LOLİTA ASİL

...

Sıra dışı bir ressam Lolita Asil. İsmiyle de resimleriyle de sıra dışı. Resminin asıl objesi insan. Ama o insanı resmetmek için bildik yöntemleri kullanmıyor; kadavraları inceliyor, otopsilere giriyor. Amacı da insanın içini görmek! İnsanın farklı bir yanını gördüğü de muhakkak, harika portreler, güzel insanlar değilse bile tablolarında olağanüstü renkler ve hayat çizgileri çıkıyor ortaya.

ANNEMİN TERCİHİ: İSMİM YAŞLANMAKTAN ALIKOYUYOR

Yaşlanmak bana uzak geliyor. İsmim zaten yaşlanmaktan alıkoyuyor. Lolita olmanın getirdiği büyük bir yük var üzerimde. Dünyada Lolita olup benim gibi olan kaç kişi vardır? Ben özgün bir kişiliğim, ismim de çok farklı. Çocukken Lolita ismini taşımak zordu, şu an hafiflemiş durumdayım. Annem, Vladimir Nabokov’un “Lolita” kitabının filmini izlemiş. Oradan etkilenmiş. Babam, “Lolita olur mu? Çocuğa Oya ismi koyalım” demiş. Annem de ısrarla “Lolita olacak” demiş, onun dediği olmuş. Nabokov’un kitabını okuduğum zaman 13 yaşındaydım. Sonra tekrar okudum. Kitabın başında şöyle yazar; “Hayatımın ışığı, benliğimin ateşi, günahım, ruhum Lolita. Adını söyleyebilmek için dilimin ucu, damağımdan dişlerime doğru üç basamak iniyor; Lo-li-ta.” Bu beni çok etkilemişti, hiç unutmadım. Söylerken de müzikal bir isim. O kitaptaki Lolita ile yüzleşmek başka bir şey. Onun için şimdi uzak dursun o kitap benden. İsmim zamanla sanatçı kişiliğimle bütünleşti. İsmim ve soyadım benim için çok önemli. Ben doğada her şeyin bir güce sahip olduğunu ve enerji taşıdığını düşünürüm. O güç ne kadar ön plana çıkarsa her şeyinize o kadar yansır. Benim ismimde güçlü duruşlar var, gerek mana gerekse harflerin yerleşimi açısından.

ANNEM: DÖRT YAŞINDA KAYBETTİM

Çok yalnız bir çocukluk geçirdim. Benden 1.5 yaş büyük ablam vardı sadece hayatımda. Bebeklerle oynamazdım, kendimle vakit geçirirdim. Büyük hayaller kurmazdım. Annem ben dört yaşındayken ölmüş, 27 yaşındaymış. Kalp romatizması burada tedavi edilemeyince son çare Londra’ya gönderilmiş, orada vefat etmiş. Ben de bir ara Londra’ya çok gittim geldim, orada sergi açmak istedim. Sonradan hatırladım annemin orada öldüğünü. Londra’da bir sergi açarsam serginin adı “Annemin Anısına” olur. Annemden hiçbir şey hatırlamıyorum. Bende bıraktığı sevgi boşluğu çok büyük oldu ama hayatımda olumsuz şeyler yarattı mı kesinlikle hayır. Çok olgun bir insan olmamı sağladı. Çevreme bakış açımı değiştirdi. Küçücükken kendimi çok yaşlı hissediyordum. Hani kaç yaşındasın deseler 100 yaşındayım derdim. Ellerimde damarlar gözüküyordu. İnsanın çocukken damarları gözükür mü? Belki çok çalışkan olduğum içindi. Beni babaannem büyüttü, ona tapıyordum. O da beni çok seviyordu. Yaşlı biriyle büyümenin hayatımda büyük etkisi oldu. Modern bir okulda okudum. Yabancı isimler çok vardı. Musevi kardeşlerin çok olduğu bir okul Şişli Terakki. Süryani olmamın getirdiği bir sorun yaşamadım çocukken.

MARDİN: İSTANBUL’A GELEN İLK SÜRYANİ AİLELERDENİZ

Babam, 1950 -55’li yıllarda yaşam zorlukları yüzünden Mardin’den ayrılmış. Mardin’den İstanbul’a gelen ilk iki Süryani aileden biri oluyorlar. O dönemde bunu göze almak büyük cesaret. Şimdi İsveç’teki bazı Süryaniler, Mardin’e geri dönüyorlar. Ne kadar uyum sağlayabilirler oraya, emin değilim. Doğduğumuz topraklar bizi yaşlılık döneminde çok çeker. Babam da son zamanlarında Mardin’i çok özlerdi. Ben maalesef Mardin’i tanıyamadım. Fakat hücrelerimin tanıdığını çok iyi biliyorum. En son açtığım “Hayat çizgileri” sergisinde yaptığım resmi gören bir mimarın, “Bu resimlerde Mardin’i görüyorum” diye yorumlanması da bunun göstergesi. Demek ki Mardin’in o el işçiliği, tahta oymacılığı, telkari işinin, kentin havasının insanın hücresinde dolaşan bir yanı var. Mardin’i iki kere gördüm. Birkaç gün, o kadar. En son 1983’te oradaydım. Hazır olduğum ve beni çektiği zaman oraya gitmeyi planlıyorum. Mardin, şu ana kadar çağırmadı. Nedenini bilmiyorum.

LİSEDE TAKILDIM: RESİMDEN PARA KAZANILMIYOR

Resme iki yaşında başlamışım. Ama kendimi bulmam lise zamanı. Perspektife o zaman ciddi şekilde kafayı takmıştım. Liseyi bitirdiğim yıl mimarlığa girmek istemiştim ama hazır da değildim. Sınava girip kazanamayınca beş yıl ara verdim. Sonra hiç aklımda yokken 1984’te resme başladım. O zaman bir resim kursuna gittim. Celalettin abi, “Sen mutlaka akademiye girmelisin, çok yeteneklisin” dedi. Amcam, Devrim Erbil’in ilk eşi Ayça Serimer’i tanıyordu. Ayça abla, 86’da beni Devrim Erbil ile tanıştırdı. Hayatımın dönüm noktalarından biriydi. Bir yıl misafir öğrenci olarak çalıştım. Hedefim, Mimar Sinan Üniversitesi’ydi. 87’de altıncı olarak kazandım. Akademide Adnan Çoker’de okudum dört yıl. Master ve doktorayı yine Devrim Erbil’de yaptım. Devrim Erbil öğrenci üzerinde atölye etkisi yaratmıyor, kendinizi bulmanıza yardımcı oluyordu. Bence ressam olmak isteyenler bir kere daha düşünsünler. Türkiye’de resimden para kazanamıyorsunuz. İkincisi hiç kolay değil, sabahlara kadar deliler gibi çalışıyorsunuz. Fakat resim öğrenmek isteyen herkesin bu klasik eğitimden geçmesi gerek.

VİNCİ HAYRANIYIM: KADAVRA GÖRÜNCE VEJETARYEN OLDUM

Akademiyi 91’de bitirdim. Master tezimin konusu “70’ten günümüze Türk resminde eleştiri” ydi. Doktora sırasında da “İnsan bedeni ile resim ilişkisi” üzerine tez hazırladım. Bu dönem çok etkilendim insana yöneldim. İnsanın evrenle bağlantısını araştırmaya başladım. Çok büyük bir boşluk vardı hayatımda çünkü. Leonardo da Vinci’yi akademide tanıdım. Onun “İnsanı merak eden içine bakar” düşüncesine yoğunlaştım. Onun doğduğu yere gittim, beni hayatımda bu kadar etkileyen bir sanatçı daha çıkmadı. İtalya’ya o kadar çok gittim ki, anavatanım gibi oldu. Akademide insanın dıştan çizimini yaparken güzel vücut çizmeyi sevmezdim. Rubens’in kadınları beni daha çok çekerdi. Kaslı, deforme olmuş vücutlar, iri kemikler, çok çalışmış ellerin ayakları çizmek daha ilgi çekiciydi. Sonraları vücuttaki girinti çıkıntının, kemiğin arkasını görmek için kadavralara yöneldim. İlk kez 1996’da kadavraya girdikten sonra et yemeyi bıraktım. Bir daha da yemedim, vejetaryen oldum. Balık yiyorum.

OTOPSİLERE GİRDİM: İNSANIN İÇİNİ GÖRDÜM

Lolita Asil’in farklı bir insan olduğunu her dönem hissettim ve bunu anlatmaya çalıştım. Kadavra görmek istememin sebebi de oydu. 2005’te otopsiye girmek için bir dosya sundum. “Ben insanın içini resmediyorum. Ben sanatçıyım görmek istiyorum” dedim. Tabii bağlantılarım iyiydi. Çapa’da Anatomi Anabilim dalı Başkanı hocam Prof. Dr. Kayıhan Şahinoğlu beni Cerrahpaşa’ya yönlendirdi. Adli Tıpta otopsiye girmemi kabul ettiler. Kadavara ile otopsi arasında çok ciddi fark var. Otopsi çok fena. İnsanlar kasap gibi başlarında durmuş, testere ile rutin bir şekilde kesip açıyorlar. Eşsiz bir makine olan vücut zavallı bir duruma düşüyor. Kadavrayı kitaba benzetiyorum. Öğrenciler, sayfa sayfa açarak bakıp vücudu öğreniyorlar. Yüzeyden derine katman katman iniliyor; renksiz de olsa her tarafında bir bilgi var. Otopsi ise tıpkı film gibi, her birinin hikâyesi birbirinden farklı. 15 gün denizde kalmış biri ya da bir yıl sonra mezardan çıkarılmış bir ceset geliyor önünüze. Otopside daha önce defalarca dıştan çizdiğim insanın içini görmek istedim. İnsanın dışıyla içinin farklı olmadığını gördüm orada. Yaşamında mutluluğu görememiş insanların içlerinde karanlığı gördüm. Midesinden bıçaklanarak öldürülen bir insanın vücudu simsiyahtı. Yaşadığı korkuyu öldükten sonra da içinde, teninde, gözlerinde, her yanında görüyorsunuz.

HOCA ŞAŞIRDI: RESSAMIN NE İŞİ VAR OTOPSİDE?

Herkes önlük giyiyor, maske takıp giriliyor otopsiye. Hocalardan biri geldi, anlatmaya başladı. Baktı ki ben çok meraklı bakıyorum. “Siz neredensiniz” dedi. “Ben Mimar Sinan’dan, ressamım” dedim. Kahkahayı patlattı. “Sizin ne işiniz var burada” dedi. “Gözlemci olarak geldim” dedim. Bir ressamın gönüllü olarak otopsiye girmesi doktorlara ilginç geldi. Otopsiyi 15 günlük bir çocuk cesedi geldiği gün bıraktım. Kadavralar ve otopsiler, resmimi çok farklı etkiledi. Hayatımda da çığır açtı. Kadavraları gördükten sonra “Ses, ısı renk” sergisini açtım. Otopsiden çıktıktan sonra da “Hayat çizgileri” geldi. Otopsiye katıldığımız doktorlardan sergiye gelenler de oldu merakla. Tıp ile sanatın ortak konusu insan. Birbirimizi tamamlıyoruz aslında.

MANCHESTER’DA GÖRDÜM: BODY WORLD SERGİSİNE BRAVO

Body World (Orijinal vücut dünyası) Sergisini görmez miyim? 2006’da Manchester’da gördüm. Kadavra ve otopsilere girmemden sonraydı. Büyük bir esin kaynağıydı. Bravo diyorum, gerçekten bravo. Benim yaptığım sanat tarafı. Gunther von Hagens bir doktor olarak işin tıp tarafını yapıyor. İstanbul’da da iki defa gittim orada çizim yaptım. Rahatlıkla çocuklar da gidebilir.

SERGİLERİM: BEN SIRADIŞI BİR RESSAMIM

Sergileri açmadan önce çok heyecanlanırım. Günlerce uykusuz kalırım. Hele son günler tam doğum sancıları gibi olur. Resimlerimi beğenmeyen o kadar insanla karşılaştım ki. Beni sevecek değil ama yapmak istediğimi anlayacak ve saygı duyacak insanların çoğalmasını istiyorum elbette. İzleyicinin sanata bakıştaki kemikleşmiş yapısını değiştirmek istiyorum. Resimlerimin insanların evine, koltuklarının rengine, kafasına uyması gibi kaygılarım yok. Ben sıradışı bir ressamım, yaptığım iş sıradan değil. Bu yüzden anlaşılamamak son derece normal. Çünkü zamanın bir adım ötesindeyim. Eserlerim çok beğenilir, çok alkışlanırsam kendimi yenileyebilir miyim diye kaygı duyarım. Ben sanatçıyım. Afetlere, insanların birbirlerine ve doğaya zarar vermelerine son gelecek elbet. Yeni bir doğasal yaşamın temelleri çoktan atıldı. Bu yeni oluşuma ancak yeni bir insan modeli uyum sağlayabilir. Bütün hücreleri yenilenmiş bir insan. Yeni eserlerimde bunun tohumları 2005’te atıldı. Resmim evrim yaşıyor.

EVRENSEL RENKLER: EN BÜYÜK TABLOYU YAPTIM

Türkiye’de bilinen en büyük resimdi, “Evrensel renkler” tablom. 3 metreye 10 metre. 2000’de, sekiz ayda tamamladım. Doğayı anlattım, bütün renklerin titreşimlerini gösterdim orada. Beş duyumuzla algılayamadığımız bir dizilim var, bütün doğayı, insanı bu etkiliyor. Renk konusuyla başladım, insan konusu hayatıma girdi. Ne akımlara, ne bir döneme asla resimlerimi sanatımı koymak istemiyorum. Akademinin kalıplarını yıktım. Resimlerimde hayatı çizgilerle anlatmak istiyorum. Kimisinde renkler, kimisinde çizgi ön plana çıkıyor.

İNANÇ: İLAHİLERİ ÇOK SEVERİM

Ben sanatımı inançla yapıyorum. İlahi gücün hepimizin içinde olduğuna inanıyorum. İçimizde büyük bir parça var. Ben insanı çalışırken o ilahi gücü onun içine yerleştiriyorum aynı zamanda. Onu mükemmel bir varlık, yaratık olarak hazırlıyorum ve sunuyorum. Her gece yatarken ve kalktığımda mutlaka dua ederim. Etmediğim zaman kötü olacakmış gibi düşünürüm. Kiliseye de giderim. İlahileri çok severim ama sesim pek iyi değil.

BABAMIN İŞİ: KAPALIÇARŞI’DA GÜMÜŞ DÜKKÂNINI DEVRALDIM

Babamı kaybedeli on ay oluyor. İki yıl kadar rahatsızlık dönemi vardı. 80 yaşındaydı. Onun hastanedeki yaşam savaşı benim savaşıma döndü. Hayatım tekrar değişti. 2007’de büyük ideallerim olan sanatı ertelemek durumunda kaldım. Babamın Kapalıçarşı’daki dükkânını devraldım. İlk günler çok ağlıyordum. “Ben sanatçıyım, böyle bir işi nasıl yaparım? 15 gün sonra babam düzelir giderim” diye baktım. Ama öyle devam etti. Gümüşçülük bana çok uzaktı, artık alıştım. Bir malın gümüş olup olmadığını uzaktan dokunmadan anlamaya başladım. İkinci el gümüşçülük yapılıyor dükkânda. Biz gümüş işleri alıp yeniden satıyoruz. Amcam ve babam, gümüşçülüğü Mardin’deyken öğrenmiş. Babam, İstanbul’a geldiği dönemde başlamış bu işe. İkinci el gümüş o zaman kimsenin düşünmediği bir iş. Babam sıfır reklamla Sait Asil markası yaratıyor. Bu işe dört elle sarılmam babam sayesinde oldu. Onun işine olan aşkı, müşterilerinin ve esnafın ona olan sevgisi beni çok etkiledi. Büyülü bir yer orası. Çok farklı kültürlerin hayatıma girmesini sağladı. Resmi bırakamam, çünkü beni ben yapan o. Ellerim değilse bile beynim daha çok çalışıyor, biriktiriyorum. Üç boyutlu, daha hızlı düşünüyorum. Daha ileriyi görüyorum sanki.

DOKUNMA TEKNİĞİ: RESİMLERİME DOKUNDURMAM

En çok insana dokunmaktan hoşlanırım. Yaptığım resme dokunmaktan da hoşlanırım. Ama başkasının dokunmasını istemem. Çünkü resme zarar verebilir. Resme dokunma tekniğini bilen çok az insan var, elini sürünce boya tabakası düşebilir. Astroloji ile ilgilenirim. Yıldızlara bakmasını bilmem ama baktırırım bazen. Stephan King kitaplarını, korku filmlerini ve aşk filmleri seviyorum. Tipik Amerikan filmlerini hiç seyretmiyorum.

SAVAŞLAR: MESAJIMI RESİMLERLE VERİYORUM

Savaşlar ile niye aram olsun ki? Ben her zaman barıştan yanayım. Belki çıkıp topluluklarla yürüyüşler yapmıyorum ama ben mesajımı resimlerimle vermeye çalışıyorum. Politik konulara, kalıplara uzağım tabii. Ben evrensel insana inanıyorum. İnsanların birbirlerini bu kadar rahatça öldürmeleri çok etkiliyor beni. Ölümün bu kadar anlık ve düşünülmeden yapılıyor olması korkunç.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET / 31 EKİM 2010