MEĞER HÜMANİZMİ UNUTMAMALIYMIŞIZ

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 106

MEĞER HÜMANİZMİ UNUTMAMALIYMIŞIZ

Kuşkusuz, cinayetler insanlık tarihi kadar eski. İnsanlığın var olduğu günlerden bu yana cinayetler hep yaşana gelmiş. Medeniyetin gelişmesiyle yok olmamış.

İnsanlığın ileriye doğru adımlar atmasıyla birlikte cinayetlerin azaldığını söylemek de zor. Gerçi bu konuda bir istatistik yok ama dünyaya şöyle bir bakmamız bile durumu anlamaya yeter. Savaşlar da azalmadı, katliamlar da, cinayetler de.

Kaldı ki, cinayetlerin sayısal olarak azalması ya da artması değil önemli olan. Milyonlarca insanın öldürülmesiyle, binlerce insanın öldürülmesi arasındaki fark o kadar da büyük değildir. Ne cinayetleri işleyenlerin katil olduğu gerçeğinin üzerine bir şey ekler, ne de cinayetleri daha kabul edilebilir bir hale getirir. Yeryüzünde bir kişinin bile öldürülüyor olması cinayetlerin insanlık adına utanç verici bir durum olduğu gerçeğini hiç değiştirmez.

Zaten cinayetler azalmak, yok olmak bir yana giderek daha da vahşileşiyor. Başka ülkelerde de benzer bir eğilimin var olduğu söylenebilir belki. Ancak ben asıl olarak Türkiye’de böyle bir eğilim gözlüyorum.

Gazete ve televizyonlardaki cinayet haberleri eskisinden daha kanlı. Sanki sadece öldürmekle yetinilmemiş, öldürürken de acı çektirmek istenmiş izlenimi veriyor bu cinayetler. Daha acımasız, daha vahşi.

"Öldürülen adamın bacakları çöpte, gövdesi derede bulundu. Tüm organları çıkarılıp alınan, kimliği belirsiz kişinin cesedi Adli Tıp morguna kaldırıldı."

"Borcunu ödemeyen arkadaşını önce feci şekilde dövdü, sonra direksiyona bağlayarak arabasında diri diri yakıp öldürdü."

Bu ve benzeri vahşet vakalarına artık eskisine oranla daha fazla rastlanıyor. Bir kişinin başını taşla ezerek, tabancayla ateş ederek ya da bıçaklayarak öldürmek sıradanlaştı.

Cinayetlerdeki vahşileşmeyi intihar vakalarında da görmek mümkün. Eskiden yaşamına son vermek isteyen kişiler, daha az acı veren yöntemler seçerlerdi. Ölümü, uykuya dalar gibi acısız şekilde getiren yöntemler revaçtaydı.

Şimdi bakıyorum da intihar edenler farklı yöntemler geliştirdiler. Burada sıralamamın yanlış olacağına inandığım bu yöntemlerle kendi bedenlerine eziyet ederek noktalıyorlar yaşamı. Kendi kendilerine karşı da vahşileşmekten geri durmuyorlar.

Bir insanın gerek kendi bedenine, gerekse başkalarının bedenine karşı bu kadar vahşi davranabilmesi için büyük bir nefret taşıması gerek içinde. Hem de en ufak bir sevgi kırıntısına bile yer bırakmayan bir nefret olmalı.

Galiba sorun tam da bu nefret-sevgi dengesinde. İnsana karşı nefret arttıkça insan sevgisi azalıyor. İnsan sevgisi azaldıkça da insana zarar vermeye yönelik duygular dizginlenemiyor.

Dikkat edin, hümanizm moda kavram olmaktan çıktı nicedir. "Modern zamanlar" da insan sevgisinden çok, çevre ve hayvan sevgisi ön planda. Doğa ve hayvanlara yönelik sevgi teması, hayatın her alanında daimi biçimde işleniyor, insanların beynine kazınıyor.

Elbette çevre ve hayvan sevgisi bu alandaki sorunları tam olarak çözebilmiş sayılmaz ama yine de çevre hem de hayvanlar konusunda epey mesafe alındı.

Oysa insan sevgisi konusunda daha kötü bir noktadayız. Her ne kadar insan hakları günümüzün baş tacı kavramlarından biri olsa da insan sevgisi unutuldu. İnsan hakları ile insan sevgisi, birbirini bütünleyen kavramlar olarak ele alınmak yerine birbirinden koparıldı.

Eğer insan haklarının yaşamın her alanında olması gereken yere taşınabilmesini istiyorsak hümanizmi yeniden baş tacı etmek zorundayız. Çocuklarımıza ağaç ve hayvan sevgisiyle birlikte insan sevgisini de anlattığımız günlere yeniden yelken açıp, E.M.Remarque’ın "İnsanları seveceksin"ini yeniden yeniden okutmalıyız gençlere. Özellikle de son satırlarını...

"...Kern, Ruth’a bakarak, ’Ne de çok insan var’ dedi. Genç kız doğru cevabı verdi, ’İnsanlar öyle çoklar ki."

Faruk Bildirici / Tempo / 12-18 Aralık 2002