TUNCEL KURTİZ

...

Onat Kutlar, "Tuncel’in suratına insan saatlerce bakabilir" demiş. Ben de baktım yüzüne ve o çizgileri derinleştiren yılları mutlu geçirmiş bir sanatçı gördüm. Her ne kadar insanlar, onu son dönemde Asi dizisindeki Cemal Ağa olarak tanıyorlarsa da o Yılmaz Güney’in Umut, Sürü, Duvar’ı ve diğer filmleri ile tanınmayı yeğliyor. Yaşı 73 olsa da o hayallerini, yaşam zevkini kaybetmemiş.

SOYADIM: ERGENEKON’DAKİ KURDUN İZİNDEYİZ

Babam Hamdi Vala Rıza, Robert Kolejden, İzmir Amerikan Kolejine gitmiş orada misyoner havası sezince de arkadaşlarıyla Türk Harsını (medeniyet) Koruma Derneği kurmuşlar. Soyadı kanunu çıkınca Ergenekon’dan yola çıkıp, demir dağları delip kurdun izinde buraya gelen insanlardan esinlenerek kurdun izi manasına Kurtiz soyadını alıyor. Bugünkü Ergenekon siyasi bir olay, öbürü efsane. Bütün ulusların efsaneleri var. Ben hayatım boyunca milliyetçi olmadım, efsanelerle içli dışlı biriyim. Mesela Manas çok etkileyicidir, bir masaldır, bir tiyatrodur.

BABAM: TUNCELİ’DE MADEN MÜHENDİSİ OLMASINI İSTEDİ

Babaların oğulları ve kızları için hayalleri vardır. Babam da benim Tunceli’de bir maden mühendisi olmamı istemiş. Çünkü milliyetçi ve Atatürkçü. Cumhuriyet bayramında onun gibi giyinmek için taa Amerika’dan bir frak, bir silindir şapka almış ve rugan ayakkabılarıyla Cumhuriyet bayramlarına öyle gitmiş. Mükemmel bir insan değildi tabii ama çok doğru tarafları da vardı. Atletti, iyi tenis oynar, iyi dans ederdi. Çok güzel harmandalı oynar, rakıyı çok güzel içerdi.

YILMAZ GÜNEY: BANA İKİ KANAT TAKTI UÇURDU

Sinemada tiyatroda hep ikinci roller oynadım. Yılmaz Güney’e çok şey borçluyum. Bana iki kanat taktı, biri Umut, diğeri Sürü filmi. Avrupa’da gönüllü sürgün olarak yaşarken bu iki film bana daima yeni kapılar açtı. Bu rolleri gören rejisörler beni istediler.

Askerden döndükten sonra Yılmaz Güney, beni aradı. Umut filmini yaptık. Filmin yurtdışına çıkışını da yasakladılar. Çiçek Arif (Keskiner), bavulunda kaçırdı. Arif, beni Cannes’da elinde viski şişesiyle karşıladı. O sırada Balyoz harekâtı oldu. 1974’e kadar geri dönemedim.

Sürü, Yılmaz’ın dehasıdır. Gören durur selam verir, öyle bir hikâyedir. O ağayı kim oynayacak dendiğinde Yılmaz, "O ihtiyarı bulun" diyor. "O Almanya’da film çekiyor" diyorlar, "Siz Hürriyet’e ilan verin o gelir" diyor. Ben de zaten geliyordum. Filmi çektik.

Avrupa basını "Ordunun kadife çizmesi el koydu" diye yazdığında İsveç’teydim. Yılmaz hapisten kaçtıktan sonra Paris’e çağırdı. Orada “Duvar” filmini çektik. Çok zorluklarla yaptık filmi. Sonra Yılmazcığım bir gün telefon etti. “Midemin yarısını aldılar. Artık daha uzun yaşıyacağız” dedi. Bir daha da görmedim, öldüğünü duyduğum zaman büyük acılar içindeydim. Ben de üşüyor, Yılmaz ile konuşuyordum. Politik fraksiyonların kullanacağını bildiğim için cenazesine gitmedim.

FATİH AKIN: SİNEMANIN MARADONASI

Fatih Akın, son işçi göçünün içinde yetişenlerden biri. Babası anlatıyor, “Çok yaramazdı çetelerin içindeydi. Geceleri Mercedes’lerin yıldızını koparıyordu. Ne yapacağız bu çocukla derken liseyi bitirdi sinema okuluna girdi.” Şimdi inanılmaz filmler yapıyor. O, sinemanın Maradonası.

EZAN: PLAKLARDAN DİNLERİM

Ezan plaklarım var. Saadettin Kaynak’tan, Suriye ezanlarına kadar. Beethoven’ı da Bach’a da severim. Ortadoğu müziğine ise vurgunum. Bülent Ersoy’un bazı şarkılarını da severim. Ama bu hoparlörlerden gelen ezan sesleri çok kötü. Hatta bir film yapabilirsem onu göstermek istiyorum.

Antakya’da boş bir günümde oteldeydim. İnanılmaz bir Türkçe ilahi başladı. Karımı da balkona çağırdım. Nasıl bir huşu içinde dinliyoruz. Aşağıda otomobiller, insanlar cıvıl cıvıl dolaşıyor. Kimsenin dinlediği yok. Bu saygısızlık olmuyor mu? Olmadık zamanlarda o büyük hoparlörlerle ezanlar ya da ilahiler okumanın anlamı yok. Biraz ayıptır.

HESAPLAŞMAM: İYİ BABA OLAMADIM

Hayatımda hesaplaşmalar oldu. İyi bir baba olamadım. Yine de kızım da oğlum da beni çok seviyorlar. Babalık duygum eksik herhalde. Bakıyorum arkadaşlara babeği kucağa almalar falan. Ben bırakıp gittim. Bunun acısı var tabii. Oğlum New York’ta geldi bir ay kaldı gitti altı yaşındaydı daha. Ben öyle gözleri yaşlı kaldım. Bir doğum gününde kamerayı karşıma koyup önce oğlumun fotoğrafıyla sonra kızımınkiyle fotoğraf çektirdim. Sonra dedim ki, "Ben niye şimdi Tokyo’dayım, kızımla birlikte değilim?" Şartlar böyle gitti. Behçet Necatigil der ki, "Biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı" Ben eğilmedim. İki karım da çocukları kendileri büyüttüler.

ÜTOPYAM: HÂLÂ KOMÜNİSTİM

Ben ütopik bir insanım hayal görmesini severim. Hâlâ komünistim. Dünyayı değiştirecek hareketlerin içerisinde değilim ama bir gün bütün insanlar dostluk, barış içinde yaşayacaklar. Gökyüzündeki gezegenlere bakın büyük küçük kuvvetli ve zayıf arasındaki harikulade ahengi görün. Büyük küçüğü ezmiyor. Bu bir düşüncedir. Komünizm pratikte çok yeni ama düşüncede çok eski bir felsefedir. 1400’lü yıllarda Şeyh Bedrettin daha öncesi Ali Bektaşi.

ÖLÜM: NASIL GELİRSE GELSİN

Ölüm bir gün gelecek. Nasıl geleceğini bilemeyiz. Nerede nasıl gelirse gelsin hoş geldi sefa geldi diyeceğiz. Başka çaremiz yok. Onun için hazırlık yapmak kadar kötü bişey yok. Ben hayatımda hiç plan, hazırlık yapmadım. Bir tek bu son dönemde orada otel tarla yapacağız oturacağız insanlar gelecek ben orada tiyatro yapacağım dedim. Yaptım da. Şimdi orada türlü şenlikler yapıyorum. Her sene kalkıp köyde Bedrettin oynuyorum. Edremit’in MHP’li belediye başkanı ön sırada oturup beni alkışlıyor, çiçek getiriyor.

LOTO OYNARIM: ESKİCİDEN GİYİNİRİM

Bir arkadaşımın dediği gibi "Çok şükür zengin olma tehlikesini atlattım." Zengin olan arkadaşlarımın halini de görüp üzülüyorum. Fakat loto oynuyorum. Edremit’te iki güzel fabrika var. Öyle bacaları var ki, yıkılmamaları lazım. Lotodan para çıkarsa bu inanılmaz mekânda nasıl bir sinema şenliği yaparız diye düşünüyorum.

Yoksa her şeyim var. Babamdan kalan elbiseleri giysem yeter bana. Arabayla geçerken büyük ucuzluk yapan yerlerden alıyorum. Urfa’da eskiciden 20’şer liraya iki ceket aldım. Aman Allahım bir görsen. Bir de 50 liraya bir pardösü aldım. Bu kış onu giyeceğim. Bir de Rumeli hanın altında bizim eskici Hakan vardır. Bay Retro. Her şey vardır orada. Üzerimdeki bu pantolon oradan. İsviçre ordusu malı. Yıka yıka giy. Ne kirleniyor ne ütüsü bozuluyor.

AŞK: GÜZEL BİR HAYAT YAŞIYORUM

Menend’e ilk görüşte fena halde aşık oldum. Benden 21 yaş küçük bir kimya mühendisi. “Size aşık oldum” dedim. Güldü. “Viyana’ya gidiyormuşsunuz. Arkadaşım da gidiyor ona aşık olun isterseniz” dedi. “Yok ben size aşık oldum” dedim. Ama sonra iyi taktik uyguladım. Sonunda telefon numarasını elde ettim. Sabah Viyana’ya gider gitmez bir telefon bombardımanı başlattım. 17 yıl oldu, çok güzel bir hayat yaşıyorum onunla...

KAZDAĞLARI: GÖRMEK HEDİYE MUKABİLİDİR

Sekiz yıldır Kazdağlarında, Çamlıbel köyünde oturuyorum. Çok da seviyorum orasını. Karımın ve benim birikmiş paramız vardı, daireleri de sattık. Filmlerden de iyi para alınca karımı razı ettim işten ayrılmaya. Sekiz odalı bir otelimiz olsun. Bir hayat biçimimiz olsun istedik. Zeytinbağı oteli. Karım uzaklaştı şimdi. Ben hâlâ sabah yürüyüşlerinde falan yardım ediyorum. Sonra karımla senaryo yazıyoruz, kitap okuyoruz, müzik dinliyoruz. O bahçeyle uğraşıyor. Daha çok dizilerden dolayı beni görmeye geliyorlar. Filmler nerede? Ben onlar için Asi dizisindeki Cemal ağayım. Artık “Sizi görmeye geldik” diyenlere “Peki ne getirdiniz?” diyorum.

ASİ: YORULDUĞUM İÇİN AYRILDIM

Sıkılmak değil yorulduğum için ayrıldım. 40 hafta çalıştım. Edremit’e hiç gidemiyordum. Oyuncu olarak bize en sağlam para oradan geliyor. Bir oyunculuk eğitimi gibi yapıyoruz. Fakat zor. Beş günde 90 dakika çekiliyor. Bu arada sevgili seyircimizin inanılmaz bir ilgisi var. Mesela “Yaşamın kıyısında” Antakya’da oynuyor ama gelip benden imza isteyenlerin hiçbiri filmimi görmemiş. Ama Affan kafede sahibinin oğlu geldi. “Tuncel abi seni çok seviyorum. Senin Sürü’yü, Umut’u, Hudutların kanununu seyrettim, kitabını okudum” dedi. “Yaşa be sen” dedim.

BABAMIN SANDIKLARI: ŞEYH BEDRETTİN İLE ORADA TANIŞTIM

1956’da 20 yaşındayken Bodrum’da iki sandık buldum. Bir açtım kitap dolu. 1930’ların Varlık dergileri, arkasına eski Türkçe notlar alınmış kitaplar. Nâzım Hikmet’in kitapları ve Şeyh Bedrettin Destanı. Bir mucizeydi. İlk defa okuyordum bu kitapları. Önce ben okudum, sonra gizli gizli arkadaşlarıma verdim. Bu kitapların hayatımda büyük etkisi oldu.

ÜNİVERSİTE: BİTİREMEDİM

Haydarpaşa Lisesi’nde önce iyiydim. Lise 2’de futbol takımı, masa tenisi, geceleri bara pavyona gitmeler. Bir taraftan Albert Camus, Steinbeck bir taraftan Rita Pavyon, Çam Bar, kerhane. Dersler allak bullak oldu. Babam özel Anadolu lisesi’ne götürdü. Orada çok değerli insanlarla karşılaştım. Sonra babam aldı beni Hukuk Fakültesi’ne götürdü. "İyi bir avukat olacaksın" dedi. "Peki babacığım" dedim. Bana Yeşilyurt’ta ev de tuttu. Bir süre sonra üniversiteye gitmeyi bıraktım. Derslerde çuvallayınca babamın da kabulüyle İngiliz Filolojisi’ne girdim. Ama bir türlü bitiremedim. Şiirler, hikâyeler, oyunlar derken Haldun Dormen, 1959’da "Zafer madalyası" adlı piyeste küçük bir rol verdi. Sonra da sinema geldi. İlk filmim "Şeytanın uşakları"ydı.

KOKULAR: YABAN GÜLÜ BENİ BAYILTIR

Kimya mühendisi bir arkadaşım var, Hülya. Nice’den kokular alıyor, bana bir bavul koku veriyor. Ben de adlarını bilmediğim o kokuları kullanıyorum. Diyorlar ki, "Ne kadar güzel kokun var." Demek ben kokularla bütünleşebiliyorum.

Doğadaki kokulara gelince. İncir yaprağının kokusu beni sevindirir. İlk çiçek açmış erik ve bademin kokusu güzel gelir. Yaban gülü bayıltır. Katır tırnağı uçurur. Her kekiğin ayrı bir kokusu vardır, cebime koyar getiririm. Kitaplarımın arasına da koyarım.

MUTLUYUM: DÜZENLİ YAZAMIYORUM

Bölük pörçük adlı bir kitabım çıktı. 2 bin tane bastılar. Hâlâ 500’ü falan duruyor. Çok mutlu olduğum için yazmaya devam edemedim. Bir de sinema tiyatro diziler nedeniyle zaman ayıramıyorum. Kitap okuyorum. Bazen de yazıyorum. Denemeler, geçmişle hesaplaşmalar.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 16 AĞUSTOS 2009