İONNA KUÇURADİ

...

İNSAN HAKLARI SONU OLMAYAN BİR ÇABA

Türkiye Felsefe Kurumu’nu kuran, bir dönem Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonu’nun başkanlığını yürüterek Türkiye felsefecilerinin dışa açılan yüzü olan bir bilim insanı Prof. Dr. İonna Kuçuradi. Kuytulara çekilmek yerine yaşamını insan hakları eğitimine ve insan hakları mücadelesine adamış bir kadın o. Kimselerin iz bırakmadığı ıssız yollardan tek başına ilerleme gücünü bir siyasi çizgiden değil bilgeliğinden, cesaretini ise yüreğinden almış. Bugün artık saçlarına ak düşse de ne yüzünde bir yorgunluk belirtisi var, ne sesinde bir bıkkınlık. Tek üzüntüsü şiire ve şiir çevirilerine ayıracak zaman bulamaması.

ÇOCUKLUĞUMUN İSTANBUL’U: YAŞATANLARA MİNNET DUYUYORUM

Babam eczacıydı. Tepebaşında eczanesi vardı. Annem ev hanımıydı. Her ikisinden de, bana ve başkalarına davranma biçimlerinden öğrendiklerim var. Örneğin annem, ağlasam da sokakta bana hiçbir şey almamıştır –bu ister simit, ister oyuncak olsun. Ne var ki, o istediğimi ertesi gün babam getiriyordu. Arkadan baktığımda, annemin bu davranışının karakterimin oluşmasında önemli bir rol oynadığını düşünüyorum ­–babamın da. Çocukluğumun ve üniversite yıllarımın İstanbul’undan bazı imgeler/spotlar gözümün önüne geliyor: Gürültüsüz Beyoğlu, bir-iki park, gürültüsüz Sultan Ahmet Meydanı. En canlı imgeler ise okulda ve üniversitede yaşadıklarım. Ama o günlerde yaşadıklarımın özlemini duymuyorum. Bu, “beni zenginleştiren insanca ilişkiler yaşamadım” anlamına gelmiyor. Ancak onlar geçmiştedir. Yaşatanlar için minnet duyuyorum.

ÜÇ ÖĞRETMENDEN ETKİLENDİM: O KİTABI HÂLÂ SAKLIYORUM

En eski anılarımdan biri, İlkokula gittiğim ilk günden. Öğleden sonra ‘müzakere’ denilen boş saat sırasında yanımda oturan kız bana bir şeyler söyledi. Beni sevindirmiş olacak ki, ellerimi çırptım. Bunun üzerine başımızda duran hanım beni ayağa kaldırdı, yani cezalandırdı. Ondan sonra hep sessiz, kollarım birbirine bağlı oturmuşum ki, bir sıkıntım olduğunu fark eden bir öğretmenimiz bir gün yanıma gelip rahat oturmamı söyledi. Zapyon Rum Kız Lisesi’nde de beni en çok etkilediğini düşündüğüm üç öğretmenimi anmak isterim. İkisi Edebiyat öğretmeni, biri de Fizik-Matematik öğretmeni. Dimitri Papakonstandinu bana şiiri sevdirdi. Şiiri yüksek sesle okuma gerekliliğini ondan öğrendim. Mesude Kongar Hocamdan, öğrencilerle ilişkilerimde her şeyden önce öğretmen olduğumu unutmamayı öğrendim. “En iyi öğrencisine” ithafıyla bana hediye ettiği Abdulhak Şinasi’nin Boğaziçi Mehtapları’nı saklıyorum. Menelaos Mavridis Hocamdan da, dersi sınıfta öğrenmenin ve öğretmenin çok verimli bir yol olduğunu öğrendim.

6-7 EYLÜL OLAYLARI: BURNUMDA KALAN KUMAŞ VE YAĞ KOKUSU

6-7 Eylül olayları sırasında annem ve ben Kınalıada’daydık. Babam ise, eczane o gece nöbetçi olduğundan, eczanedeydi. Eczaneye taşlı bir saldırı olmuş. Olaylar başladığında eczaneye gelen babamın bir doktor arkadaşı daha kötü şeyler olmasını önlemiş. Kınalıada’da ise bir olay olmadı, sonradan öğrendiğimize göre, oranın polisi, kırıp dökme amacıyla motorlarla gelenlerin adaya çıkmalarını engellemiş. Ertesi sabah şehre indim ve bütün gün sokaklarda dolaştım. Aklımda ve burnumda en canlı kalan, yağlara karışmış metrelerce kumaş ve yağ kokusudur.

Adımın İoanna olması, bana karşı bir şey yapmak isteyenler tarafından bazı durumlarda “kullanıldı”. Ben şikâyet etmeyi sevmiyorum, etmiyorum da. Ancak soran olursa ve arkasında başka bir niyet sezmezsem, olgusal olarak anlatırım. Bu da pek sık olmaz. Genellikle “insanlar böyle şeyler yaparlar” deyip geçiyorum ve yapanlara değer konularındaki bilgisizliklerinden dolayı acıyorum. Ülkemizde uygulanmış bazı politikalar yıllar içinde şunu öğrenmemi sağladı: Siyaset, insansal bir etkinlik olarak, mevcut/belirli koşullarda insanların daha insanca yaşama olanaklarını sağlama etkinliği olduğu halde; çıkar çatışmalarını kimi zaman dengelemeye çalışan, kimi zaman da şiddetlendiren bir etkinlik olarak gerçekleştiriliyor, yani bir insansal etkinlik olarak iç amacından saptırılıyor. Siyaset çoğu zaman böyle yapıldığı için de, siyasetin “doğası” bu, diye düşünülüyor.

ORTAOKULDA OKUDUM: FELSEFE YAPMAM BİR BAŞKALDIRIYLA BAŞLADI

Hiç şüphe yok ki, 14-15 yaşında Apologia’yı okumanın –ve ‘apologia’, ‘savunma’dan çok ‘hesap verme’ demektir– İstanbul Üniversitesi’nde felsefe okumayı tercih etmemde etkisi olmuştur. Örneğin şu: o dönemin hukukuna göre, mahkemede sanıktan da kendisi için bir ceza önermesi istenirdi. Apologia’daki Sokrates, ona bu soru sorulduğunda şu cevabı verir: “Eğer benim Atina için yaptıklarımın karşılığı verilecekse, bu, Prytaneion’da yemek yemek olur”. Siteye önemli hizmetler yapmış olanlar, onurlandırılmak için Prytaneion’da yemek yemeğe layık görülürlerdi. Oysa Sokrates, ölüm cezasına karşı başka bir ceza önerebilirdi, ama önermiyor. Ne var ki, arkadan baktığımda, beni asıl felsefeye götürenin, aynı insanların, aynı kişi eylemlerinin, aynı durumların, aynı olayların farklı kişilerce farklı değerlendirilmesi olgusu olduğunu görebiliyorum. Felsefe yapmam, bu olguya bir başkaldırıyla başlıyor.

HOCAM ATILDI: 147’LER OLAYINA İSYAN ETTİM

Üniversiteden mezun olunca Prof. Dr. Takiyettin Mengüşoğlu’nun asistanı oldum. Mengüşoğlu’nun, 147’ler olayında Üniversiteden uzaklaştırılması üzerine hazırlanan broşüre “insana yakışır yaşamın temel koşulu, Don Kişotça da olsa bir şey yapmaktır” diye yazarken atılır mıyım gibi bir sorum olmadı. Yeni asistanlık sınavını kazanamamamda bu başkaldırımın bir etkisi oldu mu, bilmiyorum. O sırada yeni kurulan Atatürk Üniversitesinin Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden, hep saygıyla andığım Prof. Dr. İsmail Yalçınlar’dı. İsmail Bey Hocadan –Takiyettin Mengüşoğlu’dan–, Erzurum’da Felsefe asistanı olabilecek birilerini tavsiye etmesini istemişti. “Ben gideyim” deyince, Hoca, İsmail Beye beni tavsiye eden bir mektup yazdı. Gördüğünüz gibi, Erzurum’a gitmem bir rastlantıyla başlıyor. 1965-1968 arasında Erzurum’da görev yaptım. Oraya gitmekten de memnunum. Türkiye’yi orada öğrendim, daha doğrusu öğrenmeye başladım. Taşranın ne olduğunu da orada öğrendim. Bugüne kadar devam eden bazı dostluklarım orada başladı.

BİR BORCUM VAR: EN SEVDİĞİM ŞİİRİ HENÜZ ÇEVİREMEDİM

1965’te "Schopenhauer ve Nietzsche’de İnsan Problemi" adlı doktoramı tamamlamamdan önce “Perdenin Arkası” adlı şiir kitabım yayınlandı. Şiiri sevmeye hep devam ettim. Şu anda da Türkiye Felsefe Kurumu’nun bir çalışması olarak “Şiir ve Felsefe” konulu on haftalık bir çalışma yapıyoruz. Şiir okumayı –yüksek sesle okumayı– da seviyorum. Şiir çevirisi çok az yaptım: Turan Oflazoğlu ile Kavafis, Özdemir İnce’yle de Ritsos çevirileri yaptık, birkaç şiiri de bir konuşmada ya da derslerde kullanmak için çevirdim. Ancak bu konuda bir borcum var: en çok sevdiğim şiiri –Zoi Karelli’nin “Kassandra” şiirini– henüz çeviremedim.

Yakın dostum Bilge Karasu, yalnız Türk Edebiyatında değil, Dünya Edebiyatında da –izleyebildiğim kadarıyla– önemli bir yazar. Uzun Sürmüş bir Günün Akşamı müthiş bir anlatı. Andranikos’un yaşadığı antinomi’yi ancak Dostoyevski gibi yazarlarda bulabilirsiniz.

HACETTEPE’Yİ ECEVİT ÖNERDİ: PASAPORTU EVREN’İN EMRİYLE ALDIM

İhsan Doğramacı Hoca ile Hacettepe’ye gittikten sonra tanıştık ve birlikte verimli çalıştık. Özelliklerinden biri de doğru-dürüst iş yapana kapılar açmaktı. Bana o sırada yeni kurulmuş olan Hacettepe’ye gitme fikrini ilk olarak, Erzurum’da olduğum sırada, arkadaşım Tekin İleri Dikmen aracılığıyla Bülent Ecevit verdi. 1968’in Kasım ayında Hacettepe’de, Eğitim Bölümünde göreve başladım. 1969 baharında bir gün, Enstitü Müdürümüz olan Prof. Dr. Emel Doğramacı, koridorda karşılaştığımızda, “Felsefe Bölümünü kurduk, seni de Başkan yaptık, program hazırla” dedi bana. Henüz doçent değildim. 12 Eylül döneminde Hoca’nın, Kenan Evren ile görüşerek pasaportumu uzattırdığı doğru. Uzatmak için verdiğim ve geri gelmeyen pasaportumu Cumhurbaşkanının emriyle bir saat içinde aldım ve ertesi sabah kongreye katılmak üzere Nairobi’ye uçtum. Hoca beni tanıyordu ve “tehlikeli” bir yurttaş olmadığımı biliyordu. Bu muameleye uğramam onu rahatsız etmişti. Bu olayı kendisi, onun için hazırlanan Armağan kitabına yazmamı istedi. Bana kalsa, yazmayı düşünmezdim.

TÜRKİYE’DE FELSEFE: DERS KİTAPLARI ÇOK PROBLEMLİ

Orta öğretimde Felsefe zorunlu bir ders, ama yıllardan beri gösterdiğimiz çabalara rağmen, dersin öğretim programı ve özellikle kitapları çok problemli. ‘Problemli’ derken kastettiğim, dersin amacına götürebilecek nitelikte olmamasıdır. Kitapların çoğunda filozoflar anlatılırken önemli yanlışlar göze çarpıyor. Üniversitelerde Felsefe Bölümleri çoğalıyor, ama bu bölümler, yeterli hazırlık yapılmadan açılıyor ve doğru-dürüst yetişmiş felsefeci olmayınca, bir fen bilimi alanında ya da İlahiyatta okumuş öğretim üyeleri ders veriyor. Bir olumlu gelişme de, 2002’den beri dünyada kutlanan Felsefe Gününün Türkiye’deki kutlamalarının yaygınlaşmasıdır. Felsefenin Türkiye’de kurumsallaşmasını, önemli ölçüde, felsefeyi üniversitenin dört duvarının dışına çıkarmak amacıyla 1974’te kurduğumuz Türkiye Felsefe Kurumu bünyesinde yaptığımız çalışmalara borçluyuz.

SİLİVRİ’DEKİ DURUŞMAYA GİTTİM: HÂLÂ ANLAYAMADIM OLAN BİTENİ

Duruşmalara fazla gidemiyorum. Dolayısıyla bir-iki gözlemimi genellemek istemiyorum. Ancak dolaylı olarak edindiğim kanaat şu: hukukçularımızın birçoğu tek tek durumlar ile insan hakları arasında bağlantı kuramıyorlar. Hukuk eğitimine böyle dersler eklemek iyi olur. Silivri’deki bir duruşmayı izlemek istememin birkaç nedeni var. Ama bu izlemenin davayı anlamamda bir katkısı olmadı. Hâlâ anlayamıyorum olan biteni.

1998’de milletvekilleriyle birlikte cezaevlerini gezmiştik. Dr. Sema Pişkinsüt’ün TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun Başkanı olduğu sırada yapılan bu çalışma, Türkiye’de insan hakları konusunda dönüm noktalarından birini oluşturuyor. İnsan Hakları Yüksek Lisans Programlarında öğrencim olan cezaevi müdürleri ve infaz memurlarından dinlediklerime bakılırsa, insan haklarının korunmasında mesafe alınmış gibi görünüyor. Ama cezaevi koşullarını iyileştirmenin yanında, insanların temel haklarını iyi koruyan bir düzen oluşturmak ve suç işlemeyi azaltacak uzun soluklu çalışmalar da yapmak gerekiyor. Ayrıca cezaevi görevlilerine çok daha sistematik ve kesintisiz şekilde insan hakları eğitimi verilmeli. Bunu mahkûmlara da yapmak önemli. Bir yarıaçık cezaevinde yaptığımız eğitimin sonunda, bir katılımcının söylediği “yıllardan sonra ilk defa insanlığımızı hatırlattınız” sözünü hiç unutmuyorum.

MALTEPE ÜNİVERSİTESİ: BANA KUCAK AÇTILAR

67 yaşına gelince, devlet üniversitelerinde emekli olma zorunluluğu var. Ondan dolayı Hacettepe’den ayrıldım. Maltepe Üniversitesinde Felsefe Bölümünde, yıllardan beri Türkiye Felsefe Kurumunda birlikte çalıştığımız değerli meslektaşım Prof. Dr. Betül Çotuksöken, öğrencim olan Prof. Dr. Sevgi İyi ve genç, çalışkan bir ekip vardı. Onlar çağırdı beni. 2006 yılında oraya gittiğimde bütün yönetici ve öğretim üyeleri kucak açtılar bana. Şimdi Maltepe Üniversitesi’nde hem Felsefe Bölümünde dersler veriyorum, hem de İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezinin Müdürlüğünü ve Yüksek Lisans programlarını yürütüyorum. Bu programlara, çoğu kamu görevlisi olan 80 kişi devam ediyor. Çevre ilçelerin kamu görevlilerine de insan hakları eğitimi yapıyoruz ve başka “sosyal sorumluluk projeleri” yürütüyoruz. İnsan haklarıyla ilgili uluslararası toplantılar, konferans dizileri düzenliyoruz. Başka ülkelerdeki üç UNESCO Kürsüsüyle birlikte “Eğitimi Yeniden Düşünmek” başlıklı bir uluslararası araştırma yapıyoruz. 12-16 yaş çocukları için “İnsan Hakları Kampı” düzenledik. Bu kampta çocuklar, insan hakları ihlalleri gösteren 1-2 dakikalık filmler çektiler.

ÖZENLİ BİR ÇALIŞMA: BAŞKALDIRIDAN FELSEFEYE BELGESELİNİ SEVDİM

Böyle bir belgesel hazırlanmasına tabii ki sevindim. İçinde olduğum koşuşturmada bir an dönüp geçmişe bakmamı sağladı. Bir de, bu belgeseli severek, özenerek ve her zaman büyük bir incelikle yapan Oktay Yalın’la dost olmamızı sağladı. Yaşam öykümü yazmayı bugüne kadar düşünmedim. Kemal Demirel’in, “Kuçuradi benim için çağdaş Antigone’dir. Yani sözünü esirgemeyen, gereksiz yere konuşmayan, içine atan, sabreden, ama ilkelerinden asla şaşmayan” sözleri doğru. Ama şunu eklemek isterim: ancak bir olay ya da durum hakkında yeterince doğru bilgim varsa, sözümü esirgemem. Yeterli bilgim yoksa, susmayı yeğlerim.

HOBİM YOK: BİLGİSAYAR VE İNTERNET İKİ TARAFLI KESEN ALETLER

Biraz “boş” zaman olursa, örneğin uçaklarda, havaalanlarında, okumak istediklerimi –örneğin şiirler– okuyorum. Sigara için “Hayatımda doğru bir alışkanlık olmadığını bile bile yaptığım tek şey” sözü de doğru. 18 Mart 2005’ten beri sigara içmedim. Teknoloji ile aram pek yok. Faksı seviyorum, ama bilgisayarı sevmiyorum. Bilgisayar ve internet iki taraflı kesen aletlerdir: “yiyecek insan” aramak için de kullanabilirsiniz, bir insanın hayatını kurtarmak için de. Sizin deyişinizle insanî değerleri yaymak için de kullanabilirsiniz, cinayet işletmek için de.

EĞİTİM GEREKLİ: 30 YILDIR İNSAN HAKLARI DERSLERİ VERİYORUM

1980 yılından beri, Felsefe Bölümünün programı içinde insan hakları dersleri veriyorum ve insan hakları kavramları ve sorunlarıyla ilgili yazıp çiziyorum. İnsan hakları çalışmalarım, iki önemli ihtiyaca cevap vermeye yöneliktir. Birinci ihtiyaç, teorik/kavramsal çalışmalardır. Açık kavram eksikliği, bazı hakları olur olmaz yönlere çekmeyi olanaklı kılıyor. Örneğin “ifade özgürlüğü” denen özgürlük, hakaret etme özgürlüğüne dönüşebiliyor. Gördüğüm ikinci sorun, insan hakları eğitiminin genellikle “insan hakları hukuku” denilenin öğretilmesinden ibaret olmasıdır. Oysa insan hakları hukuk değildir. Her şeyden önce etik ilkelerdir. İnsan haklarının yaşamda, tek tek durumlarda korunabilmesi, içtenlikle istemenin yanında, insan haklarına ilişkin teorik ve kavramsal bilgi gerektiriyor. Ama bu da yetmez, içinde bulunulan koşullarda o hakkın korunması için neyi/neleri yapmak gerektiğini bulabilmeyi de gerektiriyor. Bu da, sırasıyla, bunları amaç edinen bir insan hakları eğitimini gerektiriyor. Bu bilgiler, insan haklarını ezbere öne sürmenin insan haklarına verdiği zararın görülmesini de sağlayabiliyor.

SONU OLMAYAN ÇABA: SİYASİ KİMLİKLERE BAKMIYORUM

İnsan haklarının korunması için o an yapılması gereken 10 işten –diyelim– ancak bir kısmını yapabiliyorsunuz. Bu sonu olmayan çabada benim değil, Türkiye’nin hangi noktada olduğunu sormak daha uygun olur. AKP iktidarı insan haklarıyla ilgili bir şeyler yapmak istiyor, ama dağınık yapıyor, bu da sonuç almayı zorlaştırıyor; bazı yaptıklarıyla da insan hakları arasında bağlantı kurmuyor. Oysa insan hakları bir bütün olarak ele alınmalı ve bir siyasal karar alınırken, bir yasa çıkarılırken ülkenin koşullarında insan hakları için yaratacağı, önceden görülebilen bazı sonuçlar hesaba katılmalı. Kişilerin siyasal kimliği, kimliklerinden ancak biridir. Kişilere yalnızca o kimlikleriyle bakmıyorum. İnsan haklarını içtenlikle korumak isteyen herkesle çalışabiliyorum. Bağımsızlık –kafa bağımsızlığı ve etik bağımsızlık– insan haklarını koruyabilmenin önkoşuludur. Bunun için Türkiye İnsan Hakları Kurumunun kurulmasını, ama yasa tasarısının taslağını gözden geçirip, alt komisyona sunduğumuz biçimiyle, yani bu kurumun kuruluş amacını gerçekleştirebilecek şekilde kurulmasını son derece önemli görüyorum. Bu, Türkiye’de insan haklarıyla ilgili yeni bir dönüm noktası olabilir.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 9 OCAK 2011

© 2019 Faruk Bildirici - Medya Ombudsmanı. Tüm Hakları Saklıdır.