LEVENT KAZAK

...

POLİTİK HİCİV PROGRAMI YAPIYORUZ MİZAH DEĞİL

Levent Kazak, önceleri televizyona uzaktı. Tiyatroda başladı sanat yaşamı. Ardından filmlerde oynadı, senaryo yazarlığına yoğunlaştı. Şimdiyse televizyon dünyasında. “Heberler” adlı haber şov programının fikir babası, yazarı ve oyuncusu. Kazak ile yaşam üssü olan Kaş’tan Skype aracılığıyla konuştuk.

HEBERLER: GÜLDÜRMEK ZORUNDA DEĞİLİZ

“Heberler” artık oturdu ve herkes tarafından biliniyor. Digitürk’ü olmayan bizi Türkmax’tan izleyemiyorsa sınırlı da olsa internetten takip edebiliyor. İnsanlar gündelik hayatta “heber” kavramını kullanmaya başladı. Habere bakış açısını değiştirdiğimiz zaman “heber” oluyor. Biz bir haberi alıyoruz, bir yorum, bir bakış açısı katıyoruz içine. Diyoruz ki, bu artık bir haber değil bunu “heber” haline getirdik. Fakat bunun bir mizah programı olduğu zannediliyor ve “Aaa biz Heberler’i seyrettik hiç gülmedik” diye şikâyet ediyorlar. Evet bazen hiç komik olmuyor. Güldürmek gibi bir kaygımız asla yok. Çünkü bu bir politik hiciv programı. Bir şeyi hicvetmek, komik hale getirmek demek değildir. Heberler’in gittikçe zorlaştığını söyleyebilirim. Geçen sene ben aynı zamanda stüdyodaydım. Bu sene bir yönetmen arkadaş bulduk. Uzaktan, Kaş’tan işi yürütmeye çalışıyorum. Fakat geçen gün öldürülen askerlerin üzerine deprem ve arada kaynayan üç beş haber oldu. İlk defa paniğe kapıldım. “Çok zorlanacağız bunların Heberler’ini yapmakta” dedim ve o endişeyle atladım İstanbul’a gittim. “Vicdan aşısı” heberini yaptık. En fazla tıklananlardan biri oldu.1-1.5 milyonun üzerinde insan seyretti. Patladı yani.

NEWS SHOW: ANCHORMANLİK ALABORA’NIN ÜZERİNE OTURDU

Bu bir News Show’dur (Haber Şov). Dünyanın her yerinde yapılan bir şey. İngiltere’de çok sayıda yapılıyor. Zaten biz İngiliz mizahını da çok seviyoruz ekip olarak. M. Ali de (Alabora) çok seviyor, ben de. Yani biz Amerika’yı keşfetmedik, News Show’u Türkiye’ye adapte ettik. Ben sinema ve tiyatroyla yaşamımı kazanıyorum, televizyondan uzağım. Hem televizyona iş yapalım hem de rahat uyuyalım dedim. Heberler öyle bir proje. Bir ulusal kanalda dizi yapıyor gibi büyük paralar kazanmıyoruz, küçük bir prodüksiyon bu. Ama hepimiz çok memnunuz hayatımızdan. Eleştirebildiğimizi, soru sorabildiğimizi düşünüyoruz. Türkmax ve Digitürk, bizi yanımızda, bu da önemli. Ben çok yapmak istiyordum bunu. Rafa kaldırdığım bir projeydi. Elif Dağdeviren’e anlattım, çektiğimiz küçük demoyu izlettim. “Gel yapalım bunu” dedi. Gittik Digitürk’e tak diye başladık. Anchorman olacak, fakat düzgün bir duruşu olacak, sadece oyuncu olmayacak, editörlüğünü de yapacak biri gerekiyordu. Alanı daralttığımız zaman zaten M.Ali Alabora’ya ulaştık kendiliğinden. Tam üzerine oturdu. Mahir İpek benim çok sevdiğim eski bir arkadaşım. Askerlik arkadaşım. Bedelli askerliğin arkadaşlığı olur mu bilmem ama. Elif de Serhat Kılıç’ı önerdi, gittim oyununu seyrettim. İnanılmaz bir sahne oyuncusu. Serhat’ı da ekibimize aldık. Yazma işinin baştan sona benimle olmayacağını gördük. Hiç maça gitmedim hayatımda ve futbol beni ilgilendirmiyor mesela. Magazinde de öyleyim. Nasıl bir gazetede çeşitli bölümler varsa bizde de o rengi sağlayabilmek için belli sayıda yazar gerekti. Yazarlarımız için Twitter tanışma alanıydı, yarısını oradan bulduk.

BABAM: HAYATIMIN CEZASI YAZMAKTI

İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ilk mezun kuşağı vardır ya bütün bu barajları yolları yapan. Babam o kuşaktan bir mühendis. Karayolları ve Devlet Su işleri’ndeydi yıllarca. Hayatı şantiyelerden şantiyelere gezmekle geçti, ben de o arada doğdum. Beni de şantiyelere götürürdü. Keban’ın yapılışında bulundum mesela. Biz arkadaşlarla lastikler, şamreller alıp Keban barajını yüzerek karşıdan karşıya geçtik. Fakat büyük bir panik yaratmışız meğer. Çünkü su seviyesi yükseldiği zaman kapaklar açılıyor, biz de tam kapakların yanından geçtik. Geldiler karşı yakadan teknelerle aldılar falan. Babam bana ceza verdi, hayatımın en büyük cezasını. Samed Behrengi’nin kitaplarını beşer kere yazmak zorunda kaldım. Bu ceza, yazıyla kurduğum ilişkide önemli bir rol oynadı. Yedi sekiz yaşlarındaydım. Dört yaşından itibaren bayağı okuyup yazıyordum. Babam öğretmişti. Okula da hem erken başladım, hem imtihanla sınıf atladım. Altı yaşında ikinci sınıftaydım.

ŞİİR SEVERİM: CEMAL SÜREYA DAYIMDIR

Düzceliyiz biz, baba tarafı Çerkez. Babam mühendisti ama sanatla, yazıyla şiirle romanla ilişkisi her zaman iyiydi. Babam, parasız yatılıdan Cemal Süreya’nın sınıf arkadaşıdır. Çocukluğum şairlerle, dayım Cemal Süreya ile geçti. Fakat doğrusunu isterseniz ben şiire Edip Cansever okuyarak başladım. Daha sonra Cemal Süreya’yı okudum ve çok sevdim. Şairliğini kendisinden sonra tanıdım yani. Üvey annem Ayten, Cemal Süreya’nın kardeşidir. Benim anne diye bildiğim kişi Ayten’di. Beni o büyüttü. Ben çok ufak yaştayken annemle babam ayrılmış, annem yurtdışına gitmiş. Annem Macar. Ben annemi hep ölü olarak bildim belli bir yaşıma kadar. Babam ben küçükken evlendi Ayten ile. Babamla çok kavga ettiler, ayrıldılar ve birkaç sene sonra tekrar evlendiler. Aralarında büyük bir aşk, büyük bir bağlılık vardı. Ben daha sonra gençlik yıllarımda öz annemle tanıştım, ama ona hiçbir zaman anne demedim.

YAZMAK: BİLMİYORDUM AMA HİNTÇE VİDEOLAR ÇEVİRDİM

Genç yaşlarda babamın solculuğuna tepki olarak daha apolitiktim. Daha sonra babama benzemeye başladım. Doğrusunu isterseniz lise yıllarında ne yapacağımı bilmiyordum. Sanıyorum yazı benim oyunculuktan sonra gelişen bir şey oldu. Aslında beni yazıyla tanıştıran ne oldu biliyor musunuz? İlkokulu yatılı okudum, yatılı bittiği andan itibaren çalıştım. Liseye de çalışarak gittim. O dönemde video kulüpler başlamıştı, kaçak videolar satılıyordu. Az buçuk İngilizcemle video çevirileri yapmaya başladım. Sonra bana Hint filmleri falan vermeye başladılar. “Al bunu da çevir” diyorlardı. Ama ben Hintçe bilmiyorum! Dilini bilmediğim filmleri çevirmeye başladım öyle. Seyrederek yazıyorsun. Öyle komik oluyor ki. İki kardeşin başına gelenler falan derken 40.dakikada bunlar öpüşüyor! Meğer kardeş değillermiş, onu hemen çevirmek zorundasın falan. Bilmediğim dilden o kadar çok çeviri yaptım ki, yazı biraz da öyle başladı belki. Tiyatro ile kurduğum ilişkiden sonra iyiden iyiye yazıya yöneldim.

HEP ÇALIŞTIM: ON ÜNİVERSİTEYE GİTTİM AMA BİTİREMEDİM

İlk gittiğim üniversite Boğaziçi. Bir grup insandık, hepimiz için de uygun bölümler oradaydı, hadi orada buluşalım dedik. Sonra bitiremedim, sanıyorum on üniversiteye gittim. Hiçbirini bitiremeden ayrıldım. Çünkü çok ciddi olarak çalışıyordum. Hep kendi ayaklarımın üzerinde durmak, çalışmak zorundaydım. Boğaziçi’nde tiyatro kulübü falan filan derken Ali Poyrazoğlu tiyatrosunda “Aş bunları aş” diye bir oyun konuluyordu sahneye. Oyunda bir hippi rolü vardı ki, ben de hippiydim. Saçlarım belime kadardı. Küçük bir rol de olsa ilk defa profesyonel sahneye çıkmış oldum. Baktım orası benim çok sevdiğim bir alan, tiyatroya devam ettim. Eskiden tiyatroda biz haftada sekiz oyun oynardık. Sürekli turne yapardık, mümkün değil hem okula gitmek hem tiyatro. İlk başlarda ben hep bitirmek üzere girdim o bölümlere. Fakat sonra olmadı, beceremedim. İtalyanca, Yunanca da çok öğrenmek istediğim dillerdi, maalesef öğrenemedim. Sonlara doğru askerliği ertelemek amaçlıydı bölüm değiştirmeler. Bir televizyon dizisi olan “Kim bunlar?” sanatsal bir dönüm noktası değil benim için. Popülerlik anlamında bir dönüm noktası olabilir. Zaten hep böyle bir şeyleri biriktirerek ilerliyoruz. Üretiyorum, hiç boş durmuyorum. Yazının sınırları içinde her şeyi yapmaya çalışıyorum. Benim asıl mesleğim yazı. Artık oyunculuktan çok haz almıyorum ve yapmıyorum farkındaysanız. Bazen mecbur kalıyorum kendi yazdıklarımda oynuyorum. Belki de “Nasıl olsa bu adam kendi yazdıklarını oynuyor” diye teklif getirmiyorlardır. Getirilen tekliflerden de çok haz almadım. Dolayısıyla gittikçe oyunculuktan uzaklaşıyorum.

SİNEMAYA KÜSTÜM: HACİVAT KARAGÖZ EN İYİ İŞİMDİ AMA BATTIK

“O şimdi asker” ile başladım sinemaya ama beni mutlu etmedi. Gişe hesabıyla film yapılıyor Türkiye’de. Genelde büyük bütçeli filmler yaptım ben. Hacivat Karagöz’de her şeyimizi kaybettik. Kendi adıma değerlendirmek gerekirse kendi adıma yaptığım en iyi işti. Ödül de aldı, sevdiğimiz bir film de oldu ama büyük paralara mal oldu. Ezel’in (Akay) şirketini batırdı, beni batırdı. Kaldı ki seyirci sayısı da fena değildi 1 milyon seyirciye ulaşmıştı. Biraz küstüm açıkçası. Böyle popülist filmler de yapmamaya özen gösteriyorum, dolayısıyla çaresizim sinema konusunda. Bir film yönetme hazırlığım vardı; “Haklarını sevişerek alanlar”. Onu erteledim. Çünkü tam hazır değildim. Barış ile (Pirhasan) birlikte senaryo stüdyosu diye Türkiye’nin ilk senaryo okulunu kurduk biz. Bayağı bir öğrenci yetiştirdik. Çoğu şu anda piyasada profesyonel senaryo yazarı olarak çalışıyor. Fakat bizim için çok yorucu bir işti. Bir noktadan sonra “Yahu biz bunu niye yapıyoruz?” oldu. Zaten para kazanmak için başlamamıştık ama çok büyük paraya mal olmaya başladı. O yüzden devam edemedik. Senaryo Yazarları Derneği’ne arada proje yapıyorum. Benim bir projem vardı, “Hayal kurmak serbest” diye cezaevlerinde hayal kurma dersleri. O projeyi yaptık. Leblebi tozunun çok önemi vardır benim çocukluğumda. Hani hiçbir şey yoktu ya bakkallarda. En cazip şey leblebi tozuydu. Bir de onu geliştirebilirsin biraz içine şeker konulur falan. O yüzden blogumun adını Leblebi tozu koydum.

BİR ESPRİYDİ: BİR ÇEŞME DÜŞÜNÜN ÇORBA AKIYOR

Çorba çeşmesi bir espriden yol açıktı ve gerçekleşti. Akşehir’de Nasrettin Hoca derneği vardır, bir festival sürdürmeye çalışırlar ve biz sık sık Akşehir’e gider geliriz. Akşehir’de bir kış günü yakıt problemi çekenlerden bahsediliyordu. Belediye Başkanına, “Nasrettin Hoca kafasıyla olsaydı buraya bir çorba çeşmesi yapardı ve fıkrası da olurdu” dedim. “Ne iyi fikir aa yapalım” dendi, geliştirdik o fikri orada çorba çeşmesi açıldı. Bir çeşme düşünün mercimek çorbası akıyor, günde bine yakın insana çorba içiyor oradan! Öğrenciler falan herkes orada. Projenin ana fikri şuydu; açlık noktasında oradan bedava çorba içebileceğiniz çeşme olmalı! Sonra başka belediyeler de çorba çeşmeleri açtı sanıyorum.

KEKOVA: HEP BİR ADADA OLMA HAYALİM VARDI

Uzun süre Büyükada’da yaşadım. İstanbul benim için yaşanacak yer değil artık. Yoruluyorum İstanbul’da. Küçükken kahramanım babam, Sadun Boro ve Robinson Crusoe’ydu. Hürriyet’te yayınlanan Kısmetim’in yolculuk anılarını takip ederdim. Kitabını da aldım defalarca okudum. Hep denizde ve adada olma hayalim vardır. O yüzdendir ki, 20 yıldır Kekova’da bir eve daha doğrusu kulübeye yerleştim. Bayağı bir adada; elektrik, yol yoktur, sadece deniz yoluyla gidersiniz. Bütün senaryolarımı orada yazdım. Şimdi bayağı kötü durumda, tamire ihtiyacı var. Şimde Kaş’ta bir ev tuttum. Burada kendi başıma yaşıyorum, çok dingin bir hayatım var. Her gün yapmam gereken heberlerimi, oyunlarımı yazıyorum. Ama bunları yaparken balığa da gidebiliyorum, dalabiliyorum. Buradaki hayatımdan çok memnunum. İstanbul en güzel özlenecek şehir benim için. Yazarlık benim için çok uygun bir meslek. Onun keyfini çıkarıyorum. Bir yerde olmak zorunda değilim. Bir deniz yolculuğunda, Kekova’da ya da İstanbul’da da olabilirim ama işimi yapabilirim. Bu büyük bir lüks.

PLANLARIM YOK: KİRALIK KATİL GİBİYİZ

Yer değiştirmeyi, hareket etmeyi seviyorum ben. Şubat mart gibi Berlin’e taşınıyorum bir süre. İstanbul’a gidip gelmeli bir hayat olacak. Bir din komedisi var kafamda onu yazmak istiyorum. Berlin’de geçen bir film ve ben orayı bilmiyorum. O yüzden oralarda olmakta fayda var. Öyle 10-20 yıl sonrasında şöyle olsun gibi planlarımız yok. Biz böyle kiralık katil gibi önümüze tek bir proje koyup onu öldürüyoruz. Görevimiz o. O ne kadar sürüyor? Bir filme başlamak demek iki yıl zaten. Dolayısıyla en fazla hayatımın iki yıl sonrasını görebiliyorum. Şimdi oyunu bitireceğim, herhalde şubat mart gibi sahnede olacak. Vaktim oldukça telif hakları davalarında bilirkişilik yapıyorum. Hayatımda uzun vadeli bir plan program yapmıyorum. Bir akışın içindeyim ve orada bir şeyler üretmeye çalışıyorum. Bir mutluluk peşinde değilim. Hayatımın birincil amacı mutlu olmak değil.

MEDYA KAZASI: GAZETECİLER SENARYO YAZMIŞTI

Bir arkadaşımın doğum gününden çıktım, yürüyerek Cihangir’e gideyim dedim. Yolun kenarında bir yere çöktüm, biraz fazla içkiliydim. Sonra olanların çok farkında değilim. Meğer gazeteciler beni takip ediyormuş. Haberi daha zenginleştirmek için beni polisle uyandırmak gibi bir yol bulmuşlar. Senaryolar yazmışlar filan. Çok çirkindi. Televizyonlarda durmadan yayınladılar. Tam sayfa bütün gazetelerde verdiler. O başıma gelen bir medya kazası. İçkiyle problemim vardı. İki yıldır içmiyorum. Karaciğerde büyüme gibi sorunlar vardı. Uzun vadeli bir perhize girdim. Bu hiç içmeyeceğim anlamına gelmiyor, bıraktıktan sonra özlediğim şeyler var. Hani arkadaşlarla ocak başına, meyhaneye gitmek gibi zevk aldığım minik şeyler birden hayatımdan çıktı. İçkisiz tadı çıkmıyor. Ama alışkanlık olması beni rahatsız etmişti. Ondan kurtulmam gerekiyordu.

MERAKLIYIM: BİZ DE HABERCİ OLDUK BİRAZ

Rahatsız olduğum huylarımdan biri meraklı olmam. Beni çok yoruyor. Ne olup bitiyor öğrenmek zorundayım. Her gece Twitter’ı izlemek, saat dörde kadar oturup gazetelerin güncellenmesini beklemek zorundayım. Bütün sevdiğim köşe yazarlarını okuyup kendimi iyice mahvedip, sabah altı gibi uyuyorum her gün. Bu korkunç bir alışkanlık. Sabah büyük bir moral bozukluğuyla kalkıyoruz. Habercilik bilmediğimiz, uzak bir şeydi. Sonunda haberci olduk biraz. Habercilerin sıkıntılarını yaşıyoruz galiba biz de. Mesela bu yıl tatil yaptım, bir süre gazete almadım. Öyleymiş, gazeteciler de almazmış.

MUHALİFİM: YETMEZ AMA EVETÇİLER ŞİMDİ NEREDE?

Sorgulayan bir insan olduğum doğru. Sanatçı muhalif olmak zorundadır zaten. En büyük hayal kırıklığım yetmez ama evetçilerdir. Ben yasama, yürütme ve yargının tek elden kontrolünü çok tehlikeli buluyorum. Anayasa değişikliğinde “12 Eylül’den hesap soracağız” sözüne inanıp evet oyu verenlerin çok büyük sorumluluk aldıklarını düşünüyorum. Evet bir yalan söylendi onlara, şimdi neredeler peki? Biz o günden beri bir muhabiri Kenan Evren’in kapısında tutuyoruz Heberler’de, sırf hatırlatmak için. Yeni Anayasa değişikliği çalışmalarından umutluyum. Sırf bu yüzden oyumu Sırrı’ya (Süreyya Önder) verdim. BDP’nin meclise girmesinin önemi benim için büyük. Gazetecilerin cezaevinde olması korkunç bir şey. Bülent Arınç, “Deniz Feneri sanıklarının tahliye olmasının diğer davaların sanıklarına da örnek olması gerektiğini” söyledi. Ama onlar yapıyorlar böyle şeyler. O sözler, bir şey demek değil. Biz hukuka müdahale ettiklerini net olarak biliyoruz.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 6 KASIM 2011