YAKUP BİLGE

...

URFA’DAN BU KADAR ÇOK TÜRKÜCÜNÜN ÇIKMASI SÜRYANİ MÜZİĞİNİN ETKİSİ

Yakup Bilge, Süryani araştırmacı ve yazar. Hayat yolculuğu Midyat’ta başlamıştı. Üniversiteyi İstanbul’da okuyup, bir süre gazetecilik yaptıktan sonra çoğu Süryani gibi İsveç’e göçtü. Ama bu topraklar çekmiş olacak ki, 2003’te eşini ve çocuklarını alıp Mardin’e gitti; metropolit yardımcısı olarak manastırda yaşadı. Şimdilerde yine İsveç’te, bir ortaokulda öğretmenlik yapıyor.

İLK İZLENİM: SÜRYANİLER VE MÜSLÜMANLAR İÇ İÇEYDİ

Bote (Bardakçı) köyünde oturduğumuz mahallenin büyük bölümü Süryaniydi, birkaç Müslüman Kürt aile vardı. Mahallemizdeki Süryaniler ile Müslümanlar iç içe yaşıyordu. Muhtarlık seçimi gibi konularda ittifak yapıyorlardı. Mahalle çocukları olarak Süryani, Müslüman hepimiz bir aradaydık. Babam Süryani cemaatinin din adamıydı. Ben de köy papazının oğlu olduğum için çocuklar arasında farklı bir konumum vardı! Köyden 11-12 kilometre uzakta olan Midyat’a gitmek büyük olaydı. Şansım, din adamı olan babamın metropoliti ziyaret etmek için Midyat’a inmesi, beni de yanına almasıydı. Midyat dönüşü mahalledeki çocuklar etrafıma toplanır, ben de onlara gördüklerimi anlatır, şeker almışsam onu dağıtırdım. Mor Gabriel Manastırı’na gitmiştim çocukken. Biz çocuklar için inanılmaz büyüleyici bir yerdi. Döndüğümde çocuklara uzun uzun manastırı anlattığımı hatırlıyorum. Mor Gabriel’in kitabını yazarken bir gönderme de yaptım, “Mor Gabriel’i çocuklara anlatmıştım; 35 yıl sonra şimdi de büyüklere anlatıyorum” diye yazdım. 1975’te köyden ayrılmıştım. 89’da ilk kez köyü ziyaret ettim. Orada bir Müslüman beni gördüğünde Papaz Esmer’in oğlu olup olmadığımı sordu. “Nasıl bildin” diye sorduğumda, “Gözlerinden. Babanla çok dama oynardık. Birbirimizin gözlerine çok bakardık” dedi. O zamandan beri zaman zaman Turabdin’e (Mardin-Midyat bölgesi) gidiyorum.

BABAM: ÖLÜMÜ DÖNÜM NOKTAM OLDU

Babam din adamı vasfıyla köyde önemli bir kişilikti. Eğitime çok önem verirdi. Köydeki öğretmenlerle sıkı bir ilişkisi vardı. Köy papazı, köyün imamı ve öğretmenler köyde önemli birer otoriteydiler. Babam köyün içinde yürürken herkes ona selam verir, Hıristiyanlar elini öperdi. Köylülerin toplanıp sohbet ettiği ortamlarda ortada olurdu. O konuştuğu zaman herkes dinlerdi. Baba imajı çok önemli bir örnek oldu hayatımda. Hayatımın şekillenmesinde büyük rol oynadı. Ben on yaşındayken kalkıp beni İstanbul’a yolladı. Okumamı, iyi okullarda okumamı çok istiyordu. Köyde kız çocuklarını ilkokula yollayan ilk kişi de kendisi ve muhtardı. Üniversiteye başladığımda sol düşüncelerle tanışmış, kiliseye gitmiyordum. Din adamı olmasına rağmen babamın o dönemde bana “Kalk kiliseye gel” dememesi bende güzel bir etki bıraktı. Babam beni sözle değil, eylemleri ile etkiledi. Babamın ölümü benim için bir dönüm noktası. Komada kaldığı yedi gün boyunca tüm İstanbul cemaati kilisede dua etti. İnsanların din adamı olmasından dolayı ona karşı o yönelimi beni o tarafa çekti. Din rengi “Babaya yazılan mektup yerine” yazımda ortaya çıktı sanıyorum. Dinle yeniden buluşmam kendiliğinden çıktı. Ama bu buluşma diğer düşüncelerimi terk etmeme neden olmadı, aksine niteliğini değiştirdi, zenginleştirdi!

SÜRYANİCE: İKİ- ÜÇ DİLLİ BİR HAYATIM OLDU

Baştan beri iki üç dilli bir hayatım oldu. Köyde Süryanice konuşuyorduk, köy okulunda Türkçe, Kürtlerle de Kürtçe. Sonra İngilizce ve İsveççe de eklendi konuştuğum diller arasına. Türkçeyi doğru dürüst konuşamıyorduk köyde. Annem Türkçeyi ancak İstanbul’da öğrendi. Babam Türkçe konuşabiliyordu ama okuma ve yazmayı askerde öğrendi. İlkokulun ilk dört sınıfını köyde okumuştum ama hangi Türkçeyle? Beşinci sınıfa İstanbul’a geldiğimde hemen bütün derslerde zayıf alıyordum. Çünkü Türkçeyi kullanamıyordum. Söyleneni tam anlayamıyordum ama anlayışlı bir öğretmenim vardı. Türkçe sorunu ortaokulda da devam etti. Fakat lisede sınıfın en çalışkanlarından biriydim. Resmi olarak Süryanilerin ana dillerini öğrenme mekânları yok. Süryanilerin bir okulu vardı Mardin’de. Ama 1928’de bu okul Süryani bir yöneticinin müracaatıyla kapatılıyor. Peki Süryaniler dillerini nasıl öğreniyor? Kilise elinden geldiği kadar çocuklara kendi dilini ve duaları, ilahileri aktarmaya çalışıyor. O da kolay değil. Başbakan Almanya’da çok doğru ve haklı olarak Türklerin anadillerini öğrenmelerini istiyor ama kendi ülkesinde Süryanilerin anadillerini öğrenme konusunda ne düşünüyor bilmiyorum.

GÖÇ: SÜRYANİLER ARADA KALDI

Bölgeden göç hep vardı ama 1980’lerden sonra çok arttı. PKK ile devlet arasında yaşanan çatışmalar göçü hızlandırdı. Süryaniler taraf olmadıkları için o dönemde arada sıkıştılar. Babam da 1980’den sonra köyden ayrılıp İstanbul’a geldi. Dini görevini burada sürdürmeye karar verdi. 86’da köyümüz tümüyle Süryanilerden boşaldı. 99’da Öcalan’ın yakalanmasından sonra bölgede bir yumuşama oldu. O zaman Süryanilerin bölgeye bakışları değişti. Avrupa ve İstanbul’daki Süryaniler yaz aylarında köylerine gidip yazı orada geçirmeye başladı. Midyat yakınlarındaki Kafro köyünün Süryanileri ise temelli döndü. İsviçre ve Almanya’dan geldiler. Bizim köye geri dönen olmamasına rağmen köydeki kiliseyi onardılar.

ÜNİVERSİTE: SÜRYANİLER TEZİM BİR BAŞLANGIÇTI

İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaya başladığım zaman çok farklı düşünce akımlarıyla karşılaştım. Bu arada sol düşünceyle de tanıştım. 80 darbesi olmuştu ama bu bölümde solu ve Marksizmi anlatan hocalar vardı. Ufuk Uras’ın derslerinde Sosyalist hareket ve liderlerini tartışıyorduk. Ben de o tartışmalara aktif katılıyordum. Şakacı bir arkadaşım vardı. “Yakup, sen bunları Mardin’in hangi mağarasında öğrendin” derdi. Kendi kimliğimin renklerini arama olayı o süreçte ortaya çıktı sanıyorum. Aynı bölümde master yaparken tez danışmanım Cengiz Arın hocaydı. Süryaniler hakkında yazacağımı söyleyince “O kadar bilmediğim bir konu ki sana danışmanlık yapmam mümkün değil” dedi. Sonra kalktık beraber Toktamış (Ateş) Hoca’ya geldik. O da “Valla benim de bildiğim bir konu değil. Ama yazsın öğrenelim” dedi. O dönemde Türkiye’deki Süryaniler konusunda Türkçede çok az kaynak vardı. Tabii çok donanımlı bir tez olmadı ama daha sonra Süryaniler konusunda yapılan araştırmalara zemin hazırladı. Bir başlangıç oldu.

KİTAPLARIM: YAZARKEN KİMLİĞİME YOLCULUK YAPTIM

Aslında tüm yazılarımı, kitaplarımı öncelikle kendime yazdım. Kendi kimliğimin renklerine doğru yolculuk yaptım. Master tezim de kişisel arayışımla başlamıştı. Süryanilerin kim olduğunu merak etmiş ve o konuyu yazmak istemiştim. İsveç’te Heto diye bir edebiyat dergisi çıkardık, çok satmıyordu. Beraber editörlük yaptığımız arkadaşım, “Yahu bu dergi satmıyor, niye çıkarıyoruz” dedi. Ben de “Bunu kendimize çıkarıyoruz” dedim. Kuşkusuz kendime yazdıklarımı okurla da paylaşmak isterim. Bu yazıya ayrı bir güzellik katıyor. Şimdi dört kitabım oldu. Tümü de Süryaniler ile ilgili. Bu çalışmalar kendiliğinden çıkıyor; bir zorlama ile değil. 2003-2005’te Dayrülzefaran’da metropolit danışmanı olarak çalıştım. 700 yıl patriklere ev sahipliği yapmış o manastırın tarihini öğrenmek istedim. Kendim için manastır hakkında okumaya ve notlar tutmaya başlayınca rahip Stefanos, “Kendine yaptığın okumaları ve notları bizimle de paylaş’’ dedi. O kitap öyle çıktı. Karar vererek yazdığım tek kitap Mor Gabriel Manastırı ile ilgili kitap oldu. Onu çocuklara anlattığım Mor Gabriel’i büyüklere de anlatmak isteğimden dolayı yazdım.

SOLAN RENK: ASKERDE NİYE BURADASIN DEDİLER

Süryaniler için “Anadolu’nun solan rengi” demiştim. O önemli. Beni ben yapan parçalardan biri Süryani olmam. Bu rengin yaşamasını istiyorum tabii. Türkiye, Süryanileri çok tanımıyordu, hâlâ da tanımıyor. 20 yıl önce asteğmen olarak askerlik yaptığımda, eğitim alanında Süryani olduğum ortaya çıkınca “Madem Hıristiyan ve Süryanisin neden buraya gelip askerlik yapıyorsun?” dediler. Oysa bu soruyu soranların hepsi üniversite mezunu asteğmen adaylarıydı. Bağlantıyı kuramıyorlardı. Beni bir başka devletten gelen bir yabancı olarak algılıyorlardı. “Ben hepinizden önce bu topraklardayım” dedim. Hıristiyanım ama Türkiye vatandaşıyım. Ciddi bir sorun var burada. Bu sorunu yaratan da devletin uzun süredir izlediği politikalar. Belki o boşluğu şimdi kapatma çabası var bende.

GAZETECİLİK: ULUSAL BASINDA ÇALIŞAN İLK SÜRYANİYİM

Üniversiteden sonra dil eğitimi almak üzere Londra’ya gitmiştim. Orada bir Türk tarihçi ile tanışmıştım. Beni yemeğe davet etti. Londra’daki bazı Türk diplomatlarının da katıldığı 15-20 kişilik bir yemek davetiydi. Sofrada sohbet ederken konuşmalarım bir diplomatın çok hoşuna gitti. “Türkiye’ye dönünce hemen git Ankara’ya Dışişlerine başvur” dedi. İlerleyen konuşmada Hıristiyan olduğum ortaya çıkınca her şey değişti. “Hıristiyanlar diplomat olamaz” diye bir kural yok ama pratikte olmuyor. Azınlık mensubuysanız devletin önemli gördüğü mesleklere başvuramıyorsunuz. İngiltere dönüşü ailem bir iş kurmamı istiyordu ama ticarete pek yatkın değildim. Zaten master tezim için Toktamış (Ateş) Hoca’ya gidince “Bizim bildiğimiz Süryaniler kuyumcu oluyor. Anlaşılan sen olmayacaksın. Yaz bakalım” demişti. Okuma ve yazma merakım vardı. Çünkü evde bu yapılıyordu. Babam Süryanice kitaplar okur ve yazardı. Ancak gazeteci olmam tümüyle tesadüf. Ulusal basında çalışan ilk Süryani gazeteciyim galiba. Hürriyet Vakfı’nın gazeteci yetiştirmek için 10-12 kişi aradığına ilişkin bir ilan gördüm. Tümüyle tesadüf, yoksa medyaya çok uzaktım. Mülakata gittik beni aldılar o grubun içine. Oktay Kurtböke ve Orhan Birgit hocalık yapıyordu orada. İkisinden de çok hoş şeyler öğrendim. Oktay hoca, “İyi bir gazetecinin mutlaka Ankara’da çalışması gerek. Ankara’ya git gazeteciliğe orada başla” dedi. Ankara’da bir süre çalıştıktan sonra İstanbul’a döndüm. Cumhuriyet ve Yeni Yüzyıl’da çalıştım. Özellikle Yeni Yüzyıl’da ekonomi yazarken Türkiye’yi çok dolaştım ve tanıdım. Gazetecilik, büyük deneyim kazandığım bir alan oldu. Aşağı yukarı altı yıl sürdü. Sonra evlilik geldi. İsveç’e erken dönemde göç etmiş Süryani bir ailenin kızıyla, Elizabeth ile evlendim ve kendime orada bir hayat kurdum.

TÜRKİYE DEĞİŞİYOR: DERS KİTABINDAKİ İFADE HOŞ DEĞİL

Türkiye, ister istemez değişiyor. Dünyada çok büyük değişmeler oldu. Bu yıl İdil ve Midyat sempozyumlarına katıldım. Süryaniler konusunda tebliğler sundum. Akademisyenlerin eskiye oranla daha rahat konuştuklarını, tartıştıklarını gördüm. Kendimin de kendime daha az otosansür uyguladığımı hissediyorum! Türkiye’de Süryani asıllı birinin Meclis’e seçilmesi de önemli. Ama şunu da hatırlamak gerekir ki, Süryanilerin İsveç’teki geçmişi 35-40 yıl olmasına rağmen parlamentoda 4-5 Süryani asıllı milletvekili var. Türkiye’deki partilerin çoğu bir Hıristiyanı Meclis’e taşımaktan korkuyor. AKP son seçimlerde milletvekili adayı olmak için başvuran bir Süryaniyi listesine almadı mesela. 2010 yılında Başbakanlık bir genelge yayınladı, gayrimüslüm azınlıklara karşı kin uyandıracak yayınlara dikkat edilmesini istemişti. Ama 2011’de aynı hükümetin Milli Eğitim Bakanlığı’nın bastığı ders kitabında Süryaniler ile ilgili hoş olmayan ifadeler kullanılabiliyor. Gerçek değişim sadece genelgelerle olacak iş değil tabii. Bunun için ciddi eğitim politikaları gerekiyor.

MANASTIR HAYATI: İSVEÇ’TEN KALKIP MANASTIRA GELDİK

Son yıllarda hayatım Stockholm-İstanbul-Mardin üçgeninde geçti. Yaptığım işler ve yazı yazdığım alan bunu gerektirdi. Hakkında yazdığım halkın esas yaşam alanı Turabdin’dir (Mardin-Midyat bölgesi). 2003 yılında da İsveç’ten Mardin’e taşınmaya karar verdik. Deyrülzafaran Manastırı’nda metropolit danışmanı olarak çalıştım. Manastır’a yaptığımız yolculuk tam bir deneme oldu benim için. Eşim Elizabeth’e şaşırdım. Hayat standardı yüksek bir ülkeden Mardin’e taşınmamıza hiçbir itiraz göstermedi. Benimle o yola çıkmaya karar vermesi hoşuma gitti. Sorun çıkarabilir, “İki küçük çocukla orada ne yapacağız?” diyebilirdi. Manastırda iki odalı ufak bir yerde, 40 metrekarelik bir alanda 2.5 yıl yaşadık. Büyük bir zenginlik kattı aile hayatımıza.

DİYASPORADA YAŞAM: TÜRKİYEDENİM DİYORUM

İnsan Diyasporada yaşadığı zaman kimlik, çok ön plana geliyor. Ama bana sorduklarında Süryani yerine “Türkiyedenim” diyebiliyorum. Hatta bir Türk arkadaşım buradaki insanların hep kökenlerine vurgu yaptıklarını (Süryaniyiz, Türküz veya Kürdüz), benim ise ‘’Türkiyedenim’’ dememe hem şaşırmış hem de hoşuna gitmişti. Ben de “Önce insan olalım. Sonra ne olacaksak olalım” dedim. 1997’de evlenince İsveç’te yaşamaya karar verdim. Önce dil öğrendim, sonra ortaokullarda öğretmenlik yapmaya başladım. Sosyal bilimler dersi veriyorum. İnsan yaşadığı, bildiği topraklardan kopunca belli bir zorlukla karşılaşıyor ister istemez. Yer değiştirmek ister gönüllü ister zorla olsun, bir nevi sürgündür. İsveç de benim için öyle oldu. Çok sevdiğim bir ülke olmasına rağmen yine de bir nevi sürgün yeridir. Üç çocuğumuz var, ilkinin adı Nise, kadın anlamında, aynı zamanda annemin adıdır. İkinci kızımız Tibella, evren anlamında. Üçüncüsü de Daniel. Tevratta geçiyor, hakemim Allah olsun anlamında. Ben hayatı denemelerden geçtiğimiz ve bu denemelerden zenginleşerek çıktığımız bir yol olarak görüyorum. Bundan sonraki hedefim, hayattaki yolculuğuma deneyimlerle zenginleşerek devam etmektir. Kültürünü aldığım bu ülke, bu topraklar benim için hep çok önemli. Çünkü burada, bu topraklarda şekillendim ben. Ama sürgüne çıkmak de bir zenginliktir. Yeter ki bu sürgünlük ilk çıkılan toprağa geri dönüşle bitsin! Alacağım bu yolun sonu neresi olacak, bilemiyorum. Belki bu topraklarda, belki Midyat’ta, belki İstanbul’da. Kim bilir?

SÜRYANİ KÜLTÜRÜ: URFA’NIN KÜLTÜRÜMÜZDEKİ YERİ ÖNEMLİ

Hıristiyanlık, Mezopotamya’ya geldiğinde bölgede Aramiler, Asuriler, Keldaniler var. Zaten dilleri, kültürleri çok yakın, Hıristiyanlığı kabul ettiklerinde kaynaşma başlıyor ve Süryaniler dediğimiz halk ortaya çıkıyor. Bugün Türkiye, Suriye, Irak ve Lübnan’da dağınık olarak yaşıyorlar. Türkiye’deki nüfusları çok azaldı, 15 bin civarında Süryani var. İsveç’te şu anda çoğu Türkiye’den olmak üzere 60-70 bin civarında Süryani var. Diyasporadaki nüfus aşağı yukarı 250 bin. Süryani kültüründe Hıristiyanlık önemli bir öğe. Süryani edebiyatının en iyi örnekleri din adamları tarafından yazıldı. Yaratılan edebiyat da ağırlıklı olarak dini edebiyat oldu. Ama çok zengin bir edebiyat. Mesela dördüncü yüzyılda yaşayan Nusaybinli bir şair ve yazar olan Mor Afrem var. O kadar yüksek düzeyde şiirler yazıyor ki daha o dönemde Yunancaya çevriliyor. Özellikle Urfa’da çok güçlü bir müzik üretiyor Süryani kilisesi. Hatta dördüncü yüzyılda orada bir kadınlar korusu kuruluyor. Bence Urfa’dan bu kadar çok türkücünün çıkması da o Süryani müziğinin etkisi. Urfa’nın Süryani kültür hayatında önemli bir yeri var. Halen kullandığımız klasik Süryanice de Urfa’da konuşulan Süryanicedir. Urfa’daki son Süryaniler, 1924’te Urfa’dan ayrıldı. Avrupa’ya çıkışla birlikte seküler bir edebiyat da yaratıldı, insanlar dini olmayan metinler de üretiyor Süryanicede. Müzikte de aynı şekilde. Tabii yine kilise müziğinden etkilenerek yola çıkılıyor. İsveç, Almanya’daki düğünlerde Süryani müziği çalınıyor.

1915 OLAYLARI: TANIMLAR DEĞİL TRAJEDİLER ÖNEMLİ

1915’te o bölgedeki Süryaniler de ciddi katliamlara uğruyor. Süryani ailelerin hemen hepsinde o dönemde kaybettikleri büyükler var. O dönemde köy papazı yine bizim aileden. Kendisi kurtuluyor ama eşi ve kızı öldürülüyor. Süryaniler yaşananları daha çok Seyfo (Kılıç) olarak adlandırıyor. Bu olaylar “Ferman” olarak da adlandırılıyor yaşlılar arasında. Ferman denmesi, devlet yöneticilerinin bir rolü olduğuna inandıklarını gösteriyor. Bazen bu katliamların istatistiği ile çok uğraşılıyor. Sanki az sayıda insanın öldürülmesi hoş karşılanabilirmiş gibi. Bence bu katliamları rakama vurmak çok sağlıklı değil. Çünkü bir tek insanın öldürülmesi bile çok ciddi, kabul edilmez bir olay. Kaldı ki, Midyat-Mardin bölgesinde yedi metropolitlik var o dönemde. 1915’ten sonra tüm bölgeye bir metropolit atanıyor. Nüfusun ciddi biçimde azaldığı ortada. Tabii bölgedeki halkın ciddi bir rolü var katliamlarda. Yöredeki ağalar, Kürtler kullanılıyor katliamlarda. İsveç’ten gelirken uçakta Orhan Miroğlu’nun “Affet bizi Marin” adlı kitabını okudum. Orada bireysel trajediler çok açık anlatılıyor. Miroğlu’nun ailesi de bu katliamı yapanlardan. Çok önemli bir adım aslında bunu dile getirebilmesi. Bir dürüstlük örneği. Süryaniler arasında bunu katliam, soykırım olarak yorumlayanlar da var. Doğrusunu istersen tanımlamaların üzerinde bu kadar durulmasından yana değilim. Benim için yaşanan bu trajediler önemli. Her birimizin kendimizi öldürülenlerin yerine koyup düşünmesi gerek. O zaman bu insanların çektiklerinin ne olduğunu anlayabiliriz belki. Master tezimi hazırlarken Diyarbakır’a her inişimde yaşlı Yusuf amcayı kilise avlusunda görürdüm. Yusuf amcaya 1915 olaylarını her sorduğumda bir cümle anlatıyor, ondan sonra ağlamaya başlıyordu. Üç dört defa denedim farklı zamanlarda, hep ağladı. Sonra vazgeçtim sormaktan. Yani adına katliam mı, soykırım mı deseniz de hiçbir anlamı yok, insanların yaşadığı o acılar önemli. Birey olarak kimseyi suçlamıyorum. Bir insanın ve insanlığın yapabileceği bir şey değildi o olaylar.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 13 KASIM 2011

© 2019 Faruk Bildirici - Medya Ombudsmanı. Tüm Hakları Saklıdır.