HAKAN EVRENSEL

...

KAHRAMANLIK HİKÂYESİ ANLATMADIN DİYE ELEŞTİRDİLER BENİ

Hakan Evrensel, "Nefes" filminin gizli "kahramanı" aslında. Harp Okulu’nu bitirdikten sonra ilk görev yeri Güneydoğu’ya gitti; dağlarda savaştı. Üç yıl gibi kısa süre içerisinde çocukluk hayali olan askerliği bırakıp gazeteciliğe başladı. Ardından Güneydoğu’da yaşadıklarını, tanık olduklarını öyküleştirdi. Nefes de o öykülerden derlendi. Eski asker Evrensel artık sinemaya gönül verdi, Anadolu Kartalları filminin senaryosunu yazdı. Şimdi yeni bir senaryo hazırlığında.

HAYALİM: ÜNİFORMA ÇEKTİ BENİ

Babam bir astsubaydı. Muhabere okulunda çok az astsubaya verilen bölük komutanlığı yaptı. Sevilen bir askerdi. Çocukluğumun, askeri liseye kadar geçen yıllarımın hepsi babamın tatbikata gitmesi, üniformayla eve gelmesi görüntüleriyle doludur. Arada bir de Kıbrıs harekâtı var. Askerlere "Ailenizi artık getirebilirsiniz" emri geldikten sonra Kıbrıs’a giden ilk ailelerden biriyiz. Annem dişli, dirayetli bir kadındır. Ben sekiz, kardeşim beş yaşındaydı. Annem, ikimizi aldı, Kıbrıs’a babamızın yanına gittik. Ekim 1974’tü galiba gittiğimizde. Savaş koşulları bitmemişti daha. Bizi Güzelyurt’un girişindeki bir Rum binasına götürmüşlerdi, Rum Milli Muhafız Ordusu’nun askeri tesisiymiş. Altı ay kadar kaldık orada. İlkokulun bir kısmını orada okudum. Bu şartlar altında büyüyen bir çocuğun asker olmak istemesi doğal. Üniforma, emir komuta müessesesi çekti beni. Sadece bu da değil. Annem babam Manisa’nın Demirci’sinden çıkmış, orta seviye gelir düzeyine sahip insanlar. Onlar için çocuğunu yatılı okula göndermek onun hayatını kurtarmaktı. Ama ben ve kardeşim aynı yıl ayrıldık evden, bu yanıyla annem için inanılmaz bir travmaydı.

KULELİ: BANDODA KLARNET ÇALIYORDUM

Askeri okullarda çok mutluydum. Özellikle Kuleli Askeri Lisesi’nde o kadar mutluydum ki. İstanbul gibi bir ortam. 81-85 dönemi. Komutanlarımız çok iyiydi. Şöyle bir örnek vereceğim; 1981 yılında kimsede yokken bilgisayarla tanıştım orada. 83 ya da 84’te kapalı devre televizyon sistemimiz vardı. Orada kameramandım mesela. Okulun içinden İngilizce-Türkçe haberler veriyorduk. Eğitsel programlar hazırlıyorduk. Video filmleri oradan izlerdik. Hep sosyal işlere uğraştım. Tiyatroda oynadım, kompozisyon yazdım. Bandoda klarnet çalıyordum, sonra bando şefi oldum. Komutanlarımız açık fikirliydi. Boş zamanlarımda kütüphaneye giderdim. Hem okur, hem de sorumluya kitapları dizmekte, etiketlemekte yardım ederdim. Gerçek Atatürk ile de orada tanıştım ben. Atatürk ile ilgili yasaklı Bozkurt kitabını Kuleli Askeri Lisesi kütüphanesinde okudum. 1940’lı yıllardaki baskısı. Dışarıdan kitap aldıysan mutlaka götürüp onaylatman lazım. Ben cebimde kalan son parayla sahaflardan Atatürk’ün hayatını anlatan 1927 basımlı ilk kitabı almıştım. Ne olduysa imzalatmadım. Bir aramada o kitap bulundu. Osmanlıca bilen bir hocaya incelettikten sonra kitabı geri verdiler; üzerinde "Görülmüştür" damgalı, imzalı. O bile kitabı daha özellikli hale getirdi benim için. Hâlâ saklıyorum o kitabı. Fizik, kimya, matematik dersleriyle problem yaşadım. Sözel derslerle problemim olmadı. Harp Okulu çok zordu. Artık yetişkindik, sorumluluklarımız vardı. Acımasız bir dünya. Orada da askeri derslerim çok iyiydi ama yine fen dersleriyle başım beladaydı.

ŞIRNAK: 92’DEKİ BÜYÜK ÇATIŞMALARDA ORADAYDIM

Harp Okulu’nu bitirdikten sonra özel kuraya tabi oldum. "En zoru ne bu işin kardeşim?" deyip komando olmak istemiştim. 1991’de bölgeye gittik. Teğmen olarak gittiğim Van Çatak’taki karakolda çok sevdiğim komutanlarımla atlattım ilk şokları. Çoğunu da şakayla geçirdik. Sırf alışmam için beni gece 100 metre yakındaki bir yere gönderdiler. Karakolun dibi. Ama giderken öyle bir hazırlandım ki! Telsiz hep elimde. Geliyorlar, sağına bak, dikkat et komutları! Sabahı zor ettim. O gece olmasaydı daha zor alışırdım. Daha emir komuta ilişkisini çözememişken birden savaş şartlarına düşmek insanı zorluyor. Fakat Kato dağının zirvesindeki üs bölgesine çıktığında yalnızsın. 24-25 yaşındasın, askerler ağzının içine bakıyor. Sen yeni gelmişsin, onlar senden tecrübeli. Bir yıldır o dağda olan var aralarında. Orada çok bunaldığımı hatırlıyorum. Van’dan sonra Bitlis, Bingöl, Şırnak’ta değişik yerlerde görev yaptım. O yıllarda bölgede olaylar zirvedeydi. Çatışma ortamlarında da olduk. O arazideki çatışma ortamında bir PKK’lıyı görmek bile başarıdır. Çok iyi saklanırlar. Sen arayan olarak kafanı kaldırıp bakmak zorundasındır. Attığımız mermilerden biri, birine denk geldi mi bilmiyorum. PKK’nın Şırnak’ta ilk kez mevzilerini terk etmediği o büyük çatışmalarda oradaydım. Çok zordu. 92’deki o olaylarda şehitlerimiz, yaralılarımız oldu. Ben hiçbir zaman uzmanların yaptığı gibi, "Şu eksik var, şu yapılırsa terör çözülür" demedim. Tabii eleştirilerimiz vardı. O da askeri taktik bilgisinden kaynaklanıyordu. Mesela Kayseri Komando Tugayının dört taburunun birlikte kullanılması gerekiyordu ama bölünerek oradan oraya taşındı. Askerin karakollara çekilmesi de bana göre yanlıştı. Mesela alan hâkimiyeti konseptini uygulamak amacıyla Cudi’nin güneydoğu ucundaki bir tepede 3-4 ay kaldım. O dönemde karakol baskınları bir parça azaldı. Oradan geçmiyorlardı. Tabii orada olanları anlayabilmek için o coğrafyayı da bilmek lazım. Köy yakmaları, faili meçhulleri duyardık. Ama ben şahsen böyle bir olaya denk gelmedim. Benim bulunduğum birlikte böyle şeyler de olmadı. Bizim komuta kadememiz bizi bunlardan uzak tuttu. Allaha şükür, biz sürekli dağdaydık, karakoldaydık. Bölge halkıyla temasım da olmadı.

EMPATİ: BAŞININ ÜZERİNDEN MERMİ GEÇMESİ FARKLI DUYGU

Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in operasyondan dönen askerin arasına karargâh üniformasıyla katıldığını, tepelere asılan bayrakları toplattığını yazmıştım Güneydoğu’dan Öyküler kitabımda. Ordunun üst kademesi ile alt kademesi arasındaki farklı bakış açısını vurgulamak için yazmıştım. Zaten ondan sonra komutanlar, gittikleri birliğin üniformasını giymeye başladılar. Bir tümgeneral beni kitaptan dolayı çok eleştirmişti. "Terörle mücadele ederken böyle şeyler yazılması moral bozar" dedi. Çünkü benim ufak tefek eleştirilerim vardı. Silahlı Kuvvetler tabiriyle alt seviye eleştirileri. Okumamıştı kitabı. "Lütfen okuyun ondan sonra konuşalım" dedim. Bir yıl sonra bir yerde karşılaştık. "Ulan senin yüzünden gittim bir geceyi mevzide geçirdim" dedi. Kitabı okuyunca hep karargâhta görev yapmış olmak sanırım rahatsız etmişti onu. Gerçekten başınızın üzerinden mermi geçmesi, dağda beklerken iki saat sonra taşları korku filmlerindeki siluetlere benzetmeye başlamak çok farklı. Bunları yaşayınca empati duyabiliyorsun orada görev yapan askerlerle. O zor şartlar altında sağlam arkadaşlıklar, komutanlık ilişkileri kuruluyor.

AYRILMA: HARP YORGUNLUĞU YAŞADIM

90’da Harp Okulu’ndan mezun oldum, 94 başında üsteğmen rütbesiyle ayrıldım. Kısa bir süre aslında. Kendime de bazen erken kaçtın derim zaman zaman. Arkadaşlarım da söyler. İlkokuldan itibaren asker olmak isteyen biri için bu hayali bırakmak tek sebebe dayandırılmaz. Ani bir karar değildi. 93 yılının başından itibaren ayrılmayı düşünüyordum. Bir, kendim için bir gelecek göremedim. İkincisi, bir süre sonra çatışmalarda kendi astlarıma emir veremezsem ve onların başına bir şey gelirse o travmadan nasıl kurtulurum endişesi başladı bende. Ayrıldıktan sonra harp sendromu üzerine bayağı araştırma yaptım. Askeri bir tabir var, harp yorgunluğu diye. Bunu Amerikalılar keşfetmiş. "Bir insan savaş şartlarına maksimum altı ay dayanabilir" diyorlar. Daha uzun süreyle orada olanlar da var ama ben 2.5 yıldan sonra ciddi bir yorgunluk yaşamaya başlamıştım. Bıkkınlık, umutsuzluk. Yaşadığım çatışmalar. Bir kere araçta pusuya düştüm. Bir operasyondan döndüğümüz akşam, son helikopterle karakoluma gidecektim. Fakat hava kapattı, Şırnak merkeze inmek zorunda kaldık. Geceyi orada geçirmeye başladık. Gece yarısı karakolumuzun basıldığı haberi geldi. Hemen desteğe çıkan zırhlı araçlardan birine atladık. 3-4 Km sonra roketler mermiler yağmaya başladı. Öndeki polis panzerini patlattılar. Şehit olmadı ama geri dönmek zorunda kaldık. Karakolda ise dokuz şehit vermiştik. Ertesi sabah cenazeler geldi. İnsanı asıl etkileyen de bu. Tanıdığın bir insanı kaybetmek, daha bir gün önce beraber olduğun o insanı morga götürmek! Bir kitabımda da yazmıştım. Başka bir gün çatışma alanından gelen helikopterin kapısını bir açtım. Hepsi üst üsteydi. Onların içinden arkadaşımı çıkardım. Götürdüm morga. Asıl travma buydu benim için. Bunlara dayanamadım. Yabancı uyruklu bir kadınla evlendim ve bunun üzerine orduyla ilişiğim kesildi. İkinci evliliğimden iki çocuğumuz var.

GAZETECİLİK: MAGAZİN MUHABİRLİĞİYLE BAŞLADIM

Gazetecilik de şöyle çıktı. Gazeteci Nursal Tekin, babamın astsubay okulundan öğrencisi. Ben ordudan ayrılınca babam ona telefon açmış. "Gazetecilik yapmak istiyor bir konuş" demiş. Ben de yanına gittim, magazin muhabirliğine öyle başladım. Gazetecilik çok heyecanlandırıyordu beni. Yazıp çizmek istiyordum. Birkaç ay orada çalıştıktan sonra Kanal D’de gece muhabirliğine geçtim. Bir yıl kadar sonra oradan ayrılıp Strateji dergisinde çalışmaya başladım. Sonra Yalçın Pekşen’in Ankara’da asistan aradığını öğrendim. 95’te bir yıl kadar Hürriyet’te onun yardımcısı olarak çalıştım. O ayrıldıktan sonra 99’a kadar yine Strateji dergisindeydim. İlk kitabım çıktığında imzalayarak gazetecilere göndermiştim. Bir Pazar sabahı İlhan Selçuk aradı beni. Yarım saat falan telefonla konuştuk. Hayatımın unutulmaz günlerinden biriydi. Çok güzel şeyler söyledi, "Yazmaya devam et" dedi. Bir hafta sonra da kitabımdan alıntı yaparak bir yazı yazdı. Sonra Mustafa Balbay aracılığıyla Cumhuriyet’e dizi hazırlamamı istediler. 13 bölümlük bir dizi hazırladım, o yayınlandı. Fakat gazetenin içinde ciddi sorun oldu. "Faşist bir ordu mensubunun hikâyeleri bunlar" diye imza toplamışlar falan. Ama İlhan Selçuk inatla Güneydoğu’ya gidip yeni bir dizi hazırlamamı istedi. Cumhuriyet’in antetli kağıdıyla Genelkurmay’a başvurulup izin alındı. Diyarbakır’dan girip Van’dan çıktım. Geldim yine 13 bölüm yazdım ama ikincisinden itibaren sağından solundan kesmeler başladı. Ben de yedincisinde artık yayınlamayın dedim. Onlar da çok memnun oldu, kestiler.

GÜNLÜK: İLK KİTABI BORÇLA KENDİM BASTIRDIM

Güneydoğu’da görev yaparken 10 sayfa falan yazdığım bir günlüğüm vardı. Keşke 100 sayfa not tutsaymışım. Kitap yazma fikri şuradan çıktı. Anlatamıyordum orada yaşananları. Tahayyül edemiyordu insanlar o coğrafyada savaşmayı. Derdimi anlatamıyordum, hâlâ şehitler gelmeye devam ediyordu. Ne yazık ki, bazıları yakın arkadaşlarımdı. Bir şey yapmam lazım diye düşünürken çıktı kitap yazma fikri. Ama asıl amacım bir sinema filmi çekmekti. Güneydoğu’da bile "Buraların filmini çekmek lazım" demiştim. Kitabı da belki bir yönetmen okur da filme çekmeyi teklif eder diye yazdım. "Güneydoğu’dan öyküler" kitaplarımda orada yaşananları mümkün olduğu kadar kurgulayarak, herkesin anlayabileceği bir dille anlattım. Yazdıklarımın yüzde 30-40’ı benim yaşadıklarım. Diğerleri tanık olduğum ya da dinlediklerim. Hatta arkadaşlarım "Anılarımızın hırsızısın" diye takılır. Kitabı bitirince ilk önce çok sevdiğim emekli komutanlarımdan birine gönderdim. Ancak o kabul ederse bastıracaktım. Ondan destek alınca bastırmak için yayınevi aramaya başladım. Kimse ilgilenmedi. "Yahu bu asker hikâyesi" diyen yayınevi de oldu. "Kürt sorunu konusunda tarafsızız" diyerek reddeden de. Çoğu okumadan söylüyordu. Komutanım, "Sen merak etme bir matbaa bulur bastırırız" dedi. O ve kardeşim maddi destekte bulundu. Borçla harçla bir matbaada bastırdık kitabı. Bu sefer de dağıtım şirketi bulamadık. Neyse ısrarla önce İmge Kitapevine verdik, sonra Emin Çölaşan ve İlhan Selçuk yazınca duyuldu ve dağıtım şirketleri kendileri aramaya başladılar. Onuncu baskıdan sonra Ümit Yayıncılık bastı, altı yedi baskı da orada yaptı. İkinci ve üçüncü kitap da orada basıldı. Amacım "Bırakın siyaseti burada insanlar ölüyor" demekti. Kitap çıkınca farklı görüşteki insanlardan çok mektup geldi. O zaman kendimi huzurlu hissettim. Sadece muvazzaf olarak orada görev yapmış olan başkalarının da yazmasını, Güneydoğu ile ilgili çok kitap çıkmasını istiyordum. Beklediğim kadar çabuk olmadı ama zamanla başkaları da yazdılar.

NEFES: FİLM ÇEKMEK GÜNEYDOĞU’DAYKEN HAYALİMDİ

2000 yılında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’ne girmiştim. "Yer eksi iki" romanını orada halkla ilişkiler dairesinde çalışırken yazdım. 2005 yılı nisan ayında çıktı. Yönetmen Levent Semerci 2006’nın Ocak ayında aradı beni. Güneydoğu’dan Öyküler’i okumuş, çok beğenmiş. Uzun telefon konuşmalarından sonra bir araya geldik. Ben de ona hayalin film yapmak olduğunu söyleyince ortak bir noktamız oluştu. O da elindeki diğer film projesini rafa kaldırdı, Nefes’in senaryosu üzerinde çalışmaya başladık. Tek başıma yapmak istemedim. Senaryo yazma konusunda tecrübem yoktu. Onun ve İlker Altınay’ın da katkısıyla senaryoyu oluşturduk. Mümkün olduğu kadar insan hikâyesi ortaya çıkarmayı amaçladık. Ekibi kurduk yavaş yavaş. Mekân gezilerine çıktık. Bu süreçte MGK’da çalışıyor olmak benim için endişe kaynağıydı. Acaba devlet destekli film derler mi korkusu içindeydim. Allah’tan her iki taraftan da bir baskı gelmedi, ben de o süreci iyi idare ettim, iki işi birbirine karıştırmadım. Nefes, Güneydoğu’da olanları anlatan ilk filmdir. Nefes’in ve kitapların çıkmasının temel sebebi, ülkenin geri kalanının Güneydoğu’da yaşananlardan habersiz olması. Güzel tarafı olayın vahametini göstermesinde yatıyor. Şehit haberi izleyen insan beş dakika ağla da o gece uyur, ertesi sabah işine gider. Hedefimiz o sinema koltuğundan kalkan insanların ertesi sabah da huzursuz şekilde uyanmasını sağlamaktı. O yüzden Nefes gerilim filmi kategorisindedir. Levent Semerci’nin yönetmen olarak çok büyük emeği var bunda tabii. 2.5 milyon kişi izledi filmi. Sevdiler insanlar. Nasıl bir asker kahramanlık hikâyesi anlatmaz diye eleştiren de oldu beni. Mete yüzbaşı eline G 3 alıp tarayacak mıydı? Onun yerine bir arkadaşımın nasıl şehit olduğunu göstermeyi uygun buldum ki hani senin çocuğun da şehit olmasın diye. Ben orada olanların bu tarafta anlaşılmasını istiyordum. Nefes süreci bittikten sonra Fida Film’in isteği üzerine "Önce Vatan" dizisine giriştim. Show TV’de yayınlanacak dizinin tanıtımı için ekrana çıkmam gerek, senaryosunu yazan ekipteyim ama devlet memuru olduğum için çıkamıyor, röportaj yapamıyordum. Her iki taraf için de sıkıntılı bir durum. Baktım olacak gibi değil. Eşim Betül’e sordum, MGK’dan ayrıldım. Herkes rahat etti.

ANADOLU KARTALLARI: HAVA KUVVETLERİ İZİN VERDİ

Nefes’in de yarattığı etkiyle olsa gerek, bir ağabeyim bana Hava Kuvvetleri’nin 100.yılı onuruna bir film çekmeyi teklif etti. Olur mu olmaz mı derken Hava Kuvvetleri’ne dilekçe verdik. Sizin için bir film çekebiliriz, izin verir misiniz dedik. Uygun bulundu. 2-3 ay süreyle bir asistanla beraber Hava Kuvvetleri’nin üslerini dolaştık. Fotoğraflar çektim, röportajlar yaptım. Sonunda hikâyeyi oluşturmaya başladım. Ama "Anadolu Kartalları" bağımsız bir film değildi Nefes gibi. Senaryo safhasında tek başıma çalıştım, Hava Kuvvetleri’nin inceledikten sonra bazı ufak tefek teklifleri oldu. Onların ne isteyeceklerini bildiğim için onların sınırları içinde kalmıştım. Neden sanatçı bağımsızlığıyla çekmiyorsun filmi tartışmasına girseydim bu film çıkmazdı ortaya. Fena da olmadı film. Ömer Vargı yönetmen oldu, senaryoda değişiklik yaptı o da. Hava Kuvvetler onu da uygun buldu. İki ay gibi kısa bir sürede çekildi. O da iyi bir rakam tutturdu, 1 milyon 300 bine yakın insan izledi. Gençler sevdi. Eleştirmenlerden sevmeyen, "Çakma Top Gun yapma ihtiyacı nereden doğdu" diyen de oldu. Bitmemiş bir Atatürk kitabım var. Yeni bir senaryo üzerinde çalışıyorum. Şimdiye kadar üç senaryo yazdım ama şimdi yazdığım senaryo beni çok heyecanlandırıyor. Çok güveniyorum yazdığım şeye. İlmek ilmek dokuyorum. İnsanları çok güldüreceğimiz, ardından çok üzeceğimiz bir proje gelecek. Güneydoğu’da yaşananları bambaşka bir yerden yakaladım bu sefer.

ERGENEKON: BÖYLE BİR DÖNEMDE YAZIP ÇİZMEK ZOR

Nefes, Ergenekon, Balyoz davalarının başladığı zor dönemde çekildi. Bize ne yafta yapıştıracaklar endişesi yaşadım. Yapmak istediğimiz bir insan hikâyesi anlatmak, Güneydoğu’ya ilişkin bir pencere açmaktı. Bakın insanlar ölüyor aklınızı başınıza toplayın mesajını iletmekti. İçeri almalar, tutuklamalar başladı. Tutuklanan askerlerin bir kısmını tanıyorum. Dolayısıyla üzülüyorum. Hâlâ hakkındaki suçlamaları bilmeyenler, yargılaması tutuklu devam edenler var. Düşünün TSK’nın hatırı sayılır oranda bir komuta kademesi içerde. Her şey birbirine öyle karıştı ki! Böyle bir süreçte sen hâlâ yazıyorsun. Bunu yazsam buraya dokunur mu? Bunu yazmasam mı acaba? Bunu yazarsam beni ne diye damgalarlar? Böyle bir süreçte yazıp çizmek kadar zor bir şey yok. Böyle bir dönemde Güneydoğu’da askerlerin, polislerin nasıl savaştığını anlamak mümkün değil. Bence doktora tezi konusudur. Ben bölgedeyken o gazete haberlerine isyan ederdim. Şimdi nasıl göreve gidiyorlar bilemiyorum. Bu dönemde görev yapmak 1990’lardan daha zor. Arada sırada arkadaşlarımla görüşüyoruz. Sadece şartlar ne gerektiriyorsa onu yapıp emrindeki askerleri korumaya çalışıyorlar. Teknoloji daha gelişti, silahlar daha iyi ama bunun bir önemi yok. İnsanı asıl yıkan cümleler, yazılanlar, ifade edilenler. Arkanda kim var onu hissetmiyorsan orada görev yapmak çok zor. Terörle mücadeleye olan inancımı kaybettiğim an, bir binbaşımızın şehit tabutunun Atatürk Havalimanında valiziyle birlikte bir kamyonetin arkasına konduğu andır. Eşine öyle teslim ettiler. Nevrim döndü bunu duyunca. O gün yıkıldım. Şöyle bir şey var; dört kitap yazdım, bir film, bir de dizi senaryosu. Bir insan bunları niye yapar? Belki bitişine ilişkin bir taş koyma isteği! Hani birisi okur da ders alır, belki bu kan revan biter düşüncesi. Ama geriye dönüp bakıp da hiçbir işe yaramamış demek kadar ağırı yok. Bugünkü şartlarda en büyük üzüntü kaynağım bu.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 19 AĞUSTOS 2012

© 2019 Faruk Bildirici - Medya Ombudsmanı. Tüm Hakları Saklıdır.