MUZAFFER İLHAN ERDOST

...
Fotoğraf: Fahir ARIKAN

YALNIZ KARDEŞİM İÇİN SUÇDUYURUSUNDA BULUNMAM

İşkenceler, idamlar, gözaltılar, kitap toplamalar ve insan hakları ihlalleri ile tarihe geçen 12 Eylül’ün mağdurlarından biri şair, yazar ve yayıncı Muzaffer Erdost. Kardeşi İlhan, askeri cezaevinde gözlerinin önünde dövülerek öldürüldü ama sorumlular layıkıyla yargılanmadı. O da katillere inat, kardeşinin de adını alıp Muzaffer İlhan Erdost oldu. Şimdi ikisi bir bedende, tek kimlikte yaşıyor…

CİNAYETTİ: KARDEŞİMİ DÖVEREK ÖLDÜRDÜLER ADINI ALDIM

12 Eylül’e yaklaşıyorduk. Günde, siyasi nedenlerle 10 kişinin öldürüldüğü bir iç savaş, bir kaos yaşanıyordu. Kitaplar depoda birikmiş, satışlar düşmüştü. Basımevini tasfiye ediyorduk. Giyotinlerden biri satılmış, satın alanlar tarafından sökülmüştü. Sabahleyin götürmeye gelenler basımevinin kapısının mühürlendiğini görmüşler. Polis, kitapevinden de beni aramış. Emniyette bana bir kâğıt gösterdiler. İlhan ile benim için sıkıyönetimden gönderilmiş bir yakalama emri. Kâğıdın altında el yazısıyla, "Delil bulunmadığı takdirde derin uygulama yapılması" diye yazıyor. Derin uygulama ne? "Ağır işkence yapın demektir" dedi komiser. "Biz gestapo değiliz, sırf eziyet olsun diye işkence yapmıyoruz, konuşturmak için yaparız" diye de açıkladı durumu. Üç dört gün beni bırakmayınca İlhan da geldi. Bizi 5 Kasım 1980 günü sabahı sıkıyönetime götürdüler. Akşama kadar bizi tuttular orada. Gece bizi Emniyete geri getirdiler. "Alın bunları siz öldürün" demek istiyorlardı. Üçüncü gün, akşam 17’de gözaltı kararı çıktı. Kararda "Sahibi oldukları basımevinde çok sayıda yasak sol yayın bulundurmaktan" diyor. Hiç ilgisi yok. Kapatılmış bir basımeviydi, içerde Halit Çelenk’in İdam Gecesi Anıları ile Okulun Toplumsal İşlevi adlı kitaplar vardı. Yasak yayın yoktu. Komutanlığın 25 Ekim tarihli bir yazısıyla, ama bizim gözaltına alınmamızdan, yani 7 Kasımdan bir ay sonra basımevi açılacaktı. Olmayan yasak kitaplar için bizi gözaltına almışlardı! Amcamın arabasıyla, bizi Emniyetten Sıkıyönetime getiren polis memuruyla birlikte Mamak 1 No’lu cezaevine götürüldük. Merdivenli odada kayıtlarımız yapıldı, saçlarımız kesildi, fotoğraflarımız çekildi. Bize sopayla dayak attılar. Erlerden biri kademeye telefon etti, "C Blok’a gidecek iki tutuklu var, büyük araç gönder. Küçük araç olmaz anlarsın ya!" dedi. Büyük araç istemelerinin nedeni ayakta dövebilmekti. Sonra muhafız erler geldi. Astsubay, bizim anamızı ağlatması için talimat verecek olan yüzbaşının yanından döndükten sonra dışarı çıkarıldık. Çantalarımızı ararken astsubay bize "İçerisi sizin zehirlediklerinizle dolu. On yaşındaki bebeleri zehirlediniz" dedi. Dört asker, bizi coplayıp tekmeleyerek araca bindirdi. Araç içinde ayağa kaldırdılar, dövmeye başladılar. İki kişi beni, iki kişi İlhan’ı dövüyordu. Bir ara baktım İlhan yüzükoyun düşmüş, tekmeliyorlar kalk diye. Yekindim, beni tuttular. Uzun bir süre araç içinde dövüldük. Dövülürken araç durdu, bizi aşağı indirdiler. Hazırola geçirip yürüttüler. Sonra geri çağırdılar. İlhan beyin kanaması geçirdiğini anlamış olacak ki, "Küçük kızımı uyandırmadan geldim, bizi dövdürmeyin komutan!". dedi astsubaya. Astsubay el işaretiyle bizi yeniden dövdürdü. Sonra içeri alınacağımız koğuşun tel örgü kapısına doğru yürüttüler. İlhan burada da yüzükoyun kapaklandı. Kaldırmak istedim, beni bırakmadılar. Astsubayın karşısında hazırola geçirdiler. Şişmiş ellerimizi yanlara yapıştıramayınca astsubay "Bir patlatılmadık hayalarınız kaldı, şimdi onları da patlatırlar!" dedi, el işaretiyle, yeniden dövüldük. Tel örgülerden avluya alındık. Bizi, sağda, kapalı olan bir kapıya doğru yürüttüler. Arkamızdan koşup kapı boşluğunda yeniden dövdüler. Işıkları yanan koğuşun kapısına doğru yürütülürken İlhan düştü, başını çiçek tarhlarına çarptı. Zorlukla doğruldu. Koğuşa aldılar bizi. Bir kanepeye oturduk, İlhan pencereye doğru gitti. Dönerken, midem bulanıyor kusacağım diye bağırdı. Düştü yığıldı İlhan. Biri koştu, şekerli su getirin diye bağırdı. Beni götürüp içerde bir yere koydular. Biraz sonra İlhan’ı, göğsü soyulmuş olarak iki kişinin kollarında beni uzattıkları ranzanın yanına getirdiler. Göz göze geldik. O anda dizinin üzerine çömeldi, öyle kaldı, kolları sarktı. "İlhan! İlhan!" dedim, ses vermedi. Onu yatağa uzattılar. Biri "nabzı durmuş" dedi. Sonra dışarı haber verdiler. Üç kişilik bir ekip geldi, yatırıldığı battaniyenin üzerinde İlhan’ı alıp götürdü. Sonra beni aldılar, daha yukarda boş bir koğuşa koydular. Bir hemşire ve sağlıkçı bir astsubay, zorla yatırıp iğne yaptılar bana. Onun etkisiyle boğuntu içinde uyumuşum. Ertesi sabah savcı ifademi aldı. "Ölü İlhan Erdost" dediler, kimliğini koydular masanın üzerine. Bir süre ifade veremedim, ağladım. Salı günü Halit Çelenk ağabey beni görmeye gelmişti. Cenazede bulunmak istediğimi söyledim. Savcılığa ve komutanlığa iletilmiş. Akşam geç vakit beni bıraktılar. Ertesi sabah GATA morgunda imam yıkarken buldum İlhan’ı. Hacıbayram Camisinden Karşıyaka Mezarlığına götürdük. Orada bıraktım İlhan’ı. İlhan adını almaya, öldürüldüğünü anladığım an karar vermiştim. O günden itibaren adım Muzaffer İlhan oldu. Yeni kitapevinin adını da "İlhanilhan" koydum. Aynı isimde İlhan için yazılmış şiir, yazı, konuşmalardan oluşan bir kitap yayınladım.

YEDİ YIL SÜRDÜ: YARGI DA CİNAYET DE YUKARIDAN KOTARILDI

Yedi yıl sürdü yargılama. Cezaevi Komutanı Albay Raci Tetik, "Ben bellerinden aşağı birer çubuk vurun dedim ileri gitmişler" dedi. Görevli olmayan, özel görevle bindirilen er Kısmet Çağlar’a sekiz yıl, diğer üç ere ve Astsubay Şükrü Bağ’a 10 yıl 8’er ay ceza verildi. Askeri Yargıtay, erlerin cezasını onadı, onlar yattı. Astsubayın cezasını onamadı. Yargıtay Askeri Savcılığı itiraz etti. Askeri Yargıtay Ceza Daireleri, başsavcılığın itirazını yerinde bularak mahkûmiyet kararını onadı. Dava bitti. Astsubay Şükrü Bağ’ın avukatları davanın yenilenmesi isteminde bulundu. Muhabere Okulu’ndan teknisyen astsubaylar tarafından bindirildiğimiz reo aracının dışarıya ses ve görüntü vermediği raporu verilmiş. Yani Astsubay Şükrü Bağ, bizim dövüldüğümüzü görmemiş, dövülme seslerini de işitmemiş. Askeri Yargıtay 5.Daire, astsubayın yeniden yargılanmasına karar verdi. O zaman,  Askeri Yargıtay Başsavcılığından yüksek rütbeli bir savcı, Nevzat Helvacı ile bana tarihe yazdırılacak şu sözleri söyledi; "Biz Askeri Başsavcılık olarak İlhan Erdost davasında elimizden geleni yaptık ama bu iş yukardan kotarıldı." Yalnızca astsubayın kurtarılması değil, İlhan’ın öldürülmesi de yukardan kotarılmıştı. Astsubaya, bizim konduğumuz tutuklular bölümü ile muhafızlar bölümü arasındaki kapıyı kilitlemediği için, görevi ihmalden, önce üç yıl, sonra altı ay ceza verildi.

VETERİNER: SADECE ASKERDE VETERİNERLİK YAPTIM

Çok zor okuttu babam beni. Artova’da bir bakkal dükkânı vardı. Tokat’ta okuyordum. Pansiyon paramı zor veriyordu. Sonra tamamen yoksullaştı, defineciliğe başladı. Evi de satmıştı. Sivas Lisesi’nde okudum, lisenin son sınıfında da Çorum’a gittim, oradan mezun oldum. O zaman burslu olan iki fakülte vardı, Veteriner ile Ziraat fakülteleri. Fen şubesinden yüksek dereceyle mezun olmuştum. Veteriner Fakültesi, alınacakların listesini yayınladığı gün, Veteriner fakültesine kaydoldum, 100 lira burs parasını almıştım. Beş yıl fakülte. Mezun olacağım dönemde bir dersten ikmale kaldım. Pazar Postası’nda yazı müdürü olarak çalıştım. 1956 Kasımında mezun olunca gazeteciliği seçtim. Sadece yedek subayken Şemdinli’de yaptım veterinerliği.

MİT VE POLİS FİŞLEDİ: YAZMAYA LİSEDE BAŞLADIM

Lise ikinci sınıftayken Sivas’ta Ülke diye bir gazete vardı. Kemalettin Kamu ile ilgili iki gün süren bir çalışmam yayınlandı. Yücel’de genç şairler bölümünde şiirim yayınlandı. Fakülteye geldiğimde Seçilmiş Hikâyeler dergisinde öykülerim, Ufuklar’da şiirim ve yazım yayınlanıyordu. Cemil Sait Barlas’ın, Pazar Postası, sol eğilimli bir gazeteydi. Önce yazılar yazdım o gazeteye. Sonra orada çalışmaya başladım. Cemil Bey, gazeteyi İstanbul’a taşırken bizi Ulus’a aldırdı. Komünist olarak tanındığım için beni gazeteye değil de gazetenin basıldığı basımevine aldılar. Daha Çorum lisesindeyken adım komüniste çıkmıştı. Askere giderken MİT’te ve poliste yeterince fişlenmiştim. MİT’teki fişlenmem de şu, Pazar Postası kapanınca bir ara "Açık Oturum Yayınları" diye bir yayınevi kurmuştum. Cezayir’de Fransız generallerin işkence yaptığı Henri Alleg’in La Question kitabını yayınladım. 27 Mayıs’tan sonra o kitaptan dolayı fişlendiğimi öğrendim. 12 Eylül’de 1.Şube’ye alındığım zaman masanın üzerinde bir kâğıt yığını vardı. Komiser muavini üstünden bir kâğıt çekti, "Sen, fakültede yaptığınız etkinlikte okuduğun şiiri hatırlıyor musun" dedi. Okudu o şiiri. Öğrenciliğimden beri takip edip toplamışlar her şeyi.

POLİTİKA: PARTİLERE GİRMEMEK TERCİHİMDİ

14 Mayıs 1950’de DP’nin büyük çoğunlukla kazandığı dönemde biz aile olarak CHP’liydik. Ama ben CHP’ye üye olmadım hiçbir zaman. Daha çok sol, sosyalist çevrelerle birlikteydim. Orhan Duru fakülteden, Cemal Süreya fakülte yıllarından yakın arkadaşlarımdı. Turgut Uyar, İlhan Berk, Tarık Dursun K. gibi birçok edebiyatçı ile iç içe gibiydik. Ceyhun Atuf Kansu’yu, Talip Apaydın’ı Turhal’dan tanıyorum. Ahmet Arif ve Cemal Süreya, Ulus’ta gece amirliği yaparken geceleri basımevine gelirlerdi. İşçi Partisi’ne de girmedim. Ama Mihri Belli’lerin çıkardığı Türk Solu’nda, M. Ali Aybar’ın yazılarını eleştirdiğim ve sonra kitap haline getirdiğim çalışmam yayımlandı. Yayıncılığa başladığımda şunu söyledim: Marksist klasikleri yayınlıyorum, bunları bir partinin yayın organına dönüştürmem. Benim için bilinçli bir tercihti partiye girmemek.

SOL YAYINLARI: MARKS VE LENİN’İ İLK BEN YAYINLADIM

Askerden sonra beni Ulus’a almadılar. Altı ay işsiz kaldım. Ben de Sol Yayınları’nı kurdum. Kasım 1965’te ilk altı kitabı çıkardım. O zaman yayınlara Sol yayınları ismini vermek bile önemliydi. İlk kitaplar arasında Lenin’in Emperyalizm’i, Marx’ın Ücret Fiyat Kar’ı vardı. İlk kez Lenin ve Marx yayınlanıyordu Türkiye’de. İlk yargılanmam Mao’nun kitabı "Teori ve Pratik"ten oldu. Üç gün tutuklu kaldım, sonra beraat ettim. Arkasından Stalin’in, "Marksizm ve Milli Mesele"sinden yargılandım, ondan da beraat verildi. 15 kitaptan falan yargılandım. İlk kez Lenin’in, Ne Yapmalı’sından mahkûm oldum. O süreçte hukuki sorun olabilecek metinlerde takma adlar kullandım. Milli Birlik Komitesi’nin çıkardığı 8 No’lu kanuna dayanarak altı kitap toplandı. Dördü benim kitaplardı. Danıştay’da dava açtık, daha karar çıkmadan savcılığın takipsizlik kararı geldi. Polis aldığı kitapları geri getirdi. İkide bir, "Ne Yapmalı?" da yanlış çeviri olduğunu söylerler. Elimizdeki Fransızca metinler de mükemmel değildi. O süreçte birçok şeyi can havliyle öğrendik. 1991’de 141-142 kalkınca o eski çeviriler yayınevinde üç dört kere yeniden redaksiyondan geçti. Bütün yayınlar, 10 yıllık bir süreçte çevrildi ve yayınlandı. 1965 Kasım’ında yayına başladım. 12 Mart 1971’de içeri alındım. 74’te Genel Aftan yararlanarak çıkmamdan sonra 80’e kadar yayın yaptık. Şimdi eski kitaplarımızı yeniden basıyoruz, yenilerini de çıkarıyoruz. Marx’ın kitaplarından Artı Değer Teorileri’ni ve Grundrisse’yi bu süreçte yayınladık.

12 MART: BİLDİRİYLE GÖZALTINA ALINDIK

12 Mart’ta, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 18 numaralı bildirisiyle bir kısım sosyalist, devrimci-demokrat ve sol Kemalistler gözetim altına alındılar. Beni de dört beş kişiyle birlikte İstanbul’a götürdüler. Sansaryan Han’a götürdüler, orada üst katta hücrelere koydular. Sol Yayınları sahibi olduğumu öğrenen 1. şube polisleri beni içerde bir odaya alıp bana meydan dayağı çektiler, içlerinden biri kalın bir sopayla ellerime vurdu, ellerim patladı, kan içinde kaldı. İfademi aldıktan sonra Davutpaşa kışlasına götürdüler. Yaşar Kemal, Muammer Aksoy, Doğan Avcıoğlu, Kemal Türkler, Kemal Sülker, Kemal Burkay, elliye yakın yetkin insan ile orada kaldık. Bir ay sonra yeniden Ankara’ya gönderdiler. 3.5 yıl tutuklu kaldım. Dev-Genç davasının 200 bilmem kaçıncı sanığı olmuştum. Askeri Mahkemeden tutukluluğum kaldırılınca "Ne Yapmalı?"dan kesinleşmiş mahkûmiyetim vardı. Ankara Merkez Cezaevine getirdiler beni. Beraat ettiğim bazı davalar bozulmuş, yeniden yargılanmış, mahkûm olmuştum. Yedi sekiz davadan toplam 45 yılı geçen kesinleşmiş mahkûmiyetim vardı.

ŞİİR AKIMI: İKİNCİ YENİ’NİN İSİM BABASIYIM

İlhami Soysal, Akis dergisinde bir yazı yazmıştı. Artık Cahit Sıtkı’nın "35 Yaş", Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın "Kızılırmak Kıyıları" gibi şiirler şimdi yazılmıyor, şiirimiz giderek kötüleşiyor diye bir yazı. Ben de "Genç şairler o usta şairlerin şiirlerini sürdürmek istemiyor, kendi şiirlerini yazıyorlar. Yeni bir şiir geliyor" diye bir yazı yazdım. Adını da "İkinci Yeni" koymuştum. Sonra "İkinci yeni şiir akımının isim babası" dediler bana, bir de böyle "baba" oldum!

KİTAP TOPLATMALAR: İTFAİYE KİTAPLARA SU SIKTI

İlhan, ilkokulu bitirdikten sonra annem onu berbere çıraklık vermiş. Kışın da Kızılca köyünde kuran kursuna göndermiş.  Ben fakültede son sınıfta halamın kızı Rana ile evlenmiştim. Rana ile birlikte İlhan’ı da Ankara’ya getirdim. Ortaokul ve liseyi bizimle birlikte, yanımızda okudu. Askere gitmek için onun liseyi bitirmesini bekledim. Ben askerdeyken dayım, İlhan’ı Etlik’teki askeri atölyelerde işe sokmuştu. 71’de girdiğim ve 3.5 yıl kaldığım cezaevi döneminde yayınevinin mali işlerini yüklendi. Zaten o dönemde yayın yapamıyorduk. Sıkıyönetim Komutanlığı, İzmir Nöbetçi Sulh Ceza Mahkemesinden üç yüze yakın kitap hakkında toplatma kararı aldırmıştı. Bizim 25-26 kitabımız vardı. Kapital hariç diğerleri için toplatma kararı verilmişti. Depomuzu polis Adliye emanetine taşımış. İtiraz edildi. Cezaevinden çıkmama yakın alınan kitaplar geri verildi. 12 Eylül sürecinde de İzmir Sulh Ceza Mahkemesinin aynı kararıyla kitaplarımızı topladılar. Olmadı, depomuzu yaktılar. Ankara İtfaiyesinin sıktığı suyla yok edildi yayınlarımızın büyük bir kısmı. Onurlandırmak için de beni Devlet Güvenlik Mahkemesine davet ettiler. Orada bir yargıç, depoda yasak yayın bulunmadığı için takipsizlik kararı verdiğini muştuladı bana.

12 EYLÜL: GENİŞ KAPSAMLI SUÇ DUYURUSU GEREK

İlhan davası Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No.lu Askeri Mahkemede görüldü. Dava sürecini, Askeri Savcının, Mahkemenin, Askeri Yargıtayın, Askeri Yargıtay Başsavcılığının, Askeri Yargıtay Daireler Kurulunun birbirinden farklı, birbirlerine karşıt kararlarına şimdi değinmek istemem. Ama şunları belirteyim: Avukatımız Halit Çelenk ağabeye, hem kendi adıma hem İlhan’ın ağabeyi olarak, müdahil olmak istemediğimi söylemiştim. İkimiz de öldürülmek istenmiştik. Kendim için davacı olursam "Dövülmüşler, biri ölmüş" diyeceklerdi. Oysa öldürülme kastı ve emriyle dövülmüştük. Plan yapılmış tuzağa düşürülmüştük. Aynı zamanda olayın tek tanığıydım. Müdahil olmak tanıklığımı gölgeleyebilirdi. Bugün de hem kendim için, hem kardeşim İlhan için suç duyurusunda bulunma hakkımı muhafaza ediyorum. Ama hiçbir zaman yalnızca İlhan ve kendimle sınırlı bir suç duyurusunda bulunmayacağımı da belirteyim. İlhan’ın ölüm yıldönümlerinde mezarı başında yaptığım her konuşmada, İlhan’ı hiçbir zaman tek olarak anmadım. "Onlar öldürüldüler, çağdaş kölelikten özgürlüğe giden çetin yolda, işkencelerin, cezaevi baskınlarının, öldürümlerin, darağaçlarının çetin yolunda, boyun eğmeyenlerin, ezilmeyenlerin bilincinde soluk alıyor onlar, direncinde yaşıyor onlar!" diye çığlıklandım her 7 Kasım’da. Şunu da belirttim: Laik cumhuriyetten dindar cumhuriyete anayasa zırhı içinde geçişi amaçlayan değişiklik için kullanıldı Anayasanın geçici 15. maddesi. 12 Eylül öncesi ve sonrası işkencelerin, öldürümlerin bütün olarak yargının süzgecinden geçirilmesi düşüncesindeyim. Çocuklarını, eşlerini, anne ve babalarını yitirmiş olan binlerce insan var bu ülkede. Bunların çok büyük bir kısmı hukuk alanında da olsa haklarını aramak olanağından yoksun insanlar. Bir başka nokta 12 Eylül öncesi ve sonrası olaylar, işkenceler, öldürümler, Evren’le ya da Milli Güvenlik Konseyinin karar ve tasarruflarıyla sınırlı değil. JUSMATT’tan Seferberlik Tetkik Kuruluna, Özel Harp Dairesine, bunların arkasında duran NATO’ya, Pentagon’a CIA ve Beyaz Saray’a uzanan bir süreç. Türkeş’in kurduğu 49 komando kampında, iç savaş, suikast, sabotaj, cinayet için eğitilen ve özellikle K.Maraş’ı, Çorum’u kana bulayan bozkurtlar var. Kürtler ile Türkler’in birbirlerine düşmanlaştırılmak için Kürtçeyi yasaklayan ve Diyarbakır Cezaevini kana bulayan uygulamalar var. Demirel’in söylediği gibi, Evren bu kanın üzerine oturdu. Kanı kim, niçin döktü? Bu sorulmazsa, aydınlığa çıkarılmazsa hiçbir şey aydınlığa çıkarılamaz; Ergenekon ve Balyoz’un gizli nedenleri de aydınlatılamaz. Geçen yıl Cumhuriyet’te şöyle demiştim: "Geniş kapsamlı bir suç duyurusunda bulunulması gerektiğine inanıyorum. Bu konuda Cumhuriyet Başsavcılarının doğrudan harekete geçmesi gerektiğine inanıyorum."

RESİM: GOYA’YI İZLEYİNCE RESME BAŞLADIM

Goya’nın hayatıyla ilgili bir televizyon programı vardı. Fransızlar işgal etmiş İspanya’yı. Cumhuriyetçilere yönelik katliam yaşanıyor. Goya, kurşuna dizilecekler arasında oğlunu arıyor. Sonra gelip kurşuna dizilenler tablosunu yapıyor. Oğlunu o resimle yaşatıyor. Ben de İlhan’ın öldürülüşünün resmini yaptım. İlkokuldan kalan resim bilgisiyle başladım. İlk sergimin 30’a yakın resmi de İlhan’ın öldürülüşü ile ilgiliydi. Sonra estetik doyum sağlama bazında devam etti. Fotoğrafı, 1963’te Şemdinli’de askerken de çekiyordum. Orada çektiğim fotoğraflar klasikti. Sonra değişik bir fotoğraf sergisi açtım, "Ankara Işıkları" adıyla. İlhanilhan kitapevine gelen arkadaşların portrelerini de çektim.

İNSAN HAKLARI: İHD’YE GİRENLER ÖRGÜTLERİNİ UNUTMADI

İnsan Hakları Derneği’nin ilk adımında ben varım. İstanbul’da "Tutuklu Aileleri Yardımlaşma Derneği" adı altında bir çalışma başlatılmıştı. Beni o toplantıya çağırdılar. Orada, "12 Mart’ta bu tür bir yardımlaşma derneği olsaydı af ile birlikte biterdi. Bunu insan hakları ile ilgili bir kuruluşa çevirmek daha doğru olur" diye bir görüş sergiledim. Aftan sonra mahkemeye gidip sildirmediğim için sabıka kaydım çıkınca kurucu olamadım. Sonra ısrar edilince Ankara Şube Başkanlığını üstlendim. İHD üyesi arkadaşlara, "Hangi örgütten olursanız olun burada insan hakları savunucusu olun" dedim. Öyle olmadı. Nevzat Helvacı, İnsan Hakları Vakfı’nı kurdu. Orada beni kurucu üye yapmışlardı. Sonra da Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nu (TİHAK) kurduk. Şimdi oranın başkanıyım.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 17 NİSAN 2011