NÜKET YETİŞ

...

Prof. Dr. Nüket Yetiş’in TÜBİTAK Başkanlığına atanma süreci hayli sancılı oldu. 2004’te vekâleten getirildiği göreve ancak Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasının ardından yasa da değiştirilerek geçen yıl atanabildi. Sürecin böyle gelişmesinden üzülse de o şimdi hem kendinden hem de hükümet ile ilişkilerinin seyrinden çok mutlu.

TÜBİTAK BAŞKANLIĞI: EŞİM BENİ İKNA ETTİ

1975’ten beri TÜBİTAK’lıyım. 1980 - 2000 arasında İTÜ ve Marmara Üniversitesindeki görevlerim sonrasında, TÜBİTAK’ın enstitülerinden TÜSSİDE’de müdür olarak çalışıyordum. Başbakanlıktan teklif geldiğinde öyle bir isteğim, beklentim yoktu. Hayatını bilime, araştırmaya adamış bir kişi olarak, düşündüklerimi hayata geçirme fırsatı elde edeceğim için kabul ettim. Bunun en büyük müsebbiplerinden biri de eşimdir. Ben gönülsüzdüm ama Türkiye’de araştırmanın önünü açacağımı söyleyerek beni ikna etti. Kendimi bu odada buldum. Namık Kemal Pak hoca, değer verdiğim, sevdiğim bir insandı. Başkanlığa atanmamdan sonra hiç yüz yüze görüşmedik. Bu gelişmelerden mutlu olmadığını duydum. Zaten hukuki yollara da başvurdu. Başkan olarak atanmadan önce, uzun süre vekâleten görev yaptım. Böyle olmasa tabii ki daha güzel olurdu.

ÖNCELİK LİSTEM: TSK İLE İÇ İÇE ÇALIŞIRIZ

Göreve başladığım ilk günlerde durumu gözden geçirip bir öncelikler listesi oluşturdum. Birinci hedefim, bilim ve teknolojinin ülke gündemine taşınmasıydı. İkincisi, bilim insanlarının hak ettikleri yere ve ortama kavuşmasıydı. Üçüncüsü de savunma araştırmalarının önünün açılmasıydı. TÜBİTAK, TSK ile iç içe çalışan, araştırma enstitüleri ile projeleri hayata geçiren bir kurum. Son dönemde, savunma alanında TÜBİTAK kaynaklarından 550 milyon dolar gibi bir bütçeli proje portföyü oluştu. Enstitülerimizde çok sayıda proje tamamlandı ve çoğu da devam ediyor. Bu projelerin ayrıntılarını veremiyoruz, gizlidir. Bizim dönemimizde desteklenen üniversite ve sanayi projelerinin sayısında tarihi bir sıçrama oldu.

TÜBİTAK’IN ATILIMLARI: İNÖNÜ DÖNEMİNDE SIÇRADI

1963 yılında TÜBİTAK’ın kuruluşu, Türkiye için bir atılımdır. TÜBİTAK, her dönemde çok önemli işlevler görmüştür. TÜBİTAK’daki önemli sıçramalardan biri de Sayın Erdal İnönü Başbakan yardımcısı olduğu, Prof. Dr. Tosun Terzioğlu döneminde gerçekleşti. Kanaatimce, üçüncü atılım da 2004 sonrasında bizim dönemimizde başladı. Buradaki çalışmalardan heyecan duyuyorum. Ben her zaman sevdiğim ve heyecan duyduğum işi yaptım.

HÜKÜMET İLE İLİŞKİLER: BAŞBAKAN HAMİYESİNE ALDI

Hükümetle yolumuz, bilim teknoloji alanında en yetkili politika ve strateji organı olan Bilim Teknoloji Yüksek Kurulu’nda kesişir. Yılda en az iki kere toplanması gereken Kurul, 1982’den 2003’e kadar sadece dokuz kere toplanmıştı. Kurul, 2004’ten itibaren düzenli olarak, yılda iki kere toplandı. Aralık ayında, 20.sini yapacağımız toplantılara 11 kez Başbakanımız başkanlık etti. Sayın Başbakan bilim ve teknolojiye öncelik verdi ve himayesine aldı. Krize rağmen 2009’da kurumumuza 200 milyon lira ek bütçe tahsis edildi. Bu artış, Başbakanın iradesiyle oldu. Bilim Teknoloji’den Sorumlu Devlet Bakanımız Mehmet Aydın, ülkemizde bilim ve teknolojinin önünün açılmasında liderlik yapıyor ve çok önemli katkılar sağlıyor. Kendisi ile sürekli görüşüyor, bilgi alışverişinde bulunuyoruz. Gerekli hallerde de Bakanımızla birlikte Başbakanımızla görüşüyoruz.

TÜBİTAK’IN ÖZERKLİĞİ: SİYASİ MÜDAHALE ÖRNEĞİ VARSA GETİRSİNLER

Bilimsel bir kurumun siyasi müdahalelerden ve kararlardan bağımsız, otonom olması gerekir. TÜBİTAK, dünya standartlarında, bağımsız ve otonomdur. Bizde Bilim Kurulu kuralları belirler, programları açar. Programlarına yapılan başvuruları, alanında uzman panalist, hakem, danışman gibi isimlerle görev yapan kişiler değerlendirir. Bırakın siyasi müdahaleyi, benim de müdahalem söz konusu değildir. Biz sadece idari olarak, bütçe açısından bakarız. Uzmanların hayır deyip de bizim evet dediğimiz bir tane proje örneği varsa bunu bana getirsinler. Altı senedir görevdeyim, şu projeye destek verilsin, şu eleman alınsın gibi hiçbir siyasi müdahale olmadı. Zaten bizim süreçlerimiz çok şeffaftır.

ÇOCUKLUĞUM: MUTLU BİR AİLEDE BÜYÜDÜM

Mutlu ve huzurlu bir aile ortamında büyüdüm. Dört çocuklu bir ailenin en küçük çocuğuydum. Eskişehir’de doğdum büyüdüm. Annem ve babamın kökleri Bozüyük’e dayanır. Benim için Bozüyük hatırası, tatillerde anneanne ve babaanne ziyaretleri ile sınırlı. Annem bizleri okutabilmek için terzilik yapardı. Babam elektrik teknisyeniydi. Eskişehir Hava İkmal Merkezinde, işçi statüsünde çalışırdı. Pazar günlerini hatırlıyorum. Sobalı bir ev düşünün, çünkü ben 50’lerin çocuğuyum. Annem bir tarafta dikişini diker. Biz de ya anneme yardım ederiz, ya da bir kenarda ders çalışırız. Babam yüksek sesle bizlere Sefiller gibi klasikleri okurdu. Radyoda “Çocuk Saatini” dinlemek için Cumartesi günlerini iple çekerdim. Kış sonunda sobalar kalkarken epey telaşe olurdu. Mutluyduk, ağabeyim tıbbiyede, büyük ablam eczacılık fakültesinde, küçük ablam ortaokuldaydı. Yaz ayları ve Şubat tatillerinde ağabeyimin ve ablamın dönüşünü heyecanla beklerdim. İstanbul’dan oyuncak getirirlerdi.

İŞGALDE ESKİŞEHİR’E KAÇMIŞLAR: ANNEM CUMHURİYET KIZI OLMUŞ

Dedem Hoca Hüseyin efendi, medreseyi bitirmiş. Din alimi, yazdığı kitapları varmış. Tabii bunlar bizim elimize geçmedi. İstiklal harbi sırasında Kuva-i Milliye’ye katılmış. Yunanlılar Bozüyük’e gelince ailesini alıp Eskişehir’e kaçırmış. Orada Tatar mahallesinde oturmuşlar. Annem de sokakta çocuklarla oynarken Tatarca öğrenmiş. Bazen bize Tatarca şarkılar söylerdi. Dedem, medreselerin kapatılmasından sonra Bozüyük’te demirci ustalığı yapıyor. Aydın bir insan, çocuklarını İstanbul’dan getirttiği kitaplarla eğitiyor. Bizim evde Osmanlıca yazılmış çocuk ansiklopedileri vardı. Dedem annemlere okurmuş, o da bize okurdu. Annem, ilkokulun yarısını Osmanlıca yarısını Latin harfleri ile okumuş. Babam da öyle. Babam seyahate gittiğinde birbirlerine mektuplarını Osmanlıca yazarlardı. Biz okuyamıyalım, diye. Cumhuriyet ilan edildiği zaman annem ilkokuldaymış. Kutlamalar sırasında onu Cumhuriyet kızı yapıyorlar. Gelinlik gibi beyaz bir elbise giydirmişler. O elbiseyi, bizzat dedem dikmiş. Annemin bir arkadaşıyla birlikte bir cipin üzerine oturmuş, Bozüyük sokaklarında gezerken çekilmiş fotoğrafı hâlâ durur.

BABAM İZİN VERMEZDİ: MASTER BİTİNCE EVLENDİM

Annem bizi hem kültür, hem de beceri yönünden iyi yetiştirdi. Mesela ben elbise dikebilirim. Tabii son yıllarda dikemedim ama böyle becerileri öğrenerek yetiştik. Annem ilkokulu bitirmiş, babam ortaokuldan ayrılmış. Babamın en büyük isteği bizim iyi eğitim almamız, okumamızdı. Kızlarının üniversiteyi bitirmeden evlenmesine sıcak bakmazdı. Ben de üniversite bitince nişanlandım, yüksek lisans yaptıktan sonra evlendim. İyi bir tahsil almamda babamın rolü çok büyüktür.

ROL MODELİM DEĞİŞİYORDU: ATATÜRK OLMAYI HAYAL EDERDİM

Valla o değişiyordu. Ablamlar üniversite sınavlarına giriyorlardı, ben henüz ilkokula gitmiyorum. Arkadaşları geliyor, biri tıp fakültesine girecek, diğeri eczacı olacak, kuzenim mimar olacak diye konuşuyorlardı. Ben de onlardan duyduklarıma göre her gün başka bir meslekten olurdum. Atatürk olmayı hayal ederdim. Bazı öğretmenlerimi hayranlıkla izlerdim.

KENDİMLE YARIŞIRIM: HOCAM BİRAZ FRENE BASALIM

Ben hep kendimle yarıştım. Belki yarışma demek de doğru değil, iyi işler yapmak, yaptığımı daha iyi yapmak, şeklinde bir çabam oldu. Sürekli gelişmek ve geliştirmek için yakalanan fırsatları değerlendirmek, bazen yorucu olabiliyor. Bu nedenle mesai arkadaşlarım da zaman zaman “Hocam biraz frene basalım.” uyarısında bulunur.

HESAPLI RİSKLERE GİRERİM: HEP Z PLANIM VARDIR

Hesaplı risklere girerim. Her zaman bir Z senaryom vardır. Bir olay olduğu zaman arkadaşlarıma “Bunun en kötüsü ne olur?” diye sorarım, bir beyin fırtınası yaparız. Z senaryosuna hazır olunca A,B,C,D’ler sizi çok etkilemiyor. Z senaryosu çok beklenmedik durumlarda devreye girer. Bazen kendimi on sene sonraya götürüm veya olaylara tepeden bakmaya çalışırım. Buna “çatıya çıkmak” derim. On sene sonrasına gittiğimi düşleyerek o güne uzaktan bakarım. On sene önce üzüldüklerinize şimdi gülüp geçiyorsunuz. On sene sonra da bugün üzüldüklerinize güleceksiniz. Herkese olaylara tepeden bakmalarını tavsiye ederim. Genelde iyimserimdir, hep mutluyumdur. Kendimi enerjisini, zamanını negatif olaylara ayırmayan, vaktini kavgayla geçirmeyen bir insan olarak tanımlarım.

ROBERT KOLEJDE OKUDUM: ÖĞRENCİLİĞİM ZEVKLİ GEÇTİ

Küçük ablamın eşi Robert Kolej’den mezundu. Üniversite eğitiminde Robert Koleji seçmemde onun büyük etkisi oldu. Liseyi bitirince, o zamanki adıyla, Robert Kolej Yüksek Okulu sınavına da girdim. Kazandım, burs aldım. Burslu olmasa gidemezdim zaten. Eskişehir’i, ailemi çok özlerdim. Hafta sonları İstanbul’da oturan küçük ablamın yanına çıkardım. İstanbul, Robert Kolej ve sonra Boğaziçi Üniversitesinin kişisel gelişimimde önemli bir yeri vardır. Türkiye’nin çalkantılı dönemi olmasına rağmen orada güzel bir öğrencilik dönemi geçirdik. Öğrencilik günlerim çok zevkli geçti. Müzik, resim, sanat tarihi ile uğraştım. Suluboya resim yaptım. Folklor kulübüne devam ettim. Dans için yeteneğim yoktu, folklor araştırmaları yaptım. Türk müziği korosunu kurduk, koroda şarkı söyledim.

EŞİM BENİM İÇİN KIYMETLİDİR: ÇOK İYİ BİR HAYAT ARKADAŞIDIR

1973’te nişanlandık. 1975’te masteri bitirdikten sonra evlendim. Eşim Önder Yetiş, benim için her şeyden önce çok iyi bir hayat arkadaşı. Benim için en kıymetli insan. Ülkemizde, bilim ve teknoloji alanında pek çok ilkleri başarmış biridir. Eşimin alanı elektronik, o da 1974’te TÜBİTAK’ta çalışmaya başlamıştı. Bir süre özel sektörde çalıştıktan sonra 1994’te Kurum’a geri döndü. TÜBİTAK Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü (UEKAE)’nü kurdu. Halen UEKAE Müdürü. İki çocuğumuz var. Kızımız evlenince bir de oğlumuz oldu. Kızlarımızdan biri, iktisadı bitirdi Amerika’da sosyoloji doktorası yapıyor. Diğeri benim mesleğimi seçti, Hollanda’da endüstri mühendisliğinde master yapıyor.

AKADEMİK YAŞAM: FAKÜLTEM ÜÇÜNCÜ ÇOCUĞUMDU

Akademik kariyerim öyle dümdüz bir çizgide gitmedi. Boğaziçi Üniversitesi’nde kimya mühendisliği okudum. O dönemde gözde branştı. 1968, petro kimya sanayinin zirveye çıktığı yıllardı. Sonra işletmede master yaptım ve TÜBİTAK’a girdim. Yöneylem Araştırması Ünitesinde beş sene çalıştım. 1980’de İstanbul Teknik Üniversitesi’ne geçerek endüstri mühendisliği doktorası yaptım. Doktoramı, çok hızlı şekilde iki senede bitirdim. Marmara Üniversitesi’nde Mühendislik Fakültesini kurdum. Hayatımdaki en önemli ve heyecan verici duraklardan biridir. Fakültenin, Avrupa Kalite Ödülü finalisti olması gurur vericiydi. O fakülte üçüncü çocuğum gibiydi. Yöneticilik akademik çalışmalarımı bir miktar gölgeliyor ama üretim yönetimi, teknoloji yönetimi ve kalite yönetimi zaten alanım. Teorisini yaptığım konuların laboratuarındaydım.

REKTÖR ADAYI OLDUM: HER TÜR SÖYLENTİ ÇIKTI

Maalesef üniversitelerde seçimlerde rektör adayları için söylentiler çıkıyor. Marmara Üniversitesi Dekanlığım sırasında yaptıklarımı üniversiteye yaymak için rektör adayı olmuştum. Hiçbir arkadaşım için olumsuz bir şey söylemedim. Benim için tarikat üyeliğinden, gençliğimde çarşaf giydiğime kadar birçok söylenti çıktı. Hatta gözümün mavi olması, makyaj yapmamamdan, Marksistliğime… Bu söylentileri örnek olarak sizinle paylaşıyorum. Her görüşe saygı duyan ve eşit mesafede duran biriyim. Seçimlerden ikinci olarak çıktım ama YÖK, adımı listeye almadı. İyi bir deneyimdi. TÜBİTAK’ta başkan olunca o söylentiler maalesef yeniden gündeme geldi. Ancak kendinizden eminseniz bu tür negatif olaylar etkisini yitiriyor. Uzun dönemde gerçekler ortaya çıkıyor.

DARWİN YAZISINI ÇIKARMAMIZ: BİR İŞ KAZASIYDI

Darwin yazısının dergiden son anda çıkarılması olayı iç süreçlerimizdeki bir aksaklıktan kaynaklandı. Bir iş kazası yaşandı. Zaten evrim teorisi ile ilgili özel bir sayı hazırlayacaktık. Amacımız evrim teorisini ve Darwin’i, TÜBİTAK’a yakışan şekilde ele alan bir sayı hazırlamaktı. Nitekim Haziran ayında bu sayıyı yayınladık. Neden evrim teorisini ve Darwin’i dergimize koymayalım ki? Maalesef, bu konuda gereksiz, yapay bir gündem yaratıldı.

TEKNOLOJİYİ SEVERİM: BİLGİSAYAR BAĞIMLISIYIM

Doğal olarak bir bilgisayar bağımlısıyım. Ancak, bilgisayar kullanımı sadece gözleri yormuyor, elleri de yoruyor. O yüzden fare (Mouse) kullanmıyorum. Artık kendimle kitap okuma mücadelesi veriyorum. Ama çok komplike cihazları sevmem. Mesela çok komplike bir cep telefonunun tüm fonksiyonlarını kullanmayı öğrenmek için yeterli vaktim yok.

MÜZİK AYIRT ETMEM: SESSİZLİĞİN SESİNİ SEVERİM

Bach’ı da aynı zevkle dinlerim Meragi’yi de. Her gittiğim ülkeden muhakkak o ülkeye özgü en az iki müzik CD’si alırım. New Age tarzı müziği de severim. Kültür Bakanlığı’nın her ilin türkülerinden oluşan bir serisi var. Tüm seriyi aldım. Zevkle dinliyorum. Sessizliğin sesini çok severim. Yorgun zamanlarımda mesela bizim Gebze Yerleşkemizde, deniz kıyısında veya ormanda yürürken, rüzgârın sesi benim için en dinlendirici müziktir.

DEPREMİ YAŞADIK: ÇADIRDA KALMAK EĞLENCELİYDİ

Beş yaşındayken Eskişehir’de depremi yaşadık. Ablamın yattığı odanın tavanı çöktü. Bizim için korkunç bir geceydi. Ama sonrası biz çocuklar için eğlenceli oldu. Günlerce eve giremedik, bir çadırda kaldık. Biz komşu çocuklarla gülüp oynuyorduk. Ancak büyüklerimiz için zor günlerdi tabii. Sonra tavan tamir edildi evimize geri döndük.

KLASİKLERİ OKUDUM: HARÇLIĞIMLA KÜTÜPHANE KURDUM

Çocukken Doğan Kardeş dergisi vardı, onu çok severdim. Annem şiirler okur, bize şarkılar, marşlar öğretirdi. Bana ilkokula gitmeden İstiklal Marşı’nın 10 kıtasını ezberletmişti. Sonra kitaplara merak sardım. Annemler harçlık verirdi, hep gider kitap alırdım, iyi bir kütüphane kurmuştum. Birçok dünya klasiğini ortaokulu bitirene kadar okumuştum.

ESKİŞEHİR’İ ÖZLERİM: ESKİ RESİMLERE BAKMAK GİBİDİR

1968’den beri İstanbul’dayım. Eskişehir artık geride kaldı, tabii özlüyorum. Hani İngilizce bir şarkı vardır. “Evimin yemyeşil çimenleri-Green Green Grass Of Home”. Eski çocukluk günlerinin rüyasını görüyor, sonra bir uyanıyor ki duvarlar gri. Ben de Eskişehir’e, eski sokağımıza gidince, kaybettiğim yakınlarımın resimlerine baktığımda burukluk hissediyorum.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 29 KASIM 2009