MURAT BAŞESGİOĞLU

...

28 ŞUBAT’TA "SUSURLUK NEDENİYLE EMNİYETİ, İRTİCA NEDENİYLE MÜLKİYE’Yİ EZDİRMEM" DEMİŞTİM

Murat Başesgioğlu, yedi dönemdir kesintisiz olarak Meclis’te bulunan tek milletvekili. İlk kez 1987’de milletvekili seçilen Başesgioğlu’nun bir özelliği de 28 Şubat döneminin İçişleri Bakanı olması. O dönemde ANAP’taydı; sonra AKP döneminde de bakanlık yaptı. Bu dönemde de MHP’den milletvekili.

ÜLKÜCÜ GELENEK: 12 EYLÜL’DE GÖZALTINA ALINDIM

Ülkücü gelenekten geliyorum. 1976’da, Büyük Ülkü Derneği Kastamonu şube başkanlığını yaptım. Genel Merkezi Kayseri’deydi. Ülkü Ocakları’nın faaliyetleri askıya mı alınmıştı tam hatırlayamıyorum, onun yerine kurulmuştu. Hukuk Fakültesi mezuniyetim de aşağı yukarı o yıldadır. 1980’e doğru olaylar çok arttı. Tabii 12 Eylül’de biz de herkes gibi payımızı aldık. Dokuz günlük bir gözaltı sürem var. Bir kısmı Kastamonu’da emniyette, bir kısmı da Et Balık Kurumu’nda geçti. Gözlerimiz kapalı sorguya aldılar ama işkence, kötü muamele görmedim. 12 Eylül’den altı ay kadar sonraydı. Suçsuzluğum anlaşılınca beni oradan bıraktılar, hakkımda herhangi bir dava açılmadı.

AVUKATTIM: KASTAMONU SEVGİM AŞIRI

Hukukta okumak istiyordum. Ama ilk etapta puanım tutmadı. Bir ay kadar edebiyat fakültesine Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne gittim. Puanlar düşünce İstanbul Hukuk’a kaydımı yaptırdım. Başarılı bir öğrenciydim. Sadece son yıl iki dersten yarım sömestri kaybım oldu. Avukatlık stajımı Kastamonu’da yaptım. 1979’da yedek subay olarak askere gittim. Dereceye girenler kuraya katılmıyordu. Ben de çalıştım, kura dışı kaldım. Memleketimiz Daday’ı, askerlik Şubesi’ni seçtim. Üniversite sonrasında İstanbul’da kalmayı düşünmedim. Kastamonu’yu tercih etmem siyaset açısından iyi oldu. Ama Kastamonu’da harcadığım enerjiyi İstanbul’da yapsam hatırı sayılır bir zengin olabilirdim. Kastamonu’da yedi yıl avukatlık yaptım. Ceza davalarında yoğunlaşmıştım. Şimdi oğlum Çağrı, avukat oldu. Baba mesleğini o devam ettirecek. Dört dönem memleketimden milletvekili oldum. Fakat AK Parti’ye geçince Kastamonu’dan aday olmamın pek uygun olmayacağını düşündüm; İstanbul’dan adaylığı ben istedim. Zaten Kastamonu gurbetçi bir memleket, yarısı Ankara’da, yarısı İstanbul’da. Sağ olsun hemşerilerimiz de üç dönem İstanbul milletvekili olmama rağmen hep Kastamonu vekili kabul ettiler. Gelen talepler hep o yönde oldu.

BABAM: KORE GAZİSİ VE SENDİKACIYDI

Başesgi kıdemli anlamına geliyor. Mehter bölüğünde üçüncü sırada olan kıdemli askere de başesgi deniyor. Herhalde soyadı alırken oradan esinlenmişler. Dedelerimiz Balkan savaşında esir düşmüşler. Rahmetli babamın da iki sıfatı var; Kore gazisi ve sendikacı. Kastamonu Orman Tamirhanesinde 35 yıl işçi olarak çalıştı ve orada işyeri temsilcisiydi. Babamın her iki özelliğinden de büyük onur duydum. Çalışma Bakanlığım sırasında sendikacılar, "Bize karşı bu muhabbetin nereden geliyor" diye soruyorlardı. Sonra anlattım, "Benim babam da sendikacıydı" dedim. Kore’ye gelince. 1950’lerin şartlarında Anadolu kasabasından bir delikanlı 20 yaşında. 30 gün vapurla Kore’ye gidiyor. Dil bilmiyor. Gider gitmez cepheye gönderiyorlar. Hakikaten büyük fedakarlık. Orada şehitleri var, kayıpları var askerlerimizin. Osmanlı’dan itibaren ne zaman sıkışsak hep Mehmetçiğe el atmışız. NATO’ya, BM’ye girerken hep Mehmetçiğin kanını, canını bedel göstermişiz.

HEDEFİM: NEFSİNİ TATMİN ETMİŞ BİR SİYASETÇİYİM

Siyasete genç yaşta girdim. 12 Eylül sonrasında bir iki arkadaşla ANAP’a girerken 31 yaşındaydım. İl başkanı ol dediler, istemedim, ikinci başkan oldum. 1987’de fazla hevesli olmadığım için aday olmamıştım. Seçim iptal edilip önseçim kararı alınınca müracaat ettim. O önseçimde liste ikincisi oldum. O şekilde milletvekilliğine başladık. Hep merkez partilerde siyaset yaptım. Milliyetçi muhafazakâr bir çizgideyim. Yedi dönemdir milletvekiliyim. Mecliste kesintisiz en uzun süre milletvekilliği yapan benim herhalde. Türkiye gibi partilerin sık kapandığı bir ortamda yedi dönem milletvekilliği yapmak kolay değil. Ama nasip kısmet. Siyasete girerken talebim olmamıştı, talep edilmiştim. Diğer partilere geçişim de aynı şekilde. Mesela Anavatan’dan siyaseti bırakmak üzere ayrıldım. Niyetim oydu. Bugünkü Sayın Başbakan, Sayın Cumhurbaşkanı sağ olsunlar ısrarla partiye davet ettiler. En son Ak Parti’den de bu işi noktalamak üzere ayrıldık. Ama Sayın Bahçeli’nin daveti üzerine MHP’ye geçtik. Yani siyasetin devamı konusunda özel bir uğraşımız olmadı. Zaten bir iki dönem yapıp milletvekilliğinin hazzını aldıktan sonra altı ya da yedi dönem olması bir şey ifade etmiyor. En önemlisi, siyasi hayatım dolu geçti. Kritik bakanlıklar yaptım, kritik süreçlere şahit oldum. Meclis başkanlığına aday oldum. Cumhurbaşkanlığı için ismim geçti. Ben nefsini tatmin etmiş bir siyasetçiyim. Bu kadar uzun süre siyasette kalmama rağmen Allaha şükür toplum nazarında bir kredim var. En büyük hedefim artık, bu krediyi korumak ve siyaseti bu yüz akıyla tamamlamak. Şahsi hiçbir beklentim yok. Ama önümüzdeki süreç ne gösterir ne olur bilemem. Günlük tutmamak bir eksiğim. Şimdi geçmişi toparlamaya çalışıyorum, yazacağım. Bizden sonraki kuşaklara ders olsun, tecrübe olsun istiyorum.

ANAP’A KIRILDIM: MECLİS BAŞKANI OLSAM SİYASET DEĞİŞİRDİ

Özal’ı yakinen tanıma fırsatı buldum. Sayın Özal, iyi yetişmiş, hem devlet hayatını hem de özel sektörü bilen, yurt dışı tecrübesi olan, dünyayı iyi okuyabilen bir liderdi rahmetli. Özal’dan sonra ANAP’ta genel başkanlık sürecinde biz Yıldırım Beyi destekledik. Ama sonra turlarda değişti o. ANAP’tan ayrılmamın nedeni şudur; 2000 yılında Meclis Başkanlığı seçimine girdik. Üçüncü turda Ömer İzgi’den fazla oy aldım. Dördüncü tur o gün yapılsa ben Meclis Başkanıydım. Dördüncü parti olan ANAP’ın Meclis Başkanlığı’nı alması, ANAP için çok stratejik bir konuydu. Bana en çok destek olması gereken kendi partimden yeterli desteği alamadım. Çok fire verdi ANAP. O bende bir güven bunalımı yarattı. Mesut Bey bilmiyorum hâkim olabilir miydi? Ki o gün ben Meclis Başkanı olsaydım Türkiye’de siyasetin koridoru değişirdi. Bunu çok açık şekilde Mesut Bey ile konuştuk, tartıştık, helallik istedik. O şekilde ayrılmak zorunda kaldım ANAP’tan. Birlikte siyaset yaptığınız insanlarla ortak değerleriniz azalırsa şeklen kalmak insanı rahatsız ediyor.

SUSURLUK: AYDINLANMASI İÇİN YARGIYA YARDIMCI OLDUK

Devlet içerisinde illegal yapılanmalar devlete olan güveni, saygıyı zedeler. Susurluk da bunlara bir emsaldir. Devlet kompozisyonunda çok büyük tahribatlar yapmıştır. Gerek terörle mücadelede gerekse diğer konularda devletin resmi görevleri dışında hiçbir görevliyi kullanmadık, kullanılmasına da müsaade etmedim. Ki aradan 13-14 yıl geçti, hiç kimse de bu noktada geri dönüp bize bir şey diyemez. Susurluk konusunda benden önce açılmış soruşturmalar vardı, aydınlatılması için bakanlığın elindeki bilgi belge neyse onların hepsini servis ettik. Yargıya yardımcı olduk. Tabii kamuoyu nezdinde hadise ne derece aydınlandı onu bilemem. Mesut Yılmaz hakkında Yüce Divan’da ifade verme meselesi üzüldüğüm işlerden biridir. Orada belki meramımı tam anlatamadım, mahkeme de sorular sorup işi açıklığa kavuşturmadı. Başka bir partiye geçmiş olmama rağmen savunma tarafı beni büyük bir güvenle şahit göstermişti. O hadiseye ilişkin bilgim şu, Türkbank satışı ve Korkmaz Yiğit-Alaattin Çakıcı ilişkisi ile ilgili polise istihbarat geliyor. Polisin doğrulatılmamış bu duyumunu Sayın başbakana arzettik. Yüce Divan’da bunu söyledim ama "Mesut Beyin dediği yanlış" demişim gibi anlaşıldı. Zaten şuna şahidim Sayın Yılmaz resmi konutta dedi ki, "Türkbank’ın evveliyatı karanlık. Bir sürü hadise olmuş. Aman dikkat edilsin." Güneş Taner de vardı.

İÇİŞLERİ BAKANLIĞI: MAĞDURİYET YARATMAMAYA ÇALIŞTIM

Grup Başkanvekiliydim Anavatan Partisi’nde. Hükümet kurulması görüşmelerini sürdüren komisyonda da görevliydim. Bir akşam Sayın Mesut Yılmaz ile oturuyoruz. "Sen İçişleri Bakanı olacaksın" dedi. Ben de şoke oldum, İçişleri’ni beklemiyordum. Abartmayayım ama 28 Şubat dönemi. İçişleri, o günlerde Başbakanlık kadar önemli. "Efendim çok bekleyen var, partide huzursuzluk olmasın. Ben olmayayım İçişleri Bakanı" dedim. İki kere tekrarladım, "Yok sen olacaksın" dedi. Bugün de hâlâ çözebilmiş değilim. O günün şartlarında niye ben tercih edildim? Mutlaka sayın başbakanın güveni vardı, işte hukukçu olmamız, ılımlı kişiliğimiz. 41 yaşında İçişleri Bakanı oldum. Kabinenin en genç bakanıydım. Bakanlığa geldiğimde 2-3 emniyet daire başkanı tutuklanmış, Emniyet Genel Müdürü bir şekilde değişmişti. Asker, Emniyeti ikinci bir güç olarak görüyordu, Özel Harekât’ın lağvedilmesi konusu vardı. Emniyet’in ağır silahları teslim etmesi de istenmişti bizden önce. Emniyet’in de kendi rızasıyla öngördüğü bir iki kalem dışında ağır silahları vermedik. Yazıyla da kişisel görüş olarak da karşı durdum. Bakanlığım sırasında askerden direkt bir müdahale olmadı. Ama tabii İçişleri, irtica ile mücadele konusunda o 18 tedbirin çoğunda görevliydi. Şunu arkadaşlarıma empoze ettim; Hukuksuz hiçbir şey yapmayacaksınız bir. En büyük eksik irticanın hukuki tanımının olmamasıydı. “Bu adam irticacı” diyorlar ama irtica ne kardeşim? İki, mütedeyyin insanları asla ve asla rencide etmeyeceksiniz. Üç, Silahlı Kuvvetler’e karşı dinsizlik propagandalarına asla izin vermeyeceksiniz. Bu toplumdaki ayrışmayı güçlendirir. Hatta valiler ya da emniyet müdürleri toplantısında söylediğim şudur; Susurluk iddiaları nedeniyle Emniyeti, irtica nedeniyle mülkiyeyi ezdirmem. Samimi inancım ve vicdani kanaatim oydu. O günün rüzgârlarına uyup yanlış iş yapmak da mümkündü. Ama ben hukukçu kimliğimle olabildiğince mağduriyet yaratmamaya çalıştım. Hep hukuk içinde kaldım. O gün öyle durmak zordu açıkçası. Şimdi bundan mutluluk duyuyorum. O günü yaşayanlar benim konumumu ve duruşumu bilirler. 28 Şubat’ın İçişleri Bakanı olarak o sürecin mağdurları olan Rahmetli Necmettin Erbakan ve Sayın Tansu Çiller tarafından Meclis Başkanlığı hararetle desteklenmiş bir kişiyim. Meral Akşener ile şimdi aynı partideyiz. 55. hükümetin bakanlarına devir teslim yapan tek bakan yanlış hatırlamıyorsam Sayın Akşener’di. "Siz olduğunuz için geldim" demiştir. Büyük bir jestti yaptığı. Zaten bakanlığım 13 ay sürdü. Performansımızdan dolayı Adalet Bakanı ile beraber, seçim nedeniyle anayasa gereği 98 Ağustosunda ayrıldık. Ama görevden ayrılışımızdan 9-10 ay sonra seçim oldu. O da kayda değer bir hadisedir.

28 ŞUBAT: YENİ HÜKÜMETE TALİP OLAMAMIZ GEREKİRDİ

28 Şubat hakkında pek konuşmadım. Aynı zamanda MGK üyesiyim, yasal ve anayasal sınırlamalar da var. Bir de biz maalesef sorunları hep toz duman içerisinde tartışıyoruz. Bunları konuşmanın zamanı gelecek. Belki askeri müdahalelerle ilgili olarak Mecliste kurulan komisyon daha sağlıklı bir platform olabilir. 28 Şubat, sivil toplumun da içinde olduğu, mevcut hükümete yönelmiş bir tepkiydi. "Bir dakika karanlık" eylemi vardı. Milyonlarca kişi böyle bir tepki koymuştu. İyi irdelemek lazım o günün şartlarını. İrtica meselesinde Silahlı Kuvvetler’in hassasiyeti bilinen bir şey. Şimdi deniyor ya derin devlet falan. Tabii devlette derin yapılar vardır, olmuştur. Bizdeki sıkıntı derin devlet değil, siyasetin sığlığı. 28 Şubat’ta iktidarda bulunan değerli siyasetçiler, böyle bir baskı gördüğü zaman hiç itiraz etmeden "Öyle mi kardeşim? Hadi buyurun millet!" diyecek, bir an önce seçime gideceklerdi. İkinci hata yine siyaset cenahından! O hükümet yıkılınca benim de içinde bulunduğum 55. Hükümetin de buna talip olmaması gerekirdi. “Seçime gidelim vatandaş güven tazelesin” denseydi, o gün ve sonrasında yaşanacak bir sürü anti demokratik gelişme önlenirdi. Siyasetin demokrasiye karşı bu tür müdahaleleri anında göğüsleyip millete çözdürme alışkanlığını edinmesi gerekir. MGK’da bunları imzalamış, Bakanlar Kurulu’na getirmişsin. Bir sürü karar almışsın. Ses çıkmamış. Bir bedel ödenmesi gerekiyorsa o günün şartları içerisinde ödenmesi lazım. Demokrasi cesur insanların işidir. Tepkilerin zamanında verilmesi önemli. Aradan 20 yıl geçtikten sonra yapılanlar yerine oturmayan bir tepki gibi geliyor bana. Bu bizi nereye götürecek? Dersim’den başlayıp 12 Eylül’e kadar her tartıştığımız konu toplumda kamplaşma yaratıyor. Buna bir son vermek lazım. Türkiye’nin gerçek gündemi bunlar değil. Her tartışmada yeni mağdurlar yaratan bir süreci yaşıyoruz. Oysa Türkiye’nin yeni bir vizyona ihtiyacı var. Bugünkü argümanlarla dünyadaki küresel dalgayı karşılamamız mümkün değil. Siyasi iktidar da bugüne kadar ürettiği argümanların sınırlarını zorluyor.

FUTBOL: ŞİKE YASASI BAKANLIĞIM ZAMANINDA HAZIRLANDI

Bir zamanlar spor mu siyaset mi dense sporu tercih ederdim. Kastamonuspor Genç Takımında ve İstanbul Üniversitesi takımında oynadım. Sağ açık olarak başladım, sonra stoper, en son orta sahada oynadım. Kartalspor adlı bir semt takımımız vardı, onu kurdum, antrenörü oldum. Uzun yıllar Kastamonu’da futbol ile haşır neşir oldum. Avukatlık yaparken de futbolla ilgilendim. Futbol tutkumuz hâlâ devam ediyor. Meclis takımında oynadım. Malum Beşiktaşlıyım. O nedenle Spor ile ilgili Devlet Bakanlığım tesadüfi değildi. Sporda şike ile ilgili yasanın mutfak çalışması benim bakanlığım zamanında yapıldı. Ama tam kafama oturmamıştı ceza ve diğer hükümleri. Futbol kamuoyunda da yeterince tartışılmamıştı. Benden sonra seçime giderken çok acele bir şekilde çıktı o yasa. Maalesef bir sene geçmeden tekrar değiştirmek zorunda kalındı. Üzülüyoruz tabii. Türk futbolunun şike ile anılması hoş bir şey değil. Maalesef kritik bir safhada Türk futbolu. Beş yıl kendi ligimizde oynamaktan, Avrupa’ya kapıları kapatmaktan söz ediliyor, bilmiyorum bunun hesabı iyi yapıldı mı? İngiltere örneği veriliyor ama o bizimle kıyaslanamaz. Federasyonun bakanlık ile bağını ben koparttım, özerkliği ben verdim. Keşke o günden bugüne Türk futbolu kendi ayakları üzerinde durabilseydi. Her sıkıştığında siyasetçilere gitmemesi gerekir.

SİYASİ NEZAKET: AYKIRI ELEŞTİRİLER YAPAN BAKANDIM

İktidar partisinden ayrılmak kolay değildir. Ama ayrılmam gerekiyordu. Onu da bir nezaket içerisinde konuşarak yaptım. Yollarımızı ayırdık. Ayrıldıktan sonra Başbakan ile bir görüşmemiz olmadı. Sadece annesinin cenaze törenine, taziyeye gittim. AKP’den ayrılmamın birçok nedeni var. Belki o Kürt açılımı bardağı taşıran damla oldu diyelim. Başlangıçta bir merkez parti konumu itibarıyla katkı vermek üzere girdik, konuşmamız da o şekildeydi. Bir süre düzgün gitti kanaatime göre. O konumlanma kadrolaşmada, politika seçeneklerinde yapılamadı. Bence gerilim üzerine kurulu bir politika inşa edildi. Bize devlet hayatında birikmiş tecrübelerimizle katkıda bulunma görevi verildi. Sağ olsunlar, önemli bakanlıkları da teslim ettiler. Biz de onların hakkını vermeye çalıştık. Çalışma Bakanlığı sırasında SSK hastanelerinin devri gibi birçok noktada Sayın Başbakan ile farklı düşündük. Bir müddet sonra ana konularda fikir ayrılıklarını saklayamaz olduk. Nedir bunlar? Dış politikada 1 Mart tezkeresiyle başlayan itirazlarım vardı. Kuzey Irak politikasını tasvip etmedim. Ama işin can alıcı noktası açılım politikasıydı. Kürt açılımı ile ilgili görüşlerimi Kızılcahamam toplantısında bir saate yakın konuşarak, detaylarıyla anlattım. Bir gün Bakanlar Kurulu tutanakları açıklanırsa bunlar bütün açıklığıyla ortaya çıkar. Kabinede aykırı gelebilecek eleştiriler yapan birkaç bakandan biriydim. Bunu söylersem siyasi istikbalim ne olur diye düşünmedim hiç. Siyasi hayatım boyunca söylenmesi gerekenleri söylemekten geri durmadım. Benim yönetim anlayışım bu. Polemik yapmadan bir nezaket içinde söyledim. Ama ben hep işin mahremiyetine inandım. Kapalı bir ortamda yapılan konuşmaları kamuoyuyla paylaşmayı etik bulmuyorum.

ANAYASA: GERİLİM ORTAMI YENİ ANAYASAYA MÜSAİT DEĞİL

Bugünkü süreci küçümsemek adına söylemiyorum. Sayın Cemil Çiçek’in büyük gayreti var. Bu kadar tabana yayılmasını da olumlu buluyorum. Ama bunun böyle kısa süreçlerle olacağına inanmıyorum. Bu binayı çatıdan yapmaya benziyor. İlk önce yazılı metnini konup, toplum bunu içselleştirsin deniyor. Halbuki tersinin olması lazım. Bilim adamlarımız, anayasacılarımız çalışıp birkaç alternatif koymalı. Siyaset kurumu, yasama meclisi bunlardan birini tercih etmeli. Belki üç beş yıl tartışacağız. Benim üzerinde durduğum nokta bu. İkincisi, Anayasada değişiklik için toplumsal mutabakat olması lazım. Fakat ortam çok gergin. Gerilimin ve terörün devam ettiği bu konjonktür anayasa yapmaya müsait değil. Umalım anayasa görüşmelerinde siyasi partiler bir uzlaşmaya varsın. Ama bence bu zor gözüküyor. Çünkü çok değişik talepler var. Anayasayı gündeme getiren grup, asıl olarak üç dört mevzuyu konsolide etmek istiyor; Başkanlık sistemi, yerel yönetimlerin özerkliği, vesayet, vatandaşlığın yeniden tanımlanması gibi… MHP’nin bu konularda ve değiştirilemez maddelerde onay vermesi mümkün değildir. Ya anlaşılabilen konulara ilişkin kısmi değişiklik olacak veya bazıları anlaşacak bir referandum yolu düşünülecek. Referandum olursa cumhurbaşkanlığı seçiminden önce olur.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 22 NİSAN 2012

© 2019 Faruk Bildirici - Medya Ombudsmanı. Tüm Hakları Saklıdır.