MUSTAFA ERDOĞAN

...

Erdoğan kardeşlerden Yılmaz Erdoğan bugünlerde "Neşeli hayat" filmiyle gündemde. Mustafa Erdoğan ise Anadolu Ateşi ve Troya ile sahne almaya devam ediyor. Bir yandan da "İstanbul Dreams" projesine emek veriyor. Belli ki, uzun soluklu işlerin adamı.

YAŞAMIMIZ ÇOK ZEVKLİYDİ: ANKARA HAKKÂRİ ARASINDA GİDİP GELDİM

İlkokul birinci sınıfı Hakkâri’de okudum. İkinci sınıfta Ankara’ya yerleştik. Dördüncü sınıftan sonra yine Hakkâri. Ortaokulda yeniden Ankara. Sonra lise. Bir daha Hakkâri. Bu geliş gidişler babamızın görevi nedeniyle oluyordu. Bir nedeni de Hakkâri’ye tutkum olmasıydı. Hakkâri, bir masal kentiydi. Yılmaz’ın (Erdoğan) Vizontele’de anlattığı o yazlık sinema etrafında geçen yaşamımız çok zevkliydi. Doğayla iç içeydik, Hakkâri cennet gibi bir yerdi. Türkiye’nin en güzel dağlık bölgelerinden biridir. Sümbül dağı müthiş güzeldir.

ATLAS’A DA ANLATIYORUM: GÜNÜ ZAP VADİSİNDE GEÇİRİRDİM

Zap suyunun yaşamımızda önemli yeri vardı. Doğup büyüdüğüm yerler kafasında canlansın diye oğlum Atlas’a da kendi yazdığım bir masalı anlatıyorum. En çok keyif aldığım, sabah evden çıkıp Zap vadisinde balık tutmak, keklik seslerini dinlemek, yabani incir ve üzüm toplamaktı. Günü orada geçirirdik. Havanın karardığını fark etmezdik. Bir kum kamyonunun arkasına takılıp şehre öyle dönerdik. Zap’ta yüzmek tehlikeli olduğu için evden de gizlerdik.

MİSTİK BİR DOKUSU VARDI: GECELER BOYU EFSANELER DİNLERDİK

Oranın mistik bir dokusu vardı. Hakkâri’de otel olmadığı için gelen köylüler bizim evde kalırdı. O köylülerin sohbetlerini dinlerdik. Amcaların, dedelerin, kimi zaman da dengbejlerin anlattığı halk söylencelerini, masalları dinlemeyi çok severdim. Bir kandilin ışığında geceler boyu Mezopotamya söylencelerine, Gılgamış, Mem u zin efsanelerine kulak verirdim. Onlar Homeros diliyle söylenen destanlardı. Sadece anlatıya dayalı değildi, işin içinde oyunculuk, danslar, hatta çalıp söylemek de vardı. Folklora ilgim o zamandan başladı.

BABAM KOMİK ADAMDIR: YILMAZ MİZAH YETENEĞİNİ ONDAN ALDI

Bizde babamız, annemiz ile birlikte amcaların ve dedemizin de etkisi var. Altı odalı büyük bir evimiz vardı. Her odada bir aile yaşıyordu. Amcaların gözetiminde kuzenlerimle birlikte büyüdüm. Bir dönem babama kuzenlerim gibi Nâzım amca diyordum. Bir baba vardı o da Nazmi dedemizdi. Babaanneye de anne diyorduk. Hâlâ da anne diyorum. Bu kolektif yaşamın ve amcalarımın etkileri vardır kişiliğimin oluşumunda. Ben özellikle Namık amcamı örnek alırdım. Babamız da bizim için her zaman model alınması gereken bir kişidir. Babam edebiyat öğretmeniydi. Milli Eğitim Müdürlüğü’nden emekli oldu. Sohbeti olağanüstüdür, dedemizden aldığı mizah duygusunu Yılmaz’a aktardığını düşünüyorum. Komik bir adamdır, girdiği her ortamda dinlenir ve ilgi odağı olur. Şiirle de ilgilidir, Nâzım’ı ve Ahmed Arif’i O’ndan öğrendim. Babamın adı Nâzım Hikmet Erdoğan’dır, anneannesi bu adı koymuş.

AVANTAJ OLDU: EVİMİZDE TÜRKÇE KONUŞULURDU

Bütün Hakkârililer gibi ana dilimiz Kürtçedir. Ancak biz, Türkçeyi iyi konuşan bir aileyiz. Hakkâri’de eskiden beri evinde Türkçe konuşulan belki de tek aileyiz. Bürokrat, öğretmen kökenli bir aileyiz. Evde yerleşik bir Türk kültürü vardı. Bu müthiş bir avantaj oldu ilkokulda.

HİÇ SİLAHA BULAŞMADIM: DARBE GÜNÜ KİTAPLARI YAKTIM

12 Eylül’den önce yaşımız küçüktü tabii, ama siyaset ortaokula kadar inmişti. O günlerde demokratik devrimini tamamlamış sosyalist bir Türkiye düşlüyorduk. Ortaokulda okul sorumlusuydum, devrimciydim. Türkiye’deki bütün sosyalistlerin düşü neyse benimki de oydu. Daha iyi bir gelecek ve daha eşitlikçi bir ülke. 1970’lerin sonu çok hareketliydi bizim için. Yine de hiçbir zaman silaha bulaşmadık. Ama her gün kavga ederdik, sanki bu durum bir yaşam biçimiydi, bize yasak semtler vardı, tabi bizim de başkalarına yasakladığımız semtler... Buralardan grup halinde geçerek okula gidebilirdik, aslında daha çok savunmadaydık. Birkaç defa okuldan grup halinde çıkarken üzerimize ateş ettiler, mahalledeki kahvemiz tarandı ama kurtulduk. 12 Eylül darbesini radyodan duyduk, sokağa indik baktık ki, askerler evleri basıyor. Hemen eve dönüp kitapları yakıp banyoyu ısıttık. O zamanlar uzun bakır kazanlar vardı. Akşama kadar su kaynadı. Darbe olunca Hakkâri’ye döndüm. Zaten memlekete gitmeye çok istekliydim. Olayları bahane ettim.

12 EYLÜL’DE HAKKÂRİ: SÜRGÜNE GELEN HOCALAR BİZİ BİRİNCİ YAPTI

Çok hüzünlüydü. Bütün ağabeylerimiz, bütün tanıdıklarımız bizden önceki kuşak kayıptı.

Gençlerin bir kısmı Diyarbakır cezaevine götürülmüş, bir kısmı kaçmıştı. Dağlara giden de vardı. Memleket bir cezaevine dönüştürülmüştü. İnanılmaz bir baskı vardı. İnsanlar fısıldayarak konuşuyordu. Biz de kendimizi sosyal faaliyetlere vurduk. Tek şansımız o abilerin yerine çok iyi öğretmenlerin gelmesiydi. Sırf devrimci oldukları için oraya sürülmüşlerdi, hocalarımızla hem arkadaş hem de yoldaştık. Bu sayede şahane bir eğitim aldık. O sene üniversite sınavında Hakkâri Türkiye birincisi oldu.

BÜROKRAT BİR AİLEYDİ: BİR DEDEM KAYMAKAMDI

Hacettepe’de felsefe bölümünü seçmemin nedeni, sol kültürden gelmemdi. Kitlesel hareketlerden kopunca bu alanda yoğunlaşmak istedim. Kamu yönetimi bölümüne geçmem biraz da ailenin baskısıyla oldu. Ailede bir dede kaymakam, bir dede belediye başkanı, doktorlar, müdürler var, onlar öyle yönlendirdi. Bürokrat ailenin çocuğunun mutlaka bir titri olması gerekiyordu, kaymakamlık gibi. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’ni bitirdim. Orası bana iyi geldi, kentle iç içeydi. İyi bir öğrencilik dönemi geçirdim.

DANSIN BAŞLADIĞI YER: OYUNLARI DÜĞÜNLERDE ÖĞRENDİM

Oyunları ilkokuldaki 23 Nisan gösterilerinde ve asıl olarak da düğünlerde öğrendik biz. Nerede bir düğün varsa oraya gider oynardık. Her aşiretin farklı danslarını derlerdim. Ergenliğe yaklaşan gençlerin kendini ifade etmesi için bir araçtı dans. Ama dansın bilimsel esaslarla yapılmasını ve temel kuramını, Hacettepe’de müzikoloji bölümünün başındaki hocamız Cemil Demirsipahi’den öğrendim. Felsefe bölümünde okurken müzikoloji bölümünden ders alabiliyorduk. Ritm bilgisini, dans adımlarının yazılmasını yani koreografi alfabesini ondan öğrendik. Benim için bugünkü anlamda dansın asıl başladığı yer orası.

İLK EKİP ÇALIŞMASI: İLK PROJEMİ ÜNİVERSİTEDE YAPTIM

Gazi Üniversitesi’nde bir grup arkadaşımla birlikte halk bilim topluluğunu kurdum. Birden bire 250 üyemiz oldu, 350’ye kadar çıktı. Daha çok halk dansları yarışmalarına giriyorduk. Halk danslarında da deneysel yani teatral çalışmalar da yapıyorduk. Bugün yaptığımız anlamdaki bir çalışmayı okulun üçüncü sınıfında denedim. Adnan Yücel’in, “Ateşin ve güneşin çocukları” adlı şiir kitabını esas alarak, onu libretto gibi kullanıp bir dans gösterisi planladım. Okul destek vermeyince ilk deneysel çalışmamız öylece kaldı. Ama sonra yarışmalarda çok sesli müzik eşliğinde oynadık, asimetrik sahne düzenlemeleri yaptık. Hepsi bir ilkti. Gazi’de çalıştığımız gruplar Türkiye birincisi oldu. Geçinebilmek için Kredi Yurtlar Kurumu’nun, Çankaya Lisesinin gruplarını da çalıştırıyordum.

DANSI O ZAMAN DA BIRAKMADIM: GAZETECİLİK KEYİFLİYDİ

Üniversiteden sonra TRT’nin muhabirlik sınavına girdim, kazandım ama sözlüde kaybettim. Gündem gazetesi çıkınca orada başladım. Gündem’in Türkiye’deki bütün muhalifleri, bütün sol hareketleri içeren bir platform olma iddiası vardı. Sonra daraldı biz de ayrıldık. Bir dönem Turkish Daily News’de çalıştım. Sonradan ÖDP olan Birleşik Sosyalist Parti’ye yakın bir dergi olan Söz dergisinin Ankara temsilciliğini yaptım. ÇGD’de Genel Sekreter Yardımcılığı yaptım. Gazetecilik keyifliydi ama benim nihai yapacağım iş o değildi. Ben dansla ilgiliydim. Gazetecilik yaparken Bilkent’te öğrenci konseyinin bir grubunu çalıştırdım. Norveç’teki bir öğrenci festivalinde en iyi grup seçildi. Anadolu danslarını içeren bir potpuri idi. Giriş, müzik sıralaması, dans dizimi açısından Anadolu Ateşi’ne benziyordu.

SULTANS OF THE DANS: ARADA YILMAZ OLMASA BANA GÜVENMEZLERDİ

Bir ara üniversiteyi bırakıp Romanya ve Rusya’daki okullardan birine gitmeye niyetlendim ama olanaklarımız yetmedi. Yılmaz kendi tiyatrosunu kurunca “Senin en iyi yaptığın iş bu” diyerek beni cesaretlendirdi. Altı yıllık gazetecilik ve kısa dönem askerlikten sonra dansı yeniden gündemime aldım. Yılmaz’ın oyunlarına koreografi yapmaya başladım. Hayalimi BKM’de nasıl gerçekleştirebileceğimi de konuşuyorduk. 1999’da işadamları Yalçın Çevikel ve Güvenç Kılıç, Yılmaz’a gelmiş, Mydonose Showland projesini anlatıp, “Broadway benzeri bir müzikal yapmasını” önermişler. Yılmaz da “Aradığınız adam ağabeyim. Size uygun bir projesi var” demiş. Hemen gidip görüştüm. Modern danslar bekliyorlardı, halk dansından bahsedince gözlerinde tam canlandıramadılar. Arada Yılmaz olmasa bana güvenmezlerdi. Ben Anadolu Ateşi olmasını istedim, onlar “Sultans of the Dance” dediler. Sultans of the Dance bayıldığım bir isim değildi. Senaryoyu verip, araştırma gezisi istedim. Lisedeyken dans aşkımı kökleştiren Sovyetler Birliği’ndeki çalışmalardı. İgor Moisiyev’in gösterileri sol dergilerde yayınlanırdı. Moskova’ya gidip Moisiyev ile tanışıp, üç gün sohbet ettim. Kazakistan, Türkmenistan, Gürcistan, İsveç ve İngiltere’ye gittim. Moisiyev geleneksel çizgimizdi. İsadora Duncan dinamik ve devrimci yönümüzdü. Moris Bejart da estetik tarafımızdı. Dans devlerinin deneyimlerini araştırmak ve okullarını görmek önemliydi.

DÜŞLEDİK ÇALIŞTIK BAŞARDIK: BOLŞOY’UN AÇILMASINI BEKLİYORUM

O geziden döndükten sonra gazeteye ilan verildi ve gelen 900 kişinin içinden 90 kişi seçtim. Onları dansçı yapabilmek için iki yıl boyunca her gün sekiz on saat çalıştık. Çalışma stüdyomuzun duvarında yazar: Düşledik, çalıştık, başardık. Arkadaşlara “Madison square garden’da oynayacaksınız. Kremlin sarayında hatta Bolşoy’da gösteri yapacağız” dedim. Dünyanın bütün önemli salonlarında defalarca kapalı gişe oynadık, verdiğim sözleri tuttum. Bolşoy, bakıma girmiş iki yıl daha kapalı, açılmasını bekliyorum.

TARİH ADRES GÖSTERİYOR: TROYA’DAN GÜNCELE GÖNDERME YAPIYORUZ

Anadolu Ateşi’nin oynadığı ülkeler, İsveç ile birlikte 77 oldu. İzmir ve Antalya’dakilerle birlikte 250 dansçımız var. Ana kadro 120 kişi. Aynı gece dört Anadolu Ateşi temsili verebiliyoruz. Asıl önemlisi yerleşik Troya algısının değişmesi ve bizim yorumumuzun Avrupa’da benimsenmesini sağlamak. Bunu ana yurdundan, Troya’dan bakarak yapıyoruz. Ayrıca güncel sorunlara göndermeler de var. Ahmet Cevat Emre’nin İlyada çevirisinde Anadolu kıyılarını kuşatan Akhalılar ile yurdunu savunan Troya birliklerinin karşılaşması anlatılırken, “Akhalılar bir nara attılar dağlar titredi, buna karşılık Anadolulular bir nara attı, onlarınki çok daha korkunçtu çünkü içinde 25 ayrı milletin sesi vardı, her birlik kendi dilinden haykırdı. Akhalılar titremeye başladı” deniyor. Anadolu hangi dönemde birlik olmuşsa o zaman çok güçlü olmuş. Hititler, Troya, Selçuklular, Osmanlılar ve Kuvayı Milliye. Tarih bize doğru adresi gösteriyor aslında.

AÇILIMIN GELDİĞİ NOKTA ÜZÜCÜ: SAVAŞI SAVAŞAN TARAFLAR BİTİRİR

Bu aşamaya gelmesi çok üzücü. Buna emek veren herkes soylu bir çabanın içinde. AK Parti kadroları cesur bir işe soyundu. Aynı kararlılıkla sürdürebilmeleri gerekir. Kökeni yüzyıla dayanan bir sorunu ve 25 yıllık bir savaşı bir iki yılda bitirmek mümkün değil. Hâlâ fırsat kaçırılmış değil. Savaşı savaşan taraflar bitirir. Barışta koşul aranmaz. Bir taraf silahı bırakmaya korkuyor, öbür taraf onlarla konuşmaya korkuyor. Böyle olmaz. Bu savaşın da bir galibi olmayacak ama mutlaka çözülecek. Belki yıllar sonra dönüp, bu iki kardeş millet, neden bu sorunu savaşmadan çözemediler diye hayıflanacağız.

ANADOLU ATEŞİ DÜNYA KLASİĞİ: 20 YIL DAHA SÜRER

Anadolu Ateşi bir dünya klasiğine dönüşüyor, en az 20 yıl daha sürer. Troya daha yeni başlıyor ki, o daha fazla devam eder. Anadolu Ateşi, dünyaya Türkiye danslarını öğretiyor. Türk dansları ile batı edebiyatının klasiklerinin sahnelenebileceğini gösteriyor. Anadolu Ateşi, Türkiye’de halk danslarında dönüşüm sağladı. Halk danslarına karşı önyargı kırıldı, ilgi arttı. İstanbul Dreams’i de gelecek yıl eylül ekime yetiştirmeye çalışıyorum. Onun tarih kaygısı Anadolu Ateşi ve Troya’dan farklı olacak. Günümüzden geçmişe geri dönüşler olacak. Hem yabancıların, hem bizim gözümüzden İstanbul. Maliyeti çok yüksek bir proje.

GÜLBEN ERGEN: ÂŞIK OLDUĞUM KADINLA EVLENDİM

Âşık olduğum kadınla evlendim. Dünyaya çok farklı yerlerden bakıyoruz. Birbirimizden çok farklıyız. Ben geç kalkan, sadece sahne düşünüp sahneye yoğunlaşan ve dağınık yaşayan biriyim. Hayal kurarım ve sahnede realize ederim. İşimin tersine özel yaşamımda disiplinli değilim. Bu eksikliklerimi Gülben tamamlıyor. O benim tam tersim çok planlıdır, her şeyi düzenlidir. Birbirimizi tamamlıyoruz böylece. Hem bu farklılık hoşuma gidiyor.

SİYAHI SEVERİM: SİYAHLA KENDİMİ ÖZGÜR HİSSEDİYORUM

Sahnenin ve sanatın rengi siyahtır. Sinemanın da fotoğrafın da siyah beyazını severim. Güç ve iddianın rengidir. Siyah sonsuz bir direnlik ve sonsuz bir yaratıcılıktır. Yaptığım her gösteride mutlaka siyahlı bir sahne olur. Siyah giydiğimde kendimi daha özgür ve rahat hissediyorum. Bir takıntı değil başka renkler de giyerim bazen, ama genellikle siyahı tercih ediyorum.

AMCAMI ÖLDÜRDÜLER: FAİLİ MEÇHUL KALDI

1994’te, Kürt işadamlarının vurulduğu, faili meçhul cinayetlerin olduğu dönemdi. O atmosferde başka gerekçelerle katlettiler Namık Erdoğan’ı. Çok dürüst bir bürokrattı. Sağlık Bakanlığı’nda usulsüz biçimde yurda sokulan ilaç ve medikal cihazlarla ilgili yürüttüğü araştırmalarla ilgili olduğunu tahmin ediyoruz. Faili meçhul kaldı. Hâlâ bir ipucu çıkmadı.

HAYALİM: DEKORU İSTANBUL OLAN DANS TAPINAĞI

Her milletten binlerce insanın girip çıktığı bir dans tapınağı, bir dans akademisi kurmak istiyorum. Bu okulun merkezi İstanbul’da, mümkünse deniz kenarında olsun, bölümleri de bütün dünyada. Okulun üzerindeki gösteri merkezinin sahnesinin arkası hidrolik sistemle açıldığında arkada İstanbul manzarası görünsün ki, İstanbul’a dekor yapmayayım. İstanbul’da yaşarken İstanbul’a dekor yapmak saygısızlıktır. Dünyanın en güzel manzarasının sentetik halini salona kurmayalım. Gösterinin imajları yüzlerce tekneye giydirilsin. Turistler o teknelerle dolaşıp, akşam da yine denizden, trafiği görmeden oyuna gelsinler. Hayalim bu.

HAYATIMI YAZIYORUM: KÖKLERİME DÖNÜYORUM

Hayatımı yazıyorum. Bizi belirleyen kökler daha öncesinde olduğu için doğduğum andan itibaren değil daha eskilerden başlıyorum. Ailemizin bir kanadını Hakkari’ye geldiği dönemden başlayarak araştırıyorum. 1900’lü yılları inceliyorum şu anda. Hatırlayanlardan, duyanlardan öğrenmeye çalışıyorum. Köklerime dönüyorum, çünkü yaptığım işte de kökenimizin büyük etkisi var. Onu büyük bir zenginlik olarak görüyorum.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 10 OCAK 2010