İSLAMİYETİN CAMİLERE ÇEKİLME VAKTİ GELDİ ÇATTI

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 57

İSLAMİYETİN CAMİLERE ÇEKİLME VAKTİ GELDİ ÇATTI

Sivas’ta 33 insan cayır cayır yakıldığında "Bunun İslamiyet ile ilgisi yok" denmişti. Gonca Kuriş ve onlarca insanın domuz bağıyla öldürülüp "mezar evler"e gömüldüğü ortaya çıktığında da aynı savunma dile getirildi:

"İslamiyet ile ilgisi yok, bunlar Müslüman olamaz!"

Üstelik Sivas ve Hizbullah ile sınırlı bir savunma değildi bu. Ne zaman din adına terör estirilse, ne zaman din adına cinayet işlense hep aynı jargon devreye giriyordu. "Bunun İslamiyet ile ilgisi yok."

Ne yazık ki, 11 Eylül, bu "görmezden gelme" eğiliminin Türkiye’deki İslami cemaate özgü olmadığını kanıtladı. Amerika’da "İkiz Kuleler"e uçaklarla saldırıp, üç binden fazla insan öldürülünce İslam dünyası toplu olarak aynı savunmayı seslendirdi:

"Bunun İslamiyet ile ilgisi yok!"

İslam dünyasının sesi o denli güçlü çıktı ki, George W.Bush ve ateşli müttefiki Tony Blair de "Bunun İslamiyet ile ilgisi yok" sayıklamalarına katılmak zorunda kaldılar. İlk anda "Haçlı savaşı"ndan söz etmesi, Bush’un gerçek düşüncesinin farklı olduğunun kanıtıydı ama çabucak toparladı kendini.

Geri adım atması, Afganistan’a başlattıkları savaşın "Medeniyetler çatışması" noktasına taşınmaması amacından kaynaklanıyordu. Buna rağmen Batı dünyasından kimi itirazlar geldi. İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi ve İtalyan gazeteci Oriana Fallaci’nin yaklaşımları bunlar içinde en çok yankı uyandıranlar oldu.

Berlusconi ve Fallaci’nin sivri dilli sözleri bile İslam dünyasının bir kez de dönüp kendine bakmasını sağlayamadı. İslam dünyası, terör ve İslam arasındaki ilişki olup olmadığını nesnel biçimde değerlendirmeyi bir kez daha reddetti. Her zaman olduğu gibi soruna ’akıl’ ile değil ’dogma’larla bakıldı.

İslam dünyasından olup da "İslamiyet ile hiç mi ilgisi yok?" sorusunu cesurca soran nadir isimlerden biri İranlı gazeteci Emir Taheri’ydi. O da özgürce kalem oynatabilmesini Paris’te yayımlanan Uluslararası Politika"nın editörlüğünü yapmasına borçluydu. The Wall Street Journal’de yayımlanan ve Radikal’de de çevirisi yer alan yazısında, "Sivas olayını" çağrıştıran saptamalarda bulundu:

"..Günümüz Müslüman dünyası, bağnazlık, fanatizm, riyakarlık ve cehaletle dolu ve bunların hepsi Bin Ladin gibi caniler için yeşerme ortamı yaratıyor.

Müslümanlar için bir inkâr içinde olmaları hem tehlikeli hem de dürüst bir tutum değil. İran’daki Humeyni yanlıları bir sinemada 600 insanı yaktıklarında ört basçılar bunun İslam’la bir ilgisi olmadığını söyledi.

Aynı çete, Amerikalı diplomatları Tahran’da rehin aldığında yine aynı örtbas ediciler bunun İslam’la bir ilgisi olmadığını iddia etti. İntihar saldırıları Beyrut’u kan gölüne çevirdiğinde bunun da İslam’la bir ilgisinin olmadığı söylendi."

Taheri haklı. Kimileri inkâr etse de, İran’da sinema yakanlar ile Türkiye’de Madımak Otelini yakanların ve 11 Eylül’de uçaklı saldırı düzenleyenlerin ortak paydası hep İslam.

Hepsi de cinayetleri İslam adına işlediklerine inanıyor, İslam öğretisinden besleniyorlar. "Günahkârları ve gâvurları öldürerek Allah katında büyük sevap kazanacakları"ndan en ufak bir şüphe bile duymuyorlar.

Bu uğurda bir adım daha atanlar "cihadın sıra neferleri" haline geliyorlar. O zaman da doğup büyüdükleri sınırların hiçbir önemi kalmıyor, nerede olursa olsun İslami cihat uğruna ölmeye can atıyorlar! İlla Suudi Arabistan, İran ya da Afganistan’da doğmuş olmaları da gerekmiyor.

"Müslüman ve laik tek ülke" olmasıyla övünülen Türkiye’den yetişen fanatikler de "cihat" için kalkıp yüzlerce kilometre ötelere gidiyorlar. Önceleri Bosna’da, ardından Çeçenistan’da savaşan bu fanatiklerin son durağının Afganistan olduğu biliniyordu.

Bu gerçeğin kanıtlarını, Fransız dergisi Le Nouel Observateur muhabiri, gün yüzüne çıkardı. Taliban saflarında savaşırken esir düşen Rizeli "Talha" ile Kabil’de yapılan söyleşi, bu insanların "kafa yapıları" hakkında çarpıcı ipuçları veriyor:

"İslam için savaşmak bir gönül işi, Allah emridir. Allah yolunda ölmek davaların en güzelidir. Şehit oluyor, cennete gidiyorsunuz. Allah’ın vaadi bu. Cennette genç, melekler kadar güzel kadınlar var. Orada, bakire kızlar benim olacak.

Savaşa gitmeye 1.5 yıl önce karar verdim. Çeçenistan’a gitmek istiyordum ama sınır kapalıydı. Savaşmak için burada kaldık. Dua ediyorduk. Kuran okuyorduk. Serbest kalırsam belki cihat için Çeçenistan’a giderim."

Ne kadar garip gelirse gelsin, Talha’nın sözlerinin İslami düşünceye aykırı olduğunu kim söyleyebilir? Tabii ki hayır. İnanmış bir Müslüman, olsa olsa Çeçenistan’da, Afganistan’da "cihat" olup olmadığını tartışabilir. Ama o kadar. "Allah yoluna ölmek davaların en güzelidir" cümlesini tartışabilir mi? Asla.

İşte bu nedenle de "Talha" ile herhangi bir Müslüman arasındaki fark, aslında çok da büyük değildir. Farkı yaratan silahtır. Şöyle ki, "Talha", eline silah almış, "Allah’ın iktidarını yeryüzünde hâkim kılma" savaşı vermektedir. Eline silah almamış herhangi bir Müslüman da aslında Allah’ın iktidarının sağlanması konusunda "Talha" ile paralel düşünceler taşır.

Neresinden bakarsanız bakın, böylesine paralellik olması da kaçınılmazdır. Ne de olsa, bütün tek tanrılı dinler gibi İslamiyet de yaşamın bütün alanlarını düzenleme iddiasını içinde barındırır. İslamiyetin vazettiği ilkelerin, bireyle tanrı arasındaki ilişkilerle sınırlı kalmaması da doğaldır.

Nitekim İslamiyet, yaklaşık 14 yüzyıl önce doğduğunda devlet yönetimi dâhil olmak üzere yaşamın bütün alanlarını düzenlemek iddiasıyla ortaya çıkmadı mı? Elbette. Öyle olduğu içindir ki, önce Hz. Muhammet ve sonra da halifeler devlet yönettiler. "Allah adına" fetihlere giriştiler!

Aradan yüzyıllar geçtikten sonra yeni sorular ortaya çıktı. "İslamiyet laiklik ve demokrasiyle bağdaşır mı?" İslamiyet de bir inanış, bir "dogma" olduğuna göre, 14 yüzyıl önceki İslamiyet ile bugünkü İslamiyet aynı olsa gerek. Doğuş döneminde demokrasi ve laiklik ile bağdaştırılması asla mümkün olmayan İslamiyetin modern yaşamın yeni koşullarına kendini uyarlaması epeyce zor.

Zaten sorunun en önemli nedenlerinden biri de bu. Klasik İslamın vazettikleri ile modern dünya yaşamının gereklerinin çatışması. "Cihat" dedikleri şeyin asıl anlamı, laiklik ve demokrasi içlerine sindirememeleri. Yani "İslamın siyasi iktidarını kurma" hevesinden vazgeçmemeleri...

Eğer Müslüman ülkelerde laiklik ve demokrasi var olacaksa, bu İslamiyeti savunanların gönül rızasıyla olmayacak. Nasıl ki, Batı dünyası ortaçağ karanlığından çıkmak için çatışmak zorunda kaldı ve sonunda Hıristiyanlık kiliselere çekildiyse İslam dünyası da eninde sonunda bu çatışmayı yaşayacak.

Hıristiyanlık gibi İslamiyet de bu yenilgiyi yaşamak zorunda. Yenilecek ki, devlet yönetme iddiasından vazgeçip camilere çekilsin! Ancak böylece İslamiyet, sadece kişi ile tanrısı arasındaki ilişkileri düzenleyen bir öğreti haline indirgenmiş olur.

İslamın kendi "rönesansını" kendisinin gerçekleştirmesini beklemek boş bir hayaldir...

Faruk Bildirici / Tempo / 3-9 Ocak 2002