MEHMET EROĞLU

...

Okurlarının bütün kitaplarını derinlemesine okumasıyla mutlu olan bir edebiyatçı Mehmet Eroğlu. Dünya görüşünü romanlarına aktarmaktan sakınmayan, başka dillere çevrilebilir olmayı da gözetmeyen bir yazar. Her kitabında, "Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı" gibi unutulması zor aforizmalar da nakşediyor belleklere. Eroğlu, edebiyat dünyasına 1979 Milliyet Roman Ödülünü alarak girmişti; birinciliği paylaştığı diğer isim ise Orhan Pamuk’tu.

YATILI OKUL: HASAN AMCAYI MEZARA VERME KOMİTESİ

Hayatımı ve geleceğimi yatılı okullar biçimlendirdi diyebilirim. 11 yaşından itibaren hep yalnız, ailemden uzak yaşadım. Ancak bunu hiç talihsizlik olarak adlandırmadım; çocukluğum Balzac’ınki gibi azap ve özlem içinde geçmedi. Yalnızlık bana kırılganlık değil, güç ve serüven duygusu armağan etti. Adını sonradan Anadolu Lisesi diye değiştirdikleri İzmir Maarif Koleji, çok geniş bir arazinin içinde sanki keşfedilmeyi bekleyen dünyaydı, ben de serüven peşindeki bir gezgindim. Lise birde, üç kişi okuldan kaçtığımız bir gece, geç vakit geri dönerken Bornova’da bir meydanda, masallardan fırlamışa benzeyen ak saçlı bir dedenin hüngür hüngür ağladığını gördük. Merakla yanına gittik. "Kâğıdımı kaybettim, beni havuza atacaklar" diyordu. Biz, "Merak etme seni koruruz" dedikçe yaşlı adam, "Hayır, kağıdı bulun, beni havuza atacaklar" diyerek ağlamaya devam ediyordu. Yürek burkan bir durumdu. Yetişkin erkeğin ağlamasına dayanmak çok zordur. Neyse, sonunda dörde katlanmış ve yıpranmış kâğıdı bulduk ve açtık. Muhtarlıktan alınmış bir evraktı bu. "İş bu kâğıtta adı yazılı Hasan Bucak’ın ölümü halinde, defin işlemleri tarafımızca yapılacağından, muhtarlığımıza haber verilmesi..." Hasan Amca, kimsesizmiş; en büyük korkusu da ölünce gömülmemek, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinin kadavra havuzuna atılmakmış. Parasız defnini sağlayacak evrakı kaybettiği için ağlıyormuş. Masalsı amca, ölmekten değil, öldükten sonra kaybolmaktan korkuyordu! Üç arkadaş yanına oturduk, birlikte hüngür hüngür ağladık. Hayatımın ilk gizli örgütüne o gece katıldım. "Hasan Amcayı mezara verme komitesi" kurduk. Örgüt 7-8 sene varlığını sürdürdü ve Hasan Amcayı 38 kişinin katıldığı bir törenle Bornova’da toprağa verdi. O zamandan beri vicdanımın emrindeyim.

İZ BIRAKMA DÜRTÜSÜ: HOCAMIN ÖĞÜDÜ PUSULAM OLDU

Lisedeki felsefe hocamız Cengiz İlhan, son sınıfta bize son derece etkileyici bir metin okudu. Ders biter bitmez yanına gittim ve metnin yazarının kim olduğunu sordum. Cevap yerine, elini omzuma koyup, bana hayatımı yönlendirecek bir öğüt verdi. "Bir insanın hayatta ulaşabileceği en üst konum, bir ansiklopedinin sayfalarında yer almaktır. Ama unutma politikacı, asker ya da devlet adamı olarak değil, bilim adamı, sanatçı ya da kaşif olarak yer almak esastır" dedi. Bunu aklımın bir kenarına yazdım. Yeryüzüne iz bırakma dürtüsü o zaman içimde filizlendi diyebilirim. Hocamın okuduğu metni kimin yazdığını on ay sonra ODTÜ kütüphanesinde keşfedecektim. Marks’ın 1838’de liseyi bitirirken yazdığı kompozisyonmuş.

ODTÜLÜ YILLAR: COMMER’İN ARABASI YANARKEN ORADAYDIM

ODTÜ’yü kazandığım yıl, babam 48 yaşında kalp krizinden öldü. Burs için Kredi ve Yurtlar Kurumuna müracaat ettim; vermediler. Ne yapacağımı düşünürken ODTÜ kayıt kabul müdürlüğünden çağırıldım. Müdür, "Kennedy Vakfı ODTÜ’ye burs tahsis etti; ancak üç yıldır uygun bir aday bulamadık. Bu yıl, kriterlere sen uyuyorsun" dedi. Şaşırdım, "Kabul edemem. Ben solcuyum" dedim. Tabii müdür afalladı, "Çocuğum, sen yine de bir düşün," diyebildi. O akşam arkadaşlarla tartıştık ve bursu kamulaştırmaya karar verdik. O bursla, tam dört yıl, beş kişiye baktım. ODTÜ de, son iki yıl İnşaat Mühendisliği Bölümü öğrenci Derneği başkanlığı yaptım. Hâkim sol çizgiye hep muhaliftim. Marksizmin demokrat olabileceğine inandım, hâlâ da inanırım. Evet, iki, üç kez gözaltına alındım. ABD Büyükelçisi Commer’in arabası yanarken de oradaydım. Şu bursu çekmeye gitmiştim kayıt kabulden. 5 Mart’taysa yurttaydım: Askerler yurtları ağır makineli tüfeklerle 12 saat taradılar. Sadece merdiven kovanları betonarmeydi; yüzlerce kişi, o daracık yerde, balık istifi, saatlerce ateşin dinmesini bekledi. Halimiz, Jorge Semprun’ün ünlü romanı Büyük Yolculuk’ta anlattığı Nazi trenlerinin içindeki nefessiz kalıp ölenlerin durumunu andırıyordu. O sabah sigaram bitmişti, ateş altında, sürüne sürüne izmarit topladığımı da hatırlıyorum.

SAKINCALIYDIM: HÂLÂ DA SAKINCALIYIM

12 Mart döneminde Dev-Genç davasında yargılanıyorum, bir ara, mahkeme başkanlığına soruşturmayı genişletme dilekçesi verdim. Dedim ki, "Bu Dev Genç davası. Oysa ben Dev-Genç üyesi değilim." Ünlü general Ali Elverdi iki elini birleştirerek bir daire oluşturup, "Elimizde bir rapor var. Bunun içindeysen ağzınla kuş tutsan, paçayı kurtaramazsın" dedi. MİT’in raporu varmış. Dava sonucunda 8 yıl mahkûmiyet, 2 yıl da sürgün cezası aldık tabii. Hapisten 74 affıyla kurtuldum. Devletin kinindense hiç kurtulamadım. O ara işsizdim, dershanelerde ders veriyordum, oradan bile atıldım. 76’da DSİ’den, 1980 darbesinden sonra devlette çalışıyordum, oradan da ayrılmak zorunda kaldım. Yıllarca yurt dışına çıkamadım. Dedemin antika silahını bulundurma ruhsatı alamadım.

ÖZGÜRLÜK: MAHKEMEDE ÖKSÜRE ÖKSÜRE ÖZGÜRLÜK DEMİŞTİK

Yıl 72. Yargılanıyoruz; Dev-Genç davasında; salonda 200-250 kişi varız. Taburenin üzerinde saatlerce oturmak dünyanın en zor işlerinden birisidir. Hele bunu günde 12 saat ve altı ay boyunca yapmak! Arkada jandarma takımı var, kim dik duruşunu bozsa, eğilse, gelip dipçikle vuruyor, çat diye kaburga kırıyorlardı. Ben, bizim sıranın dik durucu başısıydım. Omuzu düşenleri uyarıyordum. Şimdi Uğur Mumcu Vakfı’nda ders verirken bazıları iki büklüm oturuyor. İnsiyakla "Dik dur" diyorum. Yargılanırken bazı sözleri söylemek yasaktı: Mesela: özgürlük sözcüğüne illet olurlardı. Biz yatılı okulda, sözlülerde öksürerek kopya verirdik. Oradan ilham, mahkeme salonunda öz-gür-lük diye kanon yaparak öksürür, çığlık çığlığa direncimizi haykırırdık. Yıllar sonra bir gün televizyonda bir kızın, atın üstünde, "Ben özgürüm" diye şarkı söylediğini duydum. İlgiyle doğruldum. Özgürlük sözcüğünü hiç kaçırmam. Ama reklammış; kız, cep telefonu var diye özgürmüş! Sopalar yedim, kulağıma darbe geldi, duymam azaldı; hepsini unuttum. Biz, özgürüm diyebilmek için nelere katlanmıştık, oysa özgürlük sonunda metalaşmıştı. Kolay kolay ağlamam. O gün ağladım.

ATLETİZM: MAKULİYET ÇİZGİSİNİ TUTTURAMAM

Lisedeyken iyi bir atlettim. 4X 100 metre Türkiye yıldızlar rekortmeniydik. Üniversitede sporu bıraktım. Fakat yüzmekten hiç vazgeçmedim. Doğduğumdan beri her yaz Karaburun’a gidiyorum. Orada 2.5 ay falan kalıyor, bol bol yüzüyorum. Ancak yaptığım hiç bir şeyde makuliyet çizgisini tutturamam. 2000 yılında hasta olan bir tanıdığım için, genişliği 1.5 kilometre olan koyda, her tur ömrüne bir yıl eklesin diye sekiz tur yüzdüm. Sonraki on beş gün yataktan çıkamadım. O zamandan beri gözetimdeyim. Artık sadece iki defa gidip gelme iznim var. Yüzerken düşünürüm de. En az üç romanımı denizin dibine bakarak yazdım. Yazmak böyledir, önce kafada biter. Gerisi hamallık...

CEBRAİLİM İNCİ’DİR: İLK ROMANIM ON YIL SONRA BASILABİLDİ

ODTÜ’de ilk derste yanına oturduğum genç kızla 1972’da evlendik. Geçim sıkıntısı çekiyorduk; İnci, ODTÜ’de asistan olup ilk maaşını aldığı gün eve kocaman bir paketle geldi. Bana daktilo almış. Masaya koyup, "Yaz" dedi. Hani Cebrail, Peygambere oku demiş ya, benim Cebrail’im de İnci’dir o anlamda... Ansiklopediye kapağı atma konusuna gelince. Bilimle uğraşma fırsatımı üniversite kaçırmıştım. Kurtarıcılıksa mahkûmiyetle sonuçlandı. Tek yol kalmıştı, sanat. Oturdum ve yazmaya başladım. O dönemde felsefe hocamın abisi olan ve İzmir’den tanıdığım Attila İlhan, Ankara’ya Bilgi Yayınevi’ne gelmişti. Haftada üç kere yanına gidiyordum, edebiyattan, politikadan konuşuyorduk. 74’te "Abi, ben bir roman yazdım" dedim. Merakla okudu. "Çok iyi bir kitap," deyip ekledi. "İstersen Bilgi’de hemen basarız. Ama bence sen bunu Milliyet Roman Yarışması’na gönder, orada birinci olur nasıl olsa." Gönderdim, 79 ödülünü Orhan Pamuk ile birlikte kazandım. "Issızlığın Ortasında" yayınlanacak diye beklerken 80 Şubat’ında Abdi İpekçi öldürüldü, gazete satıldı; ardından 12 Eylül darbesi geldi. Daha sonra benimle birlikte ödül alanların kitapları teker teker basıldı, benimki duruyor. Telefon edip neden yayınlamadıklarını sordum. "Seninki sakıncalı. Hem anti militarist, hem solcu. Bu dönemde basamayız" dediler. İkinci romanım da aynı gerekçeyle geri çevrildi. Özetle, ilk romanım Issızlığın Ortasında 1984’te, yazıldıktan on, ödül kazandıktan beş yıl sonra basılabildi ve o yıl üç ödül kazandı. Bense o sırada üç roman bitirmiştim. Gerçek yazma eylemi, insanın yapmadan duramayacağı bir eylemdir. Söyleyeceğim şu: İyi bir şey yazdıysanız eninde sonunda ortaya çıkar.

MÜHENDİSLİĞE VEDA: DOSTLARIM HAYATIMDAN ÇIKTI

Devlette çalışırken Kemer’de yat limanı, hastaneler, yollar, su kanalları, aklınıza ne geliyorsa benim yönettiğim grup yaptı. 12 Eylül sonrasında devletten ayrılmak zorunda kalınca on beş yıl özel sektörde çalıştım. Daha çok uluslararası işler yaptık. 98’de, Japonlarla büyük bir yatırım konusu konuşulacaktı. Finansman paketi için bir banka heyeti girdi içeri. Kredi pazarlamacısı, güzel bir kız vardı. Kartvizit teati ederken tanıyınca "Siz burada ne arıyorsunuz?" dedi. Hayatı işte böyle yıkıcı sorular biçimlendirir. O günden sonra midem ağrımaya başladı. Herkesin kolay kolay bırakamayacağı bir işim vardı. Tak diye bırakıp, gittim. Mühendislikle ilişkimi kestiğimde 50 yaşındaydım. Artık sadece yazacağım derken, Attila Abi İstanbul’dan telefon etti. "Uğur Mumcu Vakfı’nda, Güldal Mumcu, edebiyat seminerleri düzenlemek istiyor. Git bir konuş" dedi. Gidiş o gidiş. 12 yıl oldu. Her yıl, bu son diyorum, olmuyor. 4-5 yıldır kendimi hapse mahkûm etmiş vaziyetteyim. Yılda iki kez kızlarımı ziyarete, yurtdışına gidiyor, yazları da yüzüyorum, onun dışında hayatım evde ve vakıftaki iki odada geçiyor. Hayatımdan arkadaş ve dostlarım maalesef çıktılar. Çünkü dostluk, en kıymetli şeyi, zaman gerektiriyor. Vicdan azabı çekiyorum ama eğer yazmak ve üretmek istiyorsanız, bencil olmak zorundasınız. Artık sadece tek kişiyle konuşuyorum.

SİGARAYI BIRAKTIM: 45 YAŞINDA SAKSAFON ÇALMAYI ÖĞRENDİM

Hayatımda büyük başarılardan birisi, günde üç paket içtiğim sigarayı bırakabilmektir. 1993’de "Bugüne kadar hiç yapmadığım bir şey yapacağım ve onu sigaranın yerine koyacağım!" dedim. O sırada radyoda alto saksafoncu Paul Desmond’un, ünlü "Take Five"ı vardı. "Saksafon çalmayı öğreneceğim" dedim. Herkes güldü bana. CSO’dan bir klarnetçi ayarladım ders versin diye. "Bu dünyanın en zor aletidir, gitar çalsanıza" dedi. "Ben çok disiplinli bir adamım, tuttuğumu koparırım." diye cevap verdim. Hoca, bıyık altından gülüp, Selmer marka, Türkiye’de olmayan ve bulunması zor bir saksafon almamı söyleyerek beni başından savdı. Bir hafta sonra İngiltere’den Selmer’i getirtince pes etti. O ana kadar nota okumayı bile bilmiyordum. 3 yıl her gün, üç saat saksafon çaldım. Herkes bir parçayı üç beş defada deşifre edip çözebiliyorsa ben 30-40 defada becerebiliyordum. Ama sonunda 250 parçalık repertuarım oldu.

TERCÜME EDİLMEK: ROMAN YAZMAK GELECEĞE MEKTUP ATMAK

Çevrilebilir olmak için Batının talep ettiği biçimde yazmak lazım. Genellikle Türk yazarlarından beklenen yazdıklarının oryantalist, etnik ve folklorik öğeler, temalar taşıması. Bense insan yaratılışının karanlık tarafında boy atan temaları yazıyorum. Yani batılı usta, büyük yazarlar ne yazdılarsa ben de o temaları yazıyorum. Ortalıkta görünmeye gelince, Nietzsche’nin, "Büyük ve değerli şeyler pazardan uzakta yapılır" deyişine inanırım. Bir yazar, imzasını her şeyden önce kitaplarıyla atar. Çabuk ün bekleyen öğrencilerime Mozart’ın defnedildiği zaman mezarının başında 17 kişi bulunduğunu, Shakespeare ise ölümünden 150 yıl sonra üne kavuştuğunu, Dostoyevski’nin Batıda çağdaşlarından çok daha geç kabullenildiğini hatırlatırım. Roman yazmak, geleceğe mektup atmak gibidir. Başarılı oldum mu, bilmiyorum. 200 yıl sonra okunuyor olursam başarılıyım demektir.

YAPMAYI DÜŞÜNDÜKLERİM: KONGO IRMAĞINDA GEZİNMEK

Senaryolarımın dışında 13 romanım var. Bitmek üzere olanları da katarsak sayı 15 eder. Yaşamımı yıldan çok kitapla ölçmek isterim. 20 romana, beş oyuna ulaşırsam, uzun yaşadım demektir. Beni hapishanemden çıkarabilecek bir şey kaldı. Kongo Irmağı’nda Joseph Conrad gibi gezinmek. Bir insan doğar ve ölür. Aradaki süreye hayat değil, ömür deriz. Nice uzun sürmüş ömürler var ki, hayatlardan yoksundur. Ben ömrüme, bir mühendis, bir yazar, bir eylemci hayatı sıkıştırdım. Buna yarım müzisyen hayatını da ekleyebiliriz. Malraux’sa ömrüne en az beş hayat sıkıştırdı. Amacım kırk bin yıl önce mağaradaki resminin altına elinin izini bırakan sanatçıyla aynı. Ben buradayım demek.

OKURLARIM: ÖNEMLİ OLAN BENİ DERİNLEMESİNE OKUMALARI

Benim için önemli olan okurlarımın beni derinlemesine okumaları. Yüzde 90’ı kitaplarımın tümünü okumuştur. İnsanı geleceğe götürenler öyle sadık okurlardır. İyi yazarlar kadın ya da erkek yazmazlar, insan yazarlar. Aşk da yazılır ama aşktan çok aşkın acısı edebiyat için gereklidir. Böyle piyasa araştırması yapar gibi kadını gözetmek, onlara göre yazmak sakıncalıdır. Nietzsche, "Büyük ve değerli şeyler pazardan uzakta yapılır" diyor. Okuru gözetmeye başladığınız zaman okur, sizi aşağıya, yanına çekmeye çalışır. İyi yazar okuru gözetmez.

İMZA KAMPANYALARI: ORGANİZE EDENLER KULÜPÇÜ

O imza kampanyalarını organize eden bir grup var, onlar hiç bana gelip imza istemediler. Kulüpçü bir tavır var. Kampanyalara imza atıp, romanlarında hiç bu konulardan söz etmeyen, bu toplumsal duyarlılığı romanlarına yansıtmamış onlarca insan var. Kürt meselesini benim kadar çok ele alan başka yazar yoktur. Bende bakış açısı solculuk ve demokrasidir. Ben düşüncelerimi romanlarıma yansıtıyorum. Esas olan romanlar, kalıcı olan onlar. O yüzden sakıncalıyım hâlâ dedemden kalan antika silah için bulundurma ruhsatı alamıyorum. 1987’ye kadar da pasaport vermediler. Askerlik hayatımda büyük piyangolardan biri. Dört aylık kısa dönemde yaptım. Yoksa hayatım orada da zor olurdu.

EVLİLİK: EN ÖNEMLİ DOSTUM KARIMDIR

Ben evliliği her zaman uzun bir yoldaşlık ve dostluk olarak gördüm. İlk günden itibaren karım bana asla sahip olma niyetinde olmadığını söyledi. Hayatımdaki en önemli dostum karımdır. Çünkü evlilik ile ilgili yazdığım onlarca sayfa var. Arada sırada bu adamla ciddi evli misin diye dehşet içinde sorular sordukları oluyormuş. Özgürlük çok önemli. Çoğu evlilik başkasının üzerine hak sahibi olmak ona hükmetmek haline dönüşür. Bizim evliliğimiz o biçimde sürmedi. Bir kitabımda "Güzel kadınların tek erkeğin olması israftır" demişim. Bazı kadınlar doğru, bazı erkeklerden de böyle laf olur mu diye mail aldım. Romanda roman kahramanının yeri geldiğinde söylediği sözler olarak da almak lazım onları. "Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı" da öyle.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 30 OCAK 2011