TOMRİS GİRİTLİOĞLU

...

Tomris Giritlioğlu’nun en büyük tutkusu sinema. Ama öyle sabun köpüğü türünden izlenip unutuluverecek filmler, diziler peşinde değil. Onun bir “derdi” var, içinde olduğu toplumun yüzleşmesini istiyor, geçmişiyle ve bugünüyle. O yüzden de hep riskli sularda yüzüyor. Bu kez “Bu kalp seni unutur mu?” ile açıldı dalgalı denizlere. Sinemanın asi kadını o...

HAYATIMI ETKİLEDİLER: ASİLİĞİM ANNEMDEN DUYGUSALLIĞIM BABAMDAN

Hayatımı etkileyen kişiler, babam, annem ve babaannem. Babam, Ceyhan’da yargıçtı ve ben yazları denize gitmediğim zamanlar hep babaannemin yanına Antakya’ya gidiyordum. Babaannem çok güçlü, lider ruhlu bir kadındı. Onu 57-58 yaşındayken, çok genç kaybettik. Edebiyata düşkün bir kadındı. Edebiyat sevgimin ilk kaynağı babaannem ve babamdır, ikisi de çok okuyan iki insandı. Annem ev kadınıydı. 16 yaşında babama âşık olmuş ve evlenmişler. İsyankâr ve anarşist bir ruhu vardı. Ben annemle babamın güzel bir bileşimi olduğumu düşünüyorum. Annemden isyankârlığı, babamdan da duygusal yanımı aldım.

BAŞKA DEĞER VERİRDİ: BABAM ANTAKYA’DA GEÇEN AŞK FİLMİ İSTERDİ

Babam, her filmimden sonra bana “Antakya’da büyük bir aşk filmi çek” derdi. Çünkü ilk aşkını Antakya’da yaşamıştı. O bir duygu insanıydı. İyi bir hukukçuydu ama şairlikten beslenir, aşk şiirleri yazardı. O yüzden uzun yıllar hep Antakya’da film çekmeyi tasarladım. Televizyonun seyirciyle ilişkisinin sinemadan daha güçlü olduğunu görünce Asi geldi. Asi dizisindeki Asi ile babasının ilişkisinde babamla ilişkimin izleri vardır. Ne yazık ki onun isteğini onu kaybettikten sonra gerçekleştirebildim. Bu yüzden Asi’yi babama ithaf ettim.

SEYİRCİ ANTAKYA’YI SEVDİ: KASABANIN ADINI VERMİYORUZ

Çocukluğumda Antakya’nın beni ne kadar etkilediğinin bilincinde değildim. Çok kültürlü ve büyüleyici bu şehre ait olmaktan gurur duyuyorum. Seyirci de Antakya’yı sevdi ve tanımadığı bir şehri keşfetti. Asi ve Kasaba’nın mekânsal başarısı bana değil, tamamen oğluma aittir. Ama o kasaba Antakya’yı temsil etmiyor. Dizideki kasaba daha çok bir Orta Anadolu kasabası. O yüzden dizide plakalar dışında Antakya’ya dair tek bir sözcük geçmiyor. Yeni bölümden itibaren plakaları da kullanmayacağız. Derdi olan bir dizi Kasaba. Birbirine öteki üç insanın kaderi bir kasabada buluşuyor. Sadece bir aşk dizisi değil. Ülke ile bağlarını canlı tutmaya çabalayan bir dizi. Memleketin bütün farklı dokuları ve çelişkileri küçük bir kasabada hayat buluyor. Kasaba bir anlamda küçük bir Türkiye bizim için.

TRAFİK KAZASI GEÇİRDİM: GÖZÜMÜ OKUYARAK İYİLEŞTİRDİM

Beş yaşındayken feci bir trafik kazası geçirdik. Babaannemin annesini kaybettik o kazada. Hayal meyal hatırlıyorum. İskenderun yolundaki o kazadan sonra gözüm şaşı kaldı. Beni İsviçre’ye götürdüler, ameliyat dendi. Antakya’da Cafer Bey adlı bir doktor, tek gözü kapatarak tedavi yöntemi uyguladı. Annem benim için “Ne kadar azimli olduğu beş yaşından beri belliydi” derdi. Çünkü ilkokula gitmeden önce okuma-yazmayı sökmüştüm, gözümü düzelmesi için çılgınca okuyordum. Cafer Bey, gözüm ne kadar çok çalışırsa o kadar çabuk iyileşeceğini söylemişti. Birinci yılın sonunda gözümdeki gelişmeye inanamamıştı. Gözüm düzeldikten sonra da kitap okumayı bırakmadım. O kaza hayatımın yol ayrımıydı, düşünce yapımın gelişmesini sağladı.

HÂLÂ SEVERİM: ANKARA’YI ÖZLÜYORUM

Annem Adanalı, babam Antakyalı. Babamın görevi nedeniyle bulunduğu Konya’nın Kadınhan ilçesinde doğdum. Çocukluğum Adana ve Antakya yöresinde geçti. İlkokul 3. sınıftayken babam Yargıtay üyeliğine seçilince Ankara yıllarımız başladı. Ankara Koleji’nde okumaya başladım. Ankara’yı hâlâ çok severim; taşra saflığı orada hâlâ devam ediyor. Dostluklar, insan ilişkileri çok daha güçlüdür Ankara’da. Bu duyguyu İstanbul’a yerleştikten sonra daha yoğun yaşadım. Çok özlediğim, hatta her şeyi bırakıp tekrar Ankara’ya dönmek istediğim anlar oluyor. Burada ilişki kurduğum dostlarımın hep bir Ankaralılık serüveni var zaten. İstanbul sinemasal olarak müthiş bir şehir ama ben hâlâ İstanbul için Bizans diyorum.

TİPİK KOLEJLİ OLAMADIM: MÜLKİYE’DEKİ FORUMLARA KATILIRDIM

Siyasetle ilişkim küçük yaşta başladığı için tipik bir kolejli olamadım. Lisede arkadaşlarım eğlenceli bir hayat yaşarken ben Mülkiye’deki forumlara giderdim. Orada kendimi daha büyümüş hissediyordum. İlk yazarlık çalışmalarım da o yıllarda başladı. Önce ilkokulda sonra ortaokul ve lisede kompozisyon yarışmalarında ödüller aldım. Galiba biraz bunlar teşvik etti yazarlığa. Aslında ben senaryo yazan biri değilim, sadece kendi filmimin senaryolarını çalışırım. Tabii kolejde çok iyi hocalar vardı. Edebiyat hocamız Semiramis Hanım mükemmel, ilerici ve hayatım boyunca unutamayacağım kadar farklı bir eğitmendi. Nâzım Hikmet’i okurken hâlâ onun sesini duyarım. Öğrencilerin kişiliğine çok değer verirdi ve zihnimizi çok açardı, farklı yöntemleri vardı.

DARBE SABAHI YAŞADIM: ANNELİK BENCİL BİR DUYGU

Lise 1’deyken, sınıfımıza ilk kez gelen İngiliz fizik hocamız Mr. Tranter, girer girmez “İlk aşkınızı yazın” diyerek çok şaşırtmıştı. Ben babamı yazmıştım. Her zaman en büyük aşkım babamdır. Aşk sadece bir kadınla bir erkek arasında yaşanmıyor. Şimdi oğlum Ilgaz’la yaşadığım ilişki de yoğun bir aşk bence. Ilgaz, 12 Eylül’den üç gün önce doğmuştu. Darbenin ertesi sabahı Ankara’da Esat Caddesi’nde Dev-Yol eylem koyduğu sırada Ilgaz’a süt veriyordum. Ona sımsıkı sarıldığım ve “Ya bunlardan biri olsaydı” dedim. Ki benim öğrencilik hayatım eylem içinde geçmişti. Anne olmanın ne kadar bencil bir duygu olduğunu ilk o sabah kavradım.

LONDRA’DA KARAR VERDİM: YÖNETMENLERDEN ETKİLEDİM

Üniversite sınavına girdiğim yıl Londra’ya gitmiştim. Hiç bilmediğim yönetmenlerin filmleriyle tanıştım, Tarkovski’nin ünlü filmi “İvan’ın çocukluğu”ndan etkilendim. Oturup babama “Yönetmen olmak istiyorum” diye mektup yazdım. Ama o yazdığı mektupla ikna etti beni. Hukuk ya da edebiyatı seçecektim. Hacettepe İngiliz Dili ve Edebiyatını seçtim. Felsefe bölümünde de okudum. İngiliz edebiyatı okumak, Shakespeare ile tanışmak yönetmen kimliğime zenginlik kattı. Sinemanın iki önemli yaratıcısı olduğunu düşünüyorum; Shakespeare ve Dostoyevski. Bütün temalar bu iki dahi yazardan fışkırıyor.

TRT’DE TANIŞIP EVLENDİK: AYCAN EN GÜVENDİĞİM İNSANDIR

TRT’ye girdikten bir ay sonra Aycan ile tanışıp evlendik. 12 Eylül’de Aycan, 101’ler ile TRT’den atıldı. Aycan, hayatta en güvendiğim insandır. Çok güçlü ve hiç taviz vermeyen bir kişiliğe sahiptir. Boşanmış olmamıza rağmen aramızda hâlâ mükemmel bir dostluk vardır. Onunla geçirdiğim 22 yılın her gününün çok büyük bir değeri vardır benim için. Aycan’dan bir yönetmen için çok gerekli olan insan idare etme sanatını öğrendim.

İYİ Kİ TRT’YE GİRMİŞİM: NE YAPIYORSAM TRT’DE ÖĞRENDİM

Üniversiteyi bitirdiğim yıl, TRT’de açılan sınava girdim. 1979’du. İyi ki o kuruma girmişim. Orada çok şey öğrendim, yönetmenliğe orada başladım. Sonra da hep TRT’nin ilk işlerini yapmaya çabaladım. Yeşilçam ekibiyle ilk belgeseli çeken benim. TRT’nin ilk sinema filmini çeken benim. TRT olmasaydı bu kadar hızlı adımlarla ilerleyebilir miydim? 24 yaşında o kadar iyi imkânlarla sinema filmi çekebilir miydim emin değilim. Şu anda ne yapıyorsam o bana TRT’nin öğrettikleridir. “Salkım Hanımın Taneleri” televizyonda gösterilip bir yığın patırtı koptuktan sonra ayrıldım.

EN SEVDİĞİM FİLMİM: SUYUN ÖTE YANI

Hâlâ en sevdiğim filmim ilk çektiğim “Suyun Öte Yanı”dır. En beğenilendi, mübadeleyi anlatır. Aslında bir üçleme yaptım; “Suyun Öte Yanı”, “Salkım Hanımın Taneleri” ve “Güz Sancısı”. “Yaz Yağmuru” ise Ahmet Hamdi Tanpınar sevgisiyle çekilmiş bir uyarlamadır. “80. Adım” da 68 kuşağından üç arkadaşın serüvenlerine 90’lardan bakıştır. O da Mehmet Eroğlu’nun “Yarım Kalan Yürüyüş” adlı romanından uyarlamadır. Siyasi sinemayı seviyorum. Toplumla güçlü bağlar kuran, topluma ayna tutan projeler üzerine çalışmaktan çok keyif alıyorum. Televizyon, sadece bir eğlence aracı değil aynı zamanda bir iletişim aracı ve bu iletişimi ne kadar üst düzeyde tutarsanız ülkenize de, seyirciye de o kadar hizmet etmiş olursunuz. O zaman da bazı şeyleri göze alarak yapıyorsunuz dizileri.

YURTSEVERLİK BİLİNCİ: KURŞUN YARASI ZEMİN HAZIRLADI

Özel kanallarda yaptığımız ilk dönem işi “Kurşun Yarası”dır. O dizide hem kanal, hem ben büyük kayba uğradık. O zamanlar dönem dizisi diye bir kavram yoktu. O dizinin başarısı “Çemberimde Gül Oya”nın yapılmasını sağladı. “Çemberimde Gül Oya” “Hatırla Sevgili”nin zeminini hazırladı. Şimdi de “Bu Kalp Seni Unutur Mu?” Bunlar problemli alanlar değil; toplumun yaşadıklarıyla yüzleşmesini sağlamaya çalışmak. Geçmişimizle hesaplaşmadan sağlam bir gelecek kuramayız. Bu dizileri ekip olarak büyük bir memleket sevgisiyle yapıyoruz. Yurtseverlik bilinci böyle bir sorumluluk getiriyor insana.

BU KALP SENİ UNUTUR MU? SEYİRCİYE SÜRPRİZLER OLACAK

Hatırla Sevgili o dönemle ilgili kitaplarda satış patlamasına neden olmuştu. Dilerim “Bu Kalp Seni Unutur Mu?” da aynı işlevi görür. Senaryoyu çok değer verdiğim Nilgün Öneş yazıyor. “Hatırla Sevgili”, romantik bir dönemde başladı ve sonra siyaset girdi işin içine. Bu dizi ise 12 Eylül’den bir hafta sonrasından, haşin bir dönemden başladı. İşkenceleri yaşananları becerebildiğimiz kadarıyla yansıttık. Hatırla Sevgili’nin tersine altıncı bölümden itibaren romantikleşiyor ve karakterlerimizin hikâyesi başlıyor. Türkiye değişirken karakterlerimiz de değişime uğruyor. Bunu anlatmak, bana 12 Eylül’ü anlatmaktan daha değerli geliyor. 2002’ye kadar gelecek, AKP’nin iktidar oluşuyla bitecek. Dizinin başka sürprizleri de var seyirciye.

DANIŞMAN KADROSU: YAPTIĞIMIZ İŞLER BİRARAYA GETİRDİ

“Bu kalp seni unutur mu”da hemen her kesimi temsil eden bir danışman kadromuz var. Murat Belge, Mümtaz’er Türköne, Ferhat Kentel, Ertuğrul Kürkçü, Yasin Aktay, Fehmi Koru, Tuğrul Eryılmaz. Düşüncelerine değer verdiğimiz ve bu projede olmalarından mutluluk duyduğumuz insanlar. Tuğrul bütün işlerimde yardımcı oluyor bana. Mümtaz’er Bey, Hatırla Sevgili’de danışmandı, bu kez yazar grubunda. Murat Belge ise gençliğimden beri işbirliği yaptığım biri. Bu insanları daha önce yapılan işlerin kalitesine duydukları inanç bir araya getirdi. Teklif ettiğimde keyifle katıldılar. Hatırla Sevgili’yi sevmişlerdi, iyi niyetimize inanıyorlardı.

PROJE TASARIMCISIYIM: EKİBİMLE YARATIRIM

Bizim işlerin yapımcılığı Ilgaz Giritlioğlu ve Bahadır Atay yapıyorlar. Projeyi hayata geçiren ve koordinasyonu yürüten kişiyim ben. Genel olarak ilk fikir benden çıkar, o fikri en iyi hayata geçirebilecek yönetmen, yazar ve müzisyenle duygularımı paylaşırım. Dizinin seyircinin karşısına çıkana kadar bütün evrelerini takip ederim.

ESERLERİNDEN KOLAJ YAPACAĞIM: SANATÇIYA SAYGI DURUŞU

Bir yazarın bütün eserlerini ve karakterlerini birleştirerek, ucuz entrikalara kaçmadan, yazarın duygu dünyasına da ihanet etmeden bir dizi hazırlayacağız. Bu yazarın ismini şimdilik gizli tutuyoruz. Böylece çok sevdiğim bu edebiyatçıya bir saygı duruşu yapacağım. Altı ay önce başladık. Önümüzdeki sene hayata geçecek bu dizi.

DOKUNDUĞU YILDIZ OLUYOR: YENİ YÜZLER GEREK

Hep öyle diyorlar da ben sinemanın yeni yüzlere ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Çok yetenekli gençler var ve onlara fırsat vermek gerekiyor. TRT genç yaşta bana büyük bir fırsat sunmuştu. Beren Saat, Tuba Büyüküstün, Bülent İnal, Nejat İşler ve Berrak Tüzünataç, ben keşfettiğim için değil aynı zamanda çok başarılı oldukları için bu noktadalar.

GENELKURMAY’A YANIT: YAŞANANLAR YANSITTIKLARIMIZDAN F AZLA

Genelkurmay, dizide “bazı TSK personelinin tek yanlı anlatıldığı”nı söylüyordu. Ama asla ne yazarların, ne benim, ne de danışmanların böyle bir niyeti olabilir. Bırakın yanlı anlatmayı, tam tersine biz televizyonun sınırlayıcılığı nedeniyle yaşananları küçülterek ve masumlaştırarak verebiliyoruz. Gerçekte yaşananlar bizim yansıttıklarımızdan fazla. Biz yaşananlara ayna tutmaya çalışıyoruz, yapılmış hataların gözden geçirilmesini istiyoruz. Bu toplumun bu yaralarla yaşamaya devam etmemesi için çaba harcıyoruz.

ŞİMDİ METRİS GELİYOR: DİYARBAKIR CEZAEVİ BİR CEHENNEMDİ

“Bu kalp seni unutur mu”daki karakterlerimiz hayal ürünü, yani yazar Nilgün Öneş’in kahramanları onlar. Ama bir yeri isimlendirdiğimiz zaman yüzde yüz gerçekleri yansıtmaya önem veriyoruz. Esat Oktay Yıldıran’ı ismen geçirdik ama orada yaşananların binlerce tanığı var. Diyarbakır Cezaevini ancak seyirciye sunabileceğimiz ölçekte ve iki bölüm işledik. Diyarbakır Cezaevi, o dönem gerçek bir cehennem gibiydi. Şimdi Metris Cezaevi geliyor.

TEKNOLOJİ İLE ARAM YOK: BİLGİSAYAR KULLANMAM

Gerçek anlamda teknik özürlüyüm. İnternet hayatımda hiç yok. Belki içimdeki o romantizm nedeniyle aşırı medeniyeti reddeden birisi oldum. Hâlâ bir senaryoyu o kâğıt hışırtısıyla ve yanına not alarak okuyorum. Sonra biri bilgisayara aktarıyor, basılıyor.

ONLARI UZLAŞTIRAMADIM: İÇİMDE İKİ KADIN YAŞIYOR

İçimde adeta iki farklı kadın yaşıyor. İşteki kadın çok haşindir. Özel hayatımda ise duygusalım. Sanki biri annem, diğeri babam. İkisini uyuşturmayı başaramıyorum. Hatta terapiste gittim. “İçimdeki iki kadını uzlaştırmak istiyorum” dedim. Ama işteki bu titizlik olduğu, yeni şeylere soyunduğum sürece bu uzlaşma mümkün olmayacak.

78 KUŞAĞINDANIM: 68 KUŞAĞINI DAHA İYİ TANIYORUM

Ben 78 kuşağındanım ama 68 kuşağını kendi kuşağımdan daha iyi tanıyorum. Aycan’la evlendikten iki ay sonra İrfan Uçar, Yusuf Küpeli gibi 68 kuşağının sıkı temsilcileri hapisten çıktılar ve uzun süre bizde kaldılar. Kayınbiraderim Necmettin Giritlioğlu’nun hayatını çok iyi inceledim. O günlerden biriktirdiklerimi ekrana aktarıyorum. Eskiden bir ülkücüyü anlayabilmem mümkün değildi. Şimdi Nilgün Öneş’le birlikte anlamaya çalışıyoruz ve bu çabamızı seyirciye yansıtıyoruz. İnsanların kutuplar haline gelmesini anlamaya çalışıyoruz.

BAŞKALARI NE DÜŞÜNÜR? İLGİSİZ BİR EFSANE YÜRÜYOR

Başkalarının benimle ilgili ne düşündüğünü gençlik yıllarımda çok önemsiyordum. Sonra baktım ki benimle hiç ilgisi olmayan bir efsane yürüyor. O zaman aldırmamaya başladım. Ama hayatımda bazı insanlar var ki onların bana dair düşüncelerini her zaman önemserim. Bugün hayatta olmayan Okan Uysaler, en büyük dostumdu. Onu hiçbir zaman unutamam.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 22 KASIM 2009