takım elbise veya smokin yazıyor, onu yazmak onun hakkı. Ama ben de gitmem olur biter. Açık söylüyorum, yarın Altın Palmiye alayım çıkmam o sahneye. Oscar alsam yine smokin giymem.

FESTİVALLER: SİNEMA 70’LERDEKİ MASUMİYETİNİ YİTİRDİ

Festivaller, eskiden beri ideolojik çerçeveye oturuyordu. Fakat ben giderek bunun arttığını gözlemliyorum. Özellikle büyük ve güçlü festivallerdeki o batılı bakış, biraz solculuk, biraz hümanizm, biraz modernite ile birleştiği zaman değişik beklentiler oluşuyor. Oysa Bergman’ı, Bresson’u beğenen ve bunun sorumluluğu taşıyan biri olarak filmlerimde yapmaya çalıştığım inceliği festivaller konusunda da göstermeye çalışıyorum. Sinemacı olmak, yetenekten önce ahlaki bir mesele. Bergmanlar’ın, Tarkovskiler’in döneminin bittiği bir dönemde olduğumuz çok net. Sinema 60’lar, 70’lerdeki masumiyetini yitirdi elbette. Bunu çok vahim de bulmuyorum ayrıca. Sistemin iktidarı sürdürmeye dönük bir doğası vardır ve bir ahlakı olmadığı için her şeyi içine alarak ilerler. Zamanında darağacına gönderdiği adamın eserini bir zaman sonra alır, onu aziz ilan eder. Sinema sektörü de seri üretime ihtiyaç duyar. Dolayısıyla bir süre sonra filmin dilinin, içeriğinin bir önemi kalmaz.

TİCARİ DEĞİLİM: ÇOK İZLENMEK GİBİ BİR KAYGIM YOK

Benim filmlerimin değerlendirmesini yapacak durumda değilim. Fakat bana söylenen ticari olmadığım. Hatta bu açıdan sabıkalı olduğum da söylenebilir. Benim yine de bu piyasanın içinde olmam daha bir şekilsel bir şey. Filmler çekmiş, ödüller kazanmışsınız. Bir kimliğiniz var. İsteseniz de istemeseniz de bununla algılanıyorsunuz. Benim için bu kadar. Çok salon bulmak, çok izlenmek gibi bir kaygım olsa onu yapar, orada şansımı denerdim. Öyle bir kaygım yok. Bazı gazeteciler, Berrak Tüzünataç’ın Kıskanmak filmindeki öpüşme sahnesini öğrenip, prodüktör arkadaş aracılığıyla bazı teklifler yaptılar. O sahnelerden kareler istediler. Ben hiçbir zaman vermedim.

BEŞİKTAŞ: PROGRAMIMI MAÇLARA GÖRE DÜZENLERİM

Ne pahasına olursa olsun Beşiktaş’ın maçlarını izlerim. Bir programa katılmam talep edildiği zaman ilk Beşiktaş’ın resmi sitesine girer fikstüre bakarım, ona göre söylerim. Hatta o kadar komik bir hal aldı ki, bazı yabancı festivallerin yöneticileri bile bunu biliyor. Ben, “Beşiktaş’ın maçlarına bir bakayım” dediğim zaman “Biz baktık o dönemde maç yok” diyorlar. Yurtdışındaki olimpik statlara pek gitmiyorum. Çünkü maçı izleyemiyoruz, gol atıldığını telefonla öğreniyoruz. Beşiktaş tutkum insanları neden şaşırtıyor anlamıyorum. Sevgiden, tutkudan bahsediyorsak aklı kriter almamız mümkün değil. O zaman aşık olmayı ya da bir arkadaşımızla gereksiz yere beş saat oturmamızı da sorgulamamız gerekiyor. Stadyumlar hayatın en yüksek, en masum yerlerinden biridir.

HAYALİM: KARAMAZOF KARDEŞLER’İ ÇEKMEK

Kendi senaryomu yazmak benim gücüm. Bir meseleyi, bir duyguyu anlatırken insan ilişkilerini mümkün olduğu kadar azaltmanın iyi bir yol olduğunu düşünüyorum. Senarist ve yönetmen kimlikleri bende tek kimlik olarak bütünleşti. Sinemayla ilgili çok hayalim var. Günün birinde Karamazof Kardeşler’i çekmek mesela. Suç ve Ceza demiyorum. Onu çekeceğim çünkü uzun sürmeyecek. Elime gelmeye başladı artık. Çekilmesi uzun zaman alacak kendi hikâyelerim de var. Mesela bir çocuğum daha olursa, gerçek zamanda beş altı yıl gibi onun büyümesini belgesel gibi ama konulu çekme projem var. Daha çok geceleri hücum eden gündüzleri yahu nasıl olacak dedirten türden projeler.

YÖNETMENLİK: ÖZPETEK VE AKIN BÜYÜK ANLATICILAR

Ferzan Özpetek ve Fatih Akın’ı mesele olarak kendime çok yakın bulduğumu söyleyemem. Sinemada kimseyle bir yakınlık da hissetmiyorum. Ama bu iki arkadaşın benim için en önemli yanları şu. Bir defa büyük anlatıcılar. Bu arkadaşlara gösterilen ilginin öyle palavradan bir şey olduğunu düşünmüyorum. Yönetmenlik, düşündüğünü gerçekleştirme gibi büyük bir beceri gerektirir. Şahane fikirleriniz vardır ama sete çıkar hiçbirini gerçekleştiremezsiniz. Sırrı Süreyya Önder ile dostluğumuz Firuzağa kahvesinden. Kader filminden sonra bir gün karşılaştık, tanışıklığımız öyle başladı. Aslında bir sene filandır yakınız. Böyle politikayla, sinemacılıkla ilgisi yok; sevdiğim, yakın hissettiğim, her şeyi konuşabildiğimiz, beraber sigara çay içebildiğimiz bir arkadaşım.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 27 ŞUBAT 2011

© 2019 Faruk Bildirici - Medya Ombudsmanı. Tüm Hakları Saklıdır.