MÜYESSER YILDIZ

...

BUGÜN ANNELER GÜNÜ ALZHEIMERLI ANNEME VEDA EDEMEDİM

Müyesser Yıldız, 15 aydır Silivri Cezaevinde yatan bir gazeteci. En önemli özelliği de savcı Zekeriya Öz’e karşı "özel hayatın gizliliğini ihlal ettiği" gerekçesiyle dava açtıktan sonra yine Öz’ün suçlamasıyla Oda Tv davasında sanık olması. Cezaevinde unutulmuştu ki, yalnızlıktan kurtulmak için koğuşuna kedi istemesi ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın mektubuna "Haksızlıkları yazmaya devam edin" yanıtı vermesiyle hatırlandı.

YOKLUK YOKSULLUK: HİÇ BEBEĞİM OLMADI

Adıyaman Besni’nin Dutlupınar köyünde doğdum. Ailemiz Cumhuriyet’in bir başarı öyküsüdür aslında. Ana dilim Kürtçeydi ve köyün en güzel Kürtçe konuşan cimcimesi olduğum söylenirdi. Yokluk, yoksulluk ama illa da "Çocuklarım okusun" ısrarı ile önce Besni’ye taşındık. Kardeşlerim okula başlayınca ben de tutturmuşum. Türkçeyi o zaman öğrendim. Bir yıllık Besni hayatından sonra Kore gazisi olarak dönünce İzmit Seka’da işe konulan rahmetli dayımın yardımıyla ver elini İzmit. Orada da yokluk, yoksulluk günleri. Ama anam ve rahmetli babam "Okumak isteyeni gücümüz yettiğince okutacağız. Bilhassa kızları" dedi. Birbirimizin önlükleri, kitapları ile idare edip peş peşe okumaya soyunduk. Kitap alınamamıştı, akşamları sınıf arkadaşım Hediye’nin evine giderdim. Üstüm başım dökük olduğu için evlerine giremezdim de kitabını alıp, dış kapı merdivenine oturur. Sokak lambasının ışığında defterime yazardım. Nereden aklıma düştüyse, ortaokulda "Gazeteci olacağım" demeye başlamıştım. Liseyi edebiyat bölümü birincisi olarak bitirdim. Sene 1978-79. Aslında niyetim bir fabrikada işe girip aileme katkıda bulunmaktı ki, zaten mühendis olan Yücel dayımın bürosunda çalışıyordum. Ama harçlığımı harcamıyor, anneme veriyor, "Ne olur bana bebek al" diye yalvarıyordum. Almadı, hiç oyuncak bebeğim olmadı. Şimdi dünya bebeklerinden oluşan koca bir bebek koleksiyonum var. Bilenler yurt dışı gezilerinden bana bebek getirdiler. Hatta Deniz Baykal da galiba Şili’den getirmişti.

BULVAR: ÖZAL BENİ İŞTEN ATTIRDI

Üniversite sınavlarına öylesine girdim. Rahmetli babam avukat olmamı istiyordu. Sınav sonuçları geldiğinde babam öfkeyle yüzüme çarptı sonucu. Yaşasın gazeteciliği kazanmıştım! Darbe öncesi feci dönem. Site Yurdunda kalıyor, SBF Basın Yayın Yüksek Okulu’nda okuyorum. Birinci sınıfı geçtim ama İzmit’e okula dönmeme kararıyla gittim. 12 Eylül darbesi olunca geldim yeniden. Rüzgârlı’da ufak gazetelerde çalıştım. Para yok. Bir gün Tercüman’ın kapısını çaldım. Durumumu anlattım Yavuz Donat’a. "Gazetecilik olmaz ama santral memuruna ihtiyacımız var" deyince "Bir ucundan tutayım" diye başladım. Önemli dersler ve sınavlarda anlayış gösteriyorlardı. Gazetedeki o koşuşturmayı, yazmayı görünce içim içimi yiyordu. Tercüman bünyesinde Bulvar gazetesi çıkınca orada gazeteciliğe başlayıverdim. Bulvar kapatılınca Tercüman’da devam ettim. Semra Özal’ın da adının karıştığı meşhur Kızılcahamam kazasını yazınca Başbakan Özal, beni işten attırdı ama değil hapse tıktırmak, dava bile açmadı. Şimdi geriye dönünce "Tercüman’ın batışında o haberin etkisi varsa bugün olsa yazmam" diyorum.

HEP İSTİFA: BASIN KARTI ALAMADIM

Yeni evlenmişiz ve eşim görevle yurt dışına gitmiş. İşsizdim ama "Pes etmeyeceğim, gazetecilik yapacağım" diyerek onunla gitmedim. Meydan çıktı o günlerde. Nazlı (Ilıcak) hanımın referansıyla başladım ama sevmedim ve eşimin yanına gittim. Her şeyde bir hayır var, oğlum doğdu. Türkiye’de olsa cesaret edemezdim anne olmaya. Dönünce iyice küçülmüş Tercüman’da işe başladım yeniden. Ve Kemal Ilıcak’ın komaya girmeden telefonda son konuştuğu kişi bendim. Kemal Bey iyi bir patron, iyi bir insandı. Daha parasız, daha zor günler başladı. Günaydın, Nokta dergisi, UBA... Ya bir haberim sansürlendi ya bir arkadaşa haksızlık yapıldı ya yayın politikası... İstifamı verip gittim. Galiba en sevdiğim dönem parasızlığa rağmen Nokta dönemiydi. Araştırmayı, bir konuyu enine boyuna anlatmayı seviyorum. Hani başbakan, "Onlar gazeteci değil. Sadece şu kadarının basın kartı var" diyor ya ben de sürekli basın kartı olmayanlardanım. Anlattıklarım 15 yıl aktif gazeteciliğime,10 yıllık Basın Müşavirliğime rağmen neden sürekli basın kartım olmadığının özeti aslında.

DANIŞMANLIK: 10 YIL DEVLETTE ÇALIŞTIM

Nazlı hanım Akşam’ı çıkarınca oraya çağırdılar. Cebimde beş kuruş olmadığı halde maaşı almaya bir gün kala istifa ettim. O günlerde eşim bu defa bir eğitim programı için ABD’ye gitmişti. İstifa edip eve gelince kafam dağılsın diye oğlumu alıp dışarı çıktım. Bir oyuncak için tutturdu. "Bugün istifa ettim. Param yok" deyince bana yarım yamalak konuşmasıyla öyle bir ders verdi ki! "Bana bak Müyesser Hanım, yarın işe git. M. Ali (Ilıcak) gelince ayağa kalk, yazmanı istiyorsa başüstüne de yaz. Akşam da paranı al ve gelip bu oyuncağı alalım" dedi. Eve döner dönmez eşime telefon ettim. "Biz Amerika’ya geliyoruz. Biletlerimizi gönder" dedim. Ve gittik. Zorlamanın anlamı yoktu. Zaten gazetecilik çökmüştü. Bugün yaşadıklarımıza bakıyorum da meğer dibin dibi de varmış. Döndüğümüzde Anasol-D hükümeti kuruluyordu. Refaiddin Şahin’i, Tarım Bakanlığı’ndan tanıyordum. Bu hükümette Emlak Bankası ve Toki’den sorumlu Devlet Bakanı olmuştu. Basın Müşavirliği teklif etti. İyi niyetli bir insandı. Yıllardır hesap sorduğumuz masanın öbür tarafını öğrenmek için başladım. Ama gazeteci Müyesser, nasılsa danışman Müyesser de aynıydı. Bakanlarıma da en ağır eleştirileri yönelttim. Refaiddin Şahin’den sonra Sadi Somuncuoğlu, Zeki Ergezen ile de aynı üslupla çalıştım. Bakanlardan ziyade meslektaşlarımın tarafını tuttum. Bu şekilde devlette tam on yıl çalıştım. Emekliliğimi doldurur doldurmaz da dilekçemi verip ayrıldım. Niyetim kitap yazmak, mümkünse mesleğe dönmekti. Kitap yazdım; "100 Yılın Hesabı- Türk’ü Tasfiye Projesi " Mesleğe dönüşün imkânsız olduğunu bildiğim halde bir iki girişimde bulundum, olmadı. Üç dört arkadaş bir internet sitesi kurduk, üç beş ay ses getiren haberler yaptık. Malum abiler, amcalar, rahatsız oldu. Orası kapanmak zorunda bırakıldı.

ODATV: ANNEME BAKMAK İÇİN YAZMAYI BIRAKTIM

"Tamam, artık gazetecilik bitti" diyordum. Zaten alzheimerlı anamı Ankara’ya getirmiş, ona bakmaya başlamıştım. Mayıs 2010’du, telefonum çaldı, "Ben Oda Tv’den Barış Pehlivan. Oda Tv’yi biliyorsunuz değil mi? Bize yazar mısınız?" diyen biri. Durumumu, özellikle annemin halini anlatıp "Bir düşüneyim" dedim. Nezaketen öyle demiştim, aslında hiç niyetim yoktu. Ancak 15-20 gün sonra çok bunaldığım, gidişattan iyice endişeye düştüğüm bir anda aradım ve "Tamam" dedim. Kendime son bir şans vermiştim aslında. Kendime koyduğum son tarih de 12 Eylül referandumu idi. Anacığımdan fırsat buldukça, denk geldikçe yazı gönderiyordum. Bu insanların tamamıyla Çağlayan Adliyesi’nin garajında tanıştık. Gel gör ki, savcıya göre hiç tanımadığım bu insanlar ben yazmaya başlar başlamaz bana "örgüt talimatı" gönderiyor, ben de uyuyorum. Nasıl bir mantıktır? Oda Tv’de yazdığım hangi haberlerin, kimleri rahatsız ettiğini biliyorum tabii ki. 12 Eylül referandumundan sonra benim için veda vaktiydi. Yazmak anlamını kaybetmişti. Zaten annem de ağırlaşmıştı. Yazılarım seyrekleşti, Kasım ayında babamı kaybedince de artık nokta koydum, kendimi tümüyle anneme verdim. Babamın vefatından sonra Soner Yalçın ilk kez aradı, başsağlığı diledi, o kadar. İşte beş ayda böyle bir "örgüt üyesi ve terörist" oldum, 15 aydır yatıyorum. Annem son gecemizde canımı çok acıtmıştı. Öpüp iyi geceler bile diyememiştim. Veda edemeden kopardılar. Çok özledim. Bize her şeyden önce onuru öğreten ve yaşatan o büyük kadının ellerinden öpüyorum. Anlamasa, okuyamasa bile hissedecektir, bundan eminim. Bir tarafım evlât, bir tarafım anne işte. Tüm annelerin günü kutlu olsun...

GÖZALTI: DOĞRUDAN BİLGİSAYARIMA YÖNELDİLER

Oda Tv operasyonu 14 Şubat 2011’de yapıldı. Gelişmeleri, iddiaları TV’lerden, gazetelerden takip ettim. 3 Mart sabahı da sıra bize geldi. Yani ben bilgisayarıma bir şey yapmadım, kaçmadım. Kuzu kuzu gelip almalarını bekledim. Her zamanki gibi ormana, tilkilerimi beslemeye gittim. Eve dönünce oğlum İlim’i uyandırdım. Kahvaltısını hazırlamak için mutfaktaydım. Kapı çaldı, eşim açtı. Polis abiler doğrudan çalışma odama, bilgisayara yönelince mesele anlaşıldı. Derdim oğlumun okula yetişmesiydi, gitmedi maalesef. Her anı o da bizimle yaşadı. Sonrası malum, soğukta arabayla Ankara’dan İstanbul’a getiriliş, dört gün boyunca manevi işkence, o polislerin kin, nefret dolu önyargılı hali. Öfkemi o malum fotoğraflar çekilirken dil çıkararak, hepsine lanet okuyarak dindirmeye çalıştım. Poliste ifade vermedim. Abiler bana bilgisayarımda buldukları sözde talimatları soruyordu. Ama bilgisayarımdaki incelemenin bitiş saati, benim o sorgudan sonra. İftirayı attılar, tuzağı kurdular. Sonra "Buyur masumiyetini ispatla" dediler ya, biz de mecburen yaptık. ODTÜ’den uzmanlardan aldığımız raporda, o sözde belgelerin bilgisayarıma 14 Şubat’taki birinci operasyondan yarım saat önce yüklendiği görüldü.

SANIK YAPTI: SEN MİSİN DAVA AÇAN?

En somut vaka tabii Zekeriya Öz ile Zaman ve Sabah gazetelerine açtığım dava. Ne oldu? 2008’de açıklanan birinci Ergenekon davası iddianamesinde bir gazeteci arkadaşla telefon konuşmalarımın yer aldığını gördüm. Sanık, zanlı, şüpheli değilim. Dinlenen karşımdaki arkadaş. Ama ne o, ne benimle ilgili iddianamede bir şey yok. Hukuken kimliğimin gizli tutulması gerekirken her şeyi koymuşlar. İkimiz de görevini kötüye kullandığı için tazminat davası açtık. Vay sen misin dava açan? Diğer arkadaşı ikinci iddianamede sanık yaptı. Oda Tv operasyonu kapsamında da beni gözaltına aldırıp tutuklattı. Bir yerlerden cesaret almasa böyle kör gözüm parmağına işler yapabileceğine inanmıyorum hâlâ. O da koalisyonun görünen ucu oldu, o kadar. Telefon konuşmalarımızı internet sitelerinde yayınladıkları için Zaman ve Sabah gazetelerine de tazminat davası açtım. Davanın seyri Zaman’ın bunu bir onur meselesi haline getirdiğini gösterdi. Davayı Yargıtay’da kazandım. Fakat ben cezaevindeyken, daha önemlisi Yargıtay üyeleri değiştikten sonra Zaman karar düzeltmeye gitti ve aynı daire kendi kararını bozup "Özel hayatımın ve haberleşme özgürlüğümün ihlal edilmediğine" kanaat getirdi. Yazık Sabah, karar düzeltmeye Yargıtay’daki değişimden önce gittiği için kazanamadı. Şu hale bakın, aynı dava, aynı daire. Birinde kazanıyor, diğerinde kaybediyorum. Cezaevindeyken Zekeriya Öz’e açtığım davayı da kazandım. Ancak kanun değiştiği için Yargıtay onaylarsa tazminatı Öz’den değil maalesef devletten alacağım.

TUTUKLAMA: HÂKİM KAÇARCASINA ÇIKTI

Emniyet’ten Zekeriya Öz’ün huzuruna götürüldüm. İçeri girer girmez, "Herhalde bana ifade vermek istemezsin" gibi bir şeyler söyledi. "Yoo, vereceğim" dedim. Tanışmalıydık. Hemen ardından nereden icap ettiyse "Benim hakkımda dava açtığınızdan haberim yoktu" deme ihtiyacını duydu. Buna inanmak mümkün mü? İfademi almaya başlarken, yazıcıya "Örgüt yöneticisi" yazdırdı. İfade bitince ise "En başa dön" deyip, "örgüt üyesi" yazdırdı. Yani iki saatte kaderim değişmişti! İlk beş on soru kendisine dava açmama yol açan, telefon konuşmalarıma ilişkindi. Başka izaha gerek var mı?

NİYE YALNIZIM? YALNIZLIĞI EHVENİ ŞER SAYIYORUM

Benim durumum tecrit değil, başka bir şey. 15 aydır buradayım, 12 aydır da 21 kişilik koğuşta yalnızım. Yaşadığım ilk üç ay büyük cehennemdi, şimdi küçük cehennemdeyim. Devlet niye yalnız olduğumu iyi biliyor. İstiyorum ki onlar söylesin. Söylemezler çünkü söylerlerse, böyle bir "örgüt" olmadığını, olamayacağını itiraf etmiş olurlar. Yalnızlık zor tabii. Ama söyledim ya büyük cehennemi gördükten sonra ehven-i şer sayıyorum. Hanefi Avcı yalnız olduğumu öğrenince, "Kendi kendine konuş" diye mektup yazdı. Kafayı mı yedim ki kendi kendime konuşayım diye düşündüm. İlk duruşmamızda konuşmakta zorlanınca arada Hanefi Bey’e, "Hakkınızı helal edin, gıyabınızda günahınızı aldım. Haklıymışsınız" dedim. Ama hâlâ kendi kendime konuşmuyorum. Yarın öbür gün birileri kamera görüntülerini izleyip de "Nihayet kafayı yedirttik" sevincini yaşamasın diye. Madem yazılarım için Silivri’deyim, daha çok yazmalıyım. Şahsi sorunlarım, duygularım değil, ülke meseleleriyle alakalıyım daha çok. İsterse kimse okumasın, tarihe not düşmüş olmak ve arşiv gibi toplanması bile yeter. Önce yakınlarım, sonra yazılarımdan rahatsız olanlar kusura bakmasın; Yazmak benim gıdam, suyum, havam.

İFTİRANAME: KİTABIM BOMBA SİLİVRİ’DE İMAL ETTİM

Oda Tv iddianamesini Eylül’de açıklandığında bir kez okudum. Aynı gece bir karşı iddianame hazırladım. Muhatabım beni tanıyanlardı, Türk Milletiydi. O iftiralarla ilgili onlara hesabımı verdim, "gazeteciliğin yargılanmak istendiğini, bu hazmedilirse sıranın herkese geleceğini" belirtip, "Dilsiz şeytan olmayacağım" dedim. O iftiranameyi kabul etmediğim için de mahkemede savunma yaparak, bu gayrimeşruluğun meşrulaştırılmasına katkıda bulunmadım. İddianame okunurken de dinlemedim açıkçası. O sırada ilk kez Çağlayan Garajı’nda karşılaştığımız "örgütdaşlarımı" tanımaya, olan biteni not almaya ve sevdiklerimi görmeye çalıştım. Bir konuşmamda kürsüye kitaplarım, kalemlerim ve ajandamla çıktım. Dışarıdayken yazdığım "100 Yılın Hesabı-Türkü Tasfiye Projesi"ni gösterip, "Bu bomba" dedim. Silivri’deki yazılarımın bir kısmını topladığım "Yılanın Kış Güneşi"ni gösterip, "Bu molotof, Silivri’de imal ettim" dedim. Sonra mahkeme salonunda yaşananları not aldığım ajandamı gösterip, Hâkime, "Bakın buradaki her şey bu defterde. Birkaç yıl sonra birileri evimi basıp, yine ajandalarıma el koyarsa sizi de rahatlıkla örgüt üyesi yapabilirler. Çünkü bolca adınız geçiyor" dedim. Çünkü 20–30 yıllık ajandalarıma el koymuşlardı ve bir ajandamda büyük insan rahmetli Rauf Denktaş’ın adının olmasını bile suç gibi gösterebilmişlerdi.

GAZETECİLİK YARGILANIYOR: ŞIK VE ŞENER İÇİN ENDİŞELİYİM

Nedim Şener ve Ahmet Şık’ı mahkemede tanıdım. Tahliyelerine çok sevindim elbette. Ancak o açıklamalardan sonra dışarıda her an yeni bir komploya maruz kalabileceklerinden endişe ettim. "Acaba içerde daha mı güvende olurlardı ki?" dedim. Tabii onların tahliyesi acı gerçeğin altını kalın bir şekilde çizdi. Ahmet Şık yüreklice söyledi, "Duruşma bizi tahliye etmek için yapıldı" diye Fotoğrafın alt yazısını da devlet yetkilileri yazdı; "Türkiye’nin imajı kurtuldu" diye. Demek dert, adaletin tecellisi değil, sadece imajmış! Bundan büyük itiraf olur mu? Bize bu tuzağı kuranların yakasına hiç olmazsa bu imaj katilliği için yapışılamaz mıydı? "Şık-Şener çıktı imaj kurtuldu" diye düşünüyorlarsa, çok yanılıyorlar. Gazeteciliğin "terör suçu" sayılıp, Özel Yetkili Mahkemede yargılandığı bu dava yakalarını bırakmayacak. Bunu sadece devlette örgütlenip, insanlara tuzak kuran "Harkiler" veya hukuku, siyasi projeleri uğruna bir cop gibi kullananlar için söylemiyorum. Polisin hazırladığı sözde iddianameleri Allah emri kabul edip, ipimizi çeken-çekmeye çalışan yeni Türkiye’nin muhabir/muhbirleri ve gazetecilik cellâtları için de söylüyorum. Türk basınına öyle dipsiz bir kuyu açıyorlar ki, korkarım bir gün o kuyuya kendileri de atılabilir.

TİLKİLERİM VARDI: KOĞUŞUM KEDİ KARTLARIYLA DOLDU

Kedi olayı spontane gelişti. Aslında minik bir köpekti özlemim. Köpek olmaz, ama bir kedi olamaz mı, nasılsa koca koğuşta yalnızım dedim. Mevzuatı taradım, sadece kuş diyor. Zaten ben bir kuş gibi kafese tıkılmışım, istemedim. Melda Onur’un hayvansever olduğunu duymuştum. Melda Hanım benim mektubumu kamuoyu ile paylaşmış, sonradan haberim oldu. Tilkilerim vardı, Oran ormanlarında. Kar-kış her sabah onları beslemeye gidiyordum. Onlarla videolarımızı görseniz inanamazsınız. Ana tilkimizin doğumundan, bebeklerin büyümesine, o ana tilkinin yavruları için yaptıkları. Ormana girince önümde arkamda yürüyorlardı. Kendimi Pamuk Prenses gibi hissediyordum. Yavrulardan birinin adı Bıcırık’tı. Silivri’de aylarca onu bekledim. Gelmedi. İşte kedi tüm bu özlemlerime, yalnızlığıma derman olacaktı. Ama olamadı. Kendileri için Anayasa değiştirenler benim gibi bir "çakma terörist" için yönetmelik mi değiştirecek? Haddimi aştım, özür dilerim. Ama dört bir taraftan kedi kartları, kedili kitap ayraçları, süsler geliyor. Koğuşu bir görseniz her yer kedi. Bana bir kedi verilemeyeceği anlaşılınca görevlilere, "Bakın Mart oldu. Dama çıkan kedilerden birini yanlışlıkla havalandırmaya düşürüverseniz" dedim. O da olmadı. Neden mi? Silivri’ye kedi bile gelmiyormuş da ondan! Tabii buradaki zulmün bir kedi ile bilinmesini istemezdim. Hukuksuzluklar daha çok dikkat çekmeli, duyarlılık yaratmalıydı.

HUKUK: HAŞİM KILIÇ ANKARA’NIN NAMUSUNU KURTARDI

İlk günden beri kendimle ilgili imaj peşinde olmadım. Sadece kanunlara riayet etmelerini istedim. Kin, nefret her neyse ama bu kadar hoyratça, pervasızca yapılmasın. HSYK, Meclis Başkanı ve hukukçulara yazdım. Kanunsuzluklara dikkat çektim. Hiç birinden ses soluk çıkmadı. Dünün mağdurlarının vicdanı bu kadar mı paslanmıştı? Üzüldüm. Eğer bir devlet, adaleti sağlamaktan taammüden vazgeçmişse ne yaparsınız? Haşim Kılıç’ın bir toplantıda, "Hak ihlalleri insanları isyana teşvik eden en önemli etkendir" dediğini not etmiştim defterime. Hukuk sicilimize son bir not düşmek, hem de bu isyanı nasıl hayata geçirebileceğimi sormak üzere, o çığlığı attım. Ne yalan söyleyeyim, Kılıç’tan cevap beklemiyordum. Ankara’nın namusunu kurtardı Kılıç.

BETONA GÖMDÜLER: BEŞİNCİ AJANDAYA BAŞLADIM

Mahpuslukta 15 ay. Bizden önceki nice şair, yazar bize söyleyecek bir şey bırakmamış. İlla da oğlumu çok özledim. 8 ay oldu görmeyeli, koklayamayalı! Cahiliye döneminde kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Şimdi insanları diri diri betona gömüyorlar. Taş, iftira, ne bulurlarsa atıyorlar. Çırpına çırpına ölelim diye. Ama onların attığı minik bir taş nasıl ki, bir tona dönüşüyor, bir dost sesin "Sık dişini, diren" diye fısıldaması o beton mezarı; Botanik’e, Seğmenler parkına çeviriyor. Alçakça 15 ayınız çalınmış. Yumruk sıkılı, bu tuzağı kuranlardan birinin suratına ineceği günü bekliyor. 15 ayda 140 kitap okumuşum, beşinci ajandaya not almaya başlamışım. Koğuşun üst katına çıkan 19 basamağı kitaplığa çevirdim. Koca bir gazete arşivim oldu. Oku-yaz yürü. Gün çabuk geçiyor da gece! İşte o bitmiyor. Hâlâ şaka gibi geliyor, mahpusluğu değil, alçaklığı hazmedemiyorum. Geri kalan altı gün yoksun, yaşamıyorsun aslında. Tuhaf bir duygu zinciri oluştu. Hanefi Avcı bana üzülüyor, ben İlker Başbuğ ve diğer askerlere, Başbuğ, Ergin Saygun’a…

40 KİLOYUM: İKİ AYDIR YEMEK PROTESTOSUNDAYIM

13 Mart’tan beri benden adaleti esirgeyen devleti protesto için yemek almıyorum. Kantinden kendi paramla aldığım şeylerle idare ediyorum. Genellikle kahvaltı türü besleniyorum. Çamaşır özellikle kışın çok zor. Tuncay Özkan’ın tavsiyelerinden yararlanıp, ayaklarımla tepinerek yıkamaya çalışıyorum ama 40 kg’lık bedenin ağırlığı ne olur ki? Mecburen yine ele dönüyorum. Bir kadın olarak kocamın eline kirli çamaşır torbası vermeye utanıyorum. Ama evde yıkanıp gelen çamaşırlar ev ve özgürlük kokuyor. Kullanmaya kıyamıyor, ayrı bir yere koyup, evi-özgürlüğü kokluyorum onlarla.

Yaşadıklarımız kanuni bile değil. Bu devlet Hayati Yazıcı adına ÖSYM’ye gönderilen e-maili, Ankara Emniyeti’ni hackleyenleri buluyor, ama bunca askeri, gazeteciyi hapse tıktıran virüsleri bulamıyor! İşte çamaşırın üstünde tepinirken bunları düşünüyorum. Yumruklarımı sıkıyorum. Ben gazeteciyim. Tek kişilik örgütüm. Türkiye bizlerin yatması ile yaşanan badireden çıkacaksa, 10 yıl da yatmaya razıyım. Tek başıma kalsam da ülkemiz üzerinde yapılmak istenen ameliyata karşı çıkmaya, bunu yazmaya devam edeceğim. Çünküsünü Mehmet Akif’ten alıyorum; Türk ve Müslüman dünyasında son kale Anadolu’dur! Birileri "Türkiye, Türklere bırakılamaz" diyor, bunu da uyguluyorsa "Pekâlâ, buyurun" mu diyeceğiz yani?

EŞİM POLİS: NİKÂHIMIZDA GAZETECİ DÖVMEME SÖZÜ ALDIM

Bir polisle evliyim. Nikâhımız ilginçti. 1990, Prof. Muammer Aksoy öldürülmüş, cenaze töreninde gazeteciler fena halde dayak yemişti polisten. İşte bu günlerdeydi nikâhımız. Salonun yarısı gazeteci, yarısı polis, iki düşman kuvvet gibi karşı karşıyalar. İstihbarat şefimiz Semih Erigüç, gelin odasına geldi, "Ne yap et, nikâh masasında intikamımızı al" dedi. Nikâh masasına kadar kafamda bu ağırlıkla yürüdüm. Nikâh memuru malum soruyu sordu, o anda aklıma geldi; "Bir daha polislerin gazetecileri dövmemesi şartıyla kabul ediyorum." Meslektaşlarım bir alkış tufanı koparırken, Naci dondu kaldı. Naci bu sözünde durdu. Ama meslektaşlarından hayatımın dayağını yedim maalesef. Ailecek içimize en çok oturan da bu oldu galiba. Beni veya mesleğini bırakmasını bekledim. İkimizi de bırakmadı. Silivri’ye kadar mesleği asli eşi, ben kumaydım. Galiba artık baş hanımlığa terfi ettim. Naci, 15 aydır Ankara-Silivri arasında öyle bir mekik dokuyor ki, anlatılacak gibi değil. Öfkemi göğüslüyor, istediklerimi bulup yetiştiriyor, elle yazdığım yazıları bilgisayara geçiriyor, imza günlerime koşturuyor ve işini de aksatmıyor.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 13 MAYIS 2012

© 2019 Faruk Bildirici - Medya Ombudsmanı. Tüm Hakları Saklıdır.