OSMAN CAN

...

ARAYIŞLAR İÇİNDE BİR KAFASI KARIŞIK

Çok değil, daha iki yıl kadar önce eşbaşkanı olduğu Demokrat Yargı’nın kongresinde konuşurken siyasete uzak bir Osman Can vardı sahnede. “Amacımız, hiçbir siyasi görüş kalıplarına sığmayacak kadar güçlü bir vizyondan doğmaktadır” diyordu. Demokrat, bağımsız ve partizan olmayan bir yargıyı savunuyordu.

Bugünse karşımızda vizyonu AKP’nin kalıplarına sığabilen, partinin yönetimine tırmanmış bir Osman Can var. Sanırım artık “siyasi partilere eşit mesafede olduğu”nu söylediği günleri de unutmak istiyor. Zira web sitesindeki biyografisinden bile silmiş yakın geçmişte Demokrat Yargı eşbaşkanı olduğunu. Oysa kariyerinde önemli bir basamaktı o dernek. Türkiye onu Anayasa Mahkemesi raportörlüğü ile olduğu kadar Demokrat Yargı eşbaşkanlığıyla da tanımıştı.

İnsanın aklına muzır bir soru geliyor. Osman Can, o günlerde de, kendini AKP’ye yakın hissediyordu da bunu gizliyor muydu acaba? Bu soruya “Evet” yanıtı vermek kolay değil. Çünkü “Yalan söylemeyi beceremem” diyen biri o. Hatta “Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrının kapıda size ne söylemesini istersiniz?” sorusuna bile dürüstlüğüyle övünerek yanıt vermişti:

“Beni tanımadın, ancak beni tanıdığını iddia edenlere göre daha dürüst olduğundan cennete hoş geldin!” (20 soru, 22 Şubat 2010, Taraf)

Elbette ateist biri olduğunu söylemek istemiyordu bu yanıtıyla. Tam tersine küçük yaştan beri kendini yakın hissetmişti İslama. Ama hep arayış içindeydi. Belki kulvar değişikliğinin nedeni de burada. Düz bir çizgide ilerleyememesinde, dahası devamlı ikilemler yaşamasında.

Sosyalizme sempati

CHP’li bir aileden geliyor Osman Can. Amcası İlçe Başkanlığı yapacak kadar sıkı bir CHP’liydi. Almanya’da yaşayan babası da Alman Sosyal Demokrat Parti üyesiydi. Evde sürekli haberler dinleniyor, siyaset konuşuluyordu.

Aynı zamanda dindar bir yerdi Osman Can’ın doğup büyüdüğü Iğdır’ın Molla Kamer köyü. Köydeki diğer çocuklar gibi, o da köy imamının Kuran derslerine gitti. İmam, onun ilgisini görünce Arapça ve Fıkıh dersleri de verdi. Dini kitapların yanı sıra tarihi de seviyordu. Ahmet Cevdet Paşa’nın tarih kitabını okumaya başladığında, ilkokul dördüncü sınıftaydı.

Ortaokula geldiğinde ise dini kitaplardan uzaklaşmış, solcu olmuştu. “Devrimcilik, komünistlik sempatik geliyordu” o zaman. Köy ortaokulunda arkadaşlarıyla faşizme karşı yürüyüş yaptıklarında 12 Eylül darbesi daha yeni olmuştu. Darbenin karabasanı köye ulaştığında o kadar rahat olamadılar tabii. “Sosyalizmin alfabesi” gibi kitapların ahırlara saklandığı, gençlerin cezaevine atıldığı günler başlamıştı.

Iğdır’da lise okurken solculuğu bitmişti artık. Babasının “Gel burada oku” ısrarları üzerine gittiği Almanya’da fazla kalamayıp, üniversite için Ankara’ya geldiğinde arayışı devam ediyordu. İslamcı gruplarla tanıştı Hukuk Fakültesi öğrenciliği sırasında. Fethullah Gülen, Ali Şeriati, Seyid Kutup’un kitaplarını okudu. Bir yandan Bülent Tanör, Mümtaz Soysal’in kitaplarını da takip ediyordu. Kısacası, hem Fecir Yayınevi’nden, hem de Dost Kitabevi’nden besleniyordu. Masasının üzerinde dini kasetler de vardı, Duran Duran ve Best of 88 kasetleri de…

Sosyal demokrat düşünceye doğru kaymaya başladığını hissediyordu 1992’de üniversiteyi bitirirken. Yine de master için gittiği Almanya’da, sol hareketlerin yanı sıra Milli Görüşçüler ile de görüşüyordu. Ailesinin de yaşadığı Köln’de Milli Görüş, Fethullah Gülen, Cemalettin Kaplan ve Kürt hareketleri de güçlüydü. (Nuriye Akman, 26 Haziran 2010, Zaman)

Hukuku sevmiyordu

Hukuku sevmeden seçmişti, asıl ilgi alanı tarihti. Bu alanda da bir ikilem yaşamıştı. Ama Almanya’da master ve ardından doktora yaparken iyiden iyiye inandı hukuka. Toplumdaki bütün yanlışlara hukukla muhalefet edebileceğini gördükçe kişiliği ile bütünleştirdi hukuku.

Erken yaşta evlendiği eşiyle birlikte Türkiye’de döndüğünde kariyer planlarının tümü, hukuk akademisyenliği üzerineydi. Yardımcı Doçent olarak Erzincan Hukuk Fakültesi’ne girdi. Okumaya, kendini geliştirmeye devam ediyordu orada da.

Hayat yolunu değiştiren, Anayasa Mahkemesi’nin Antalya’da düzenlediği sempozyum oldu. Sözlerine, Benjamin Franklin’den bir alıntıyla başladı; “Güvenlik sağlamak için özgürlüğünden feragat eden ikisini de kaybeder.” Parti kapatmalardan başladı eleştirmeye, köklü bir Anayasa değişikliği gerektiğine kadar uzandı. (Balçiçek İlter, 4 Şubat 2012, Habertürk)

Erzincan’a döndükten kısa bir süre sonra gelen telefona şaşırdı. Beklemiyordu Başkan Mustafa Bumin’in “Anayasa Mahkemesi raportörlüğü” davetini. Yıl 2002’ydi, hemen valizini toplayıp Ankara’nın yolunu tuttu. Artık "yurt dışına çıktığında sosyal demokrat, Kapıkule’den girdikten sonra kafası karışık bir liberal"di. (32. Gün, 18 Haziran 2010, CnnTürk)

Raportör olarak incelediği ilk önemli dosya, DEHAP davasıydı. “Örgütlenme özgürlüğünün ihlali olur” gerekçesiyle kapatılmaması yönünde rapor hazırladı. Eleştiriler geldi dışarıdan. Iğdırlı olmasının etkisi de arandı bilimsel gerekçelere dayalı raporunda. Eleştirenler arasında sağ basın ağırlıktaydı aslında.

Ne zaman ki, üniversitede türban yasağı, ardından da AKP’nin kapatma davasıyla ilgili raporlar hazırladı; Osman Can o zaman AKP’lilerin ve iktidara yakın duran medyanın sempatisini topladı. Ankara’ya geldikten sonra bir yandan da Çankaya Üniversitesinde “Devlet Teorileri” dersi vermeye başlamıştı; türban raporundan sonra üniversitedeki derslerine son verildi.

Hükümetle pazarlık

Üniversite kendisini cezalandırmaya kalksa da hiçbir raportöre kısmet olmadığı kadar “yıldız” olmuştu. Radikal 2’deki yazıları ve televizyonlardaki konuşmaları büyük ilgi görüyordu. Yarsav’a karşı 2009 yılında Demokrat Yargı’nın kurulması da “aykırı hukukçu” olarak kazandığı bu şöhretin ürünlerinden biriydi aslında. Dernek olarak, 12 Eylül Anayasa referandumuna destek verdiler, “Yetmez ama evet” çizgisindeydiler. Referandum öncesinde büyük yankı yarattı Osman Can’ın “Yüksek Mahkeme Anayasa Değişikliği paketini delerse, iptal kararı yok hükmünde sayılmalı” sözleri. Hukukçular günlerce tartıştı bu aykırı öneriyi.

Asıl tartışma referandumun ardından Demokrat Yargı’nın içinde yaşandı. HSYK’nın yenilenmesi seçimlerinde hükümet ile pazarlık yapmaktan ve seçilmeleri için isim vermekten yanaydı Osman Can. Hükümetle dernek arasında aracılık yapıyordu. Diğer Eşbaşkan Orhan Gazi Ertekin ise karşıydı pazarlığa, böyle bir seçimin demokratik olmayacağını savunuyordu. Sonunda Ertekin kazandı, Osman Can’a da dernekten ayrılmak düştü haliyle.

Çok geçmeden Ankara ile de yolları ayrıldı. Doçent olarak Marmara Üniversitesi’nde göreve başladı. Kendisi için yük haline gelen raportörlüğü de bıraktı. Gerçi onun şöhreti ve demeçleri de Anayasa Mahkemesi için taşınamaz hale gelmişti.

AKP saflarında politikaya atılması onu yakından izleyenleri şaşırtmadı. Partililer de hemen benimsedi, oylarını esirgemediler. Erdoğan’ın onun uzmanlığına ihtiyacı olduğunun da farkındaydılar. Ne de olsa Osman Can, yüksek lisans tezi “Türk ve Alman Hukukunda Cumhurbaşkanının Hukuksal Konumu” olan bir anayasa hukukçusu. İkilemleri bitti mi, onu kestirmek zor...

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 7 EKİM 2012

© 2019 Faruk Bildirici - Medya Ombudsmanı. Tüm Hakları Saklıdır.