MEDYA ÇÖZÜMÜN PARÇASI OLABİLİR Mİ?

...

Maalesef gündemimiz yine “terör” haberleri. PKK’nın Çukurca’daki saldırısından sonra Başbakan Tayyip Erdoğan, “medyayı daha duyarlı davranmaya” davet etti. Ertesi gün de medya sahip ve yöneticilerini toplayarak “milli duruş sergilemelerini” istedi.

Erdoğan, “Milli duruş”tan ne kastettiğini açıklamadı ama toplantı sonrasında “Halkın haber alma hakkı ile terör örgütünün propagandasının yapılmaması arasında denge kurulması” gerektiğini vurguladı. Başbakan daha önce de bu tür haberlerin büyük verilmesini eleştiriyordu.

Bu denge nasıl kurulacak? İnsanlar, doğal olarak bu ülkede olup bitenleri bütün ayrıntılarıyla öğrenip, kendi iradesiyle yorumlamak istiyor. Okurların çoğu, “şehit” haberlerinin büyük verilmemesini, ölen o insanların hakkının teslim edilmemesi, olayın gizlenmesi gibi görüyorlar.

Örnek vermek gerekirse, Harun Tamer Seçkin ve Hakan Aral adlı okurlar, Bitlis’te beş polis ve biri çocuk olmak üzere üç vatandaşın öldürülmesinin 19 Ekim’de Hürriyet’te manşet olmamasına çok içerlemişti. Aral, “Tamam teröre prim tanımayalım ama ölçüyü de kaçırmayalım” diyordu.

Aslına bakarsanız Erdoğan’ın da hatırlattığı, İngiltere eski Başbakanı Thatcher’ın “Medya terörün oksijenidir” sözüyle vücut bulan “güvenlikçi bakış” bile bu haberlere sansür uygulanmamasının yararını kabul ediyor.

Polis Akademisi öğretim üyesi Necati Alkan, bu konudaki bir yazısında terör haberlerinin güvenlik açısından yarattığı sorunlara dikkat çekiyor ama bir yandan da “terör haberlerinin medyada sunumunun avantajları”nı sıralıyor:

“Olaylardan sonra devlet ve güvenlik güçleri aleyhinde oluşabilecek dedikodu, şayia, fısıltı vb. propaganda faaliyetleri engellenmiş olur. Medyanın anayasal bir hakkı olan özgürlük ilkesi yerine getirilmiş olur. Bu görüntüleri izleyen vatandaşlarda güvenlik güçlerine olan güven duygusu pekişebilir.”

Zaten medyanın halkın haber alma hakkını özgürce kullanmasının bu yararlarını kabul etmeyen bir anlayış, çözümü salt medyada aramak yanlışına düşer. Türkiye’de medyanın saldırılarını haber yapmaması PKK’yı durdurur mu? Sadece mantık değil, geçmiş örnekler de bu soruya olumlu yanıt vermemizi engelliyor. Turgut Özal da Cumhurbaşkanlığı sırasında 1990’da benzer bir medya zirvesi toplamış, ardından sansür sürgün kararnameleri çıkarılmış, medyanın tribünde oturmak yerine mücadeleye katılması sağlanmıştı ama sonuç ortada.

Medyanın çözüme katkısı, güvenlik önlemlerinin parçası olarak değil, kendi işini doğru dürüst yapmasına imkân tanınarak sağlanabilir. Bu da ancak basın özgürlüğü ve halkın haber alma hakkını öncelikli görerek yapılabilir.

Kuşkusuz bu haberlerde özgürlük ve propaganda dengesinin korunması zorunlu. Ama bu dengeyi belirleyecek olan editoryal denetimdir. Zaten Türkiye’de medyanın bu konuda yeterli deneyimi var.

Nitekim Kumrular Sokak’taki bombalı saldırı sonrasında kan revan içinde ceset fotoğrafları yayımlanmadığı gibi, şehit ailelerinin feryat figan görüntüleri de provokatif biçimde tekrarlanmadı canlı yayınlarla.

Tabii bu yetmez, gazetecilik sorumluluğu, şiddeti abartılı ve sansasyonel biçimde yayımlamamayı, dehşet etkisinin topluma yayılmasına aracılık etmemeyi, her koşulda insan hayatını ve huzurunu korumayı gerektirir. Fakat daha önemlisi, kin ve nefret duygularını körükleyici üsluptan, etnik ayrımcılıktan kaçınmak, savaş çığırtkanlığı yerine barış gazeteciliği yapmaktır. Medya ancak böyle çözümün bir parçası olabilir.

Zira Türkiye’de terörü ve silahı yöntem olarak kullansa da PKK’yı, Kürt sorunundan soyutlayarak ele almak mümkün değil. İkisi iç içe geçmiş durumda. O nedenle PKK’nın saldırılarıyla ilgili gelişmelere salt “terör haberleri” olarak bakamayız. Demokrasinin, insan haklarının ve toplumsal barışın korunmasını gözeten bir habercilikten vazgeçmemek durumundayız.