BURHAN SÖNMEZ

...

COPLANINCA BEYİN TRAVMASI YAŞADIM ROMANLARIMI UYUYAMADIĞIM GECELERDE YAZDIM

Burhan Sönmez, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2011 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Hem de ikinci romanı Masumlar ile aldı bu ödülü. Yaşamındaki trajik dönüm noktası, polisin coplarla saldırıp kafatasını kırması. Beyin travması nedeniyle başlayan migren, uykusuzluk ve rüya görememe gibi sorunlarını atlatabilmek için yıllarını İngiltere’de bir tedavi merkezini geçirirken kendine dönük yolculuklara çıkarak yazmaya başlamış.

ÜNİVERSİTE: DİLEKÇE VERİNCE GÖZALTINA ALINDIM

İlkokula başlamadan önce Polatlı’ya taşındık. Ama bizim İç Anadolu’da köyü bırakmak yok, altı ay şehir altı ay köy gibi bir tür göçerlik var. Yazın alt ay köy, kışın altı ay şehir. İki yıldır Türkiye’deyim, yazları hâlâ köye gidiyorum ve çalışıyorum. İyi öğrenciydim ama matematik zekâm yoktu. Kazanabileceğim yerleri yazdım. Hukuk fakültesi özel bir seçim değildi benim için. İstanbul’da bir iki yıl çok bocaladım. Kalacak yerim de yoktu, yurt çıkmamıştı. Sene 1982, 12 Eylül dönemi. En sonunda İslamcıların, Kocamustafapaşa’daki bir yurdunda yer buldum. Para pul istemiyorlardı, tek şartları vardı, beş vakit namaz kılmak. Beş altı ay orada kaldım. Sonra ikinci yılda bir gözaltı olayı olunca devlet yurdundan da attılar. 12 Eylül sonrası ilk öğrenci eylemiydi. Dekana sınav sistemiyle ilgili dilekçe verdik. Şansımız dekanımızın anayasanın mimarı Orhan Aldıkaçtı olmasıydı! Doğrudan emniyeti aramıştı.15-20 kişiyi gözaltına aldılar. Sıkıyönetim, İstanbul 1. Şube derken üç hafta kaldım gözaltında. İşkence ile de ilk o zaman tanıştım. Okuldan uzaklaştırma aldık. Üniversite hayatım hep böyle geçti; dört yıllık okulu yedi yılda bitirdim. Ki başarılı sayıyorum kendimi.

POLİS KAZASI: BEYİN TRAVMASININ ETKİLERİ SONRA ÇIKTI

1991’de başladı avukatlığım. Ama tam avukatlık hiç yapamadım. Haftada bir ya da iki günlük oldu hep, kira çıkana kadar. Aktif siyasetin içindeydim. Yayın kurulu üyelikleri yapıyor, müstear isimlerle yazı çizi ile uğraşıyordum. Bir iki defa içeri alındım. Dev-Yol, Dev-Sol gibi yedi sekiz dosyada adım geçmesine rağmen tam bir şey yükleyemediler. Zaten pasaport vermediler iki yıl onunla uğraştılar. Askere zorla götürdüler. İstanbul’dan ayrılıp Ankara’ya taşındığımda kulağıma laflar geldi. "İstanbul polisi halledemedi biz seni halledeceğiz" gibi. Ki, ÖDP yeni kurulmuştu, ben partinin genel başkan yardımcısıydım, her gün basındaydık. Ölüm oruçlarının olduğu bir dönemdi. 1996 Temmuzunda bir gün, Kızılay’da iki üç arkadaşla yürürken yanımızdan iki sivil geçmiş, oradaki Çevik Kuvvete beni göstermişler. Ben fark etmedim. 15-20 polis birden coplamaya, vurmaya başladı. Yüzüm gözüm dağıldı, kafatasım, burnum kırıldı. Düştüm, yerdeyim. Bir ara elimi oynattığımı hatırlıyorum, yerde kan vardı. Birisi bağırdı, "Ölmemiş daha." Tekrar geldiler. Sonra öldü diye bırakmışlar. Hastanede uyandım. 15 dikiş attılar o gün. Sora birkaç ameliyat oldum. İlk iki üç ayı atlattıktan sonra kendimi iyi hissettim. Ama beyin travmasının etkileri sonradan çıktı. Bir yıl sonra migren, uykusuzluk hastalığının ilk işaretleri başladı. İki üç yıl sonra günlerce uyuyamaz oldum. Uyuyamayınca zihin ayrı bir algı yaratıyor, dünya ile olan akli bağınızı kaybediyorsunuz. İsviçre’ye, Almanya’ya bir iki gidip geldikten sonra 98 yılında Londra’da Medical Foundation İşkence Mağdurları Tedavi Merkezi’ne gidip kalıcı ve sürekli bir tedaviye girdim. Sanki dünya haritasıydı orası. Filipinler, Şili, Nepal, Afrika’dan insanlar gelmişti. Bir fotoğrafçının tek karesi orayı anlatmaya yeter aslında. Birinin kafasının yarısı yok, birinin gözü yok. Orada doktorları beklerken, salondaki sessizlik en ağır, en belirgin ruh haliydi. Belki çok şey var anlatacakları ama yaşadıklarının bir benzerini karşısındakinin de yaşadığını biliyorlar. Toprağı bol olsun doktorum John, çok hoş, müthiş bir adamdı. 98’de gittiğimde 9-10 aylık tedaviden sonra "Artık iyileştim Türkiye’ye döneceğim" dedim. "Dönme, hazır değilsin" dedi. Ben ısrar edince "Görüşeceğiz gene" dedi. 99’da Türkiye’ye döndüm. 2000’de tekrar rahatsızlanınca Londra’ya geri gittim. Beni görünce güldü, "Sana geri geleceksin demedim mi?" dedi. Ondan sonra uzun süreli kaldım. Toplam 12 yıl kadar oldu. Yüzde 80 iyiyim şu anda. Dört beş yıldır ilaç kullanmıyorum. Bazen baş ağrıları geliyor. Artık ömür boyu böyle yaşayacağım için alışmam gerekiyor.

MASALLAR: ÇOCUKLUK MASALLARIMI KAYDETTİM

Haymana’nın Şeyhhanı köyünde doğdum. Türkçe adı Büyükkonakgörmez. Ankara’nın 100 kilometre ötesinde bir köydü. Çok bilinmez ama Ankara’nın civarı hâlâ büyük ölçüde öyledir. Sosyal anlamda Kürtçe ana dildir. Türkçeyi ilkokulda öğrendim. Köyümüze elektrik geldiğinde 14-15 yaşındaydım. Elektriğin olmaması kültürel açıdan büyük bir avantajmış aynı zamanda. Kadınlar bir odada toplanır, erkekler ayrı odada. Çocuksunuz, kadınların yanında masallar, destanlar dinlersiniz. Annem hep "Kewe ana bir gün şunu anlattı" der öyle başlardı annesinden dinlediklerini anlatmaya. On yıl kadar önce sağlık sorunları nedeniyle yurtdışına gitmeden önce birkaç gün annemle babamla kaldım. 1998 yılıydı. Orada öleceğimi düşündüğüm için onlarla gitmek istedim. Kayıt cihazıyla gitmiştim. Küçükken anlattıkları masalları, türküleri kaydettim. Birkaç türküden Masumlar romanımda söz ediyorum. O yüzden gittiğim söyleşilerde, imza günlerinde Kewe ananın bir türküsünü dinlemek istiyor insanlar. Tabii söylemiyorum, kayıtları şimdilik hazine sandığımda. Belki ilerde bir şekilde çıkar. Masumlar’da, İngiltere’de sürgün bir devrimci, büyükannesinin hikâyelerini anlatarak kendisini inşa ediyor.

CAMBDİGDE: BİR AÇIDAN MİNNETTARIM O POLİS KAZASINA!

Hayatımda dönüm noktası, o polis kazası! Bir açıdan minnettarım onlara. Hani gülerek söylüyorum. Ama polisler öyle bir şey yapmasaydı belki daha iyi başka bir şey olacaktım. Polislerle ilgili olarak bende bir tür saldırganlık gelişti. Zaten ya korkarmışsınız ya da saldırganlaşırmışsınız. Bende ikincisi oldu. Polis görünce daha çok üzerine gitme duygusu uyanıyor. Gidip onu rahatsız edeyim diye hissediyorum. Gittiğimde İngilizcem neredeyse sıfıra yakındı. İnek olmanın avantajı var. Sağlık nedeniyle sürekli evde olduğum için habire okuyordum. İlk hallettiğim İngilizce oldu. İki ayrı yeminli tercümanlık diplomaları aldım. Önce garsonluk, taksicilik yaptım ama diplomaları alınca geçimimi tercümanlıkla sağladım. Cambrigde Üniversitesinde roman incelemeleri üzerine bir yıllık bir programa katılmıştım. Bir de dünya masalları çalışmalarına katıldım. Kenya, Kanada, Japonya, İngiltere’den insanlar kendi masallarını anlatıyor, masal tahlillerine gidiyorsunuz. Hoş ve benim için çok yararlı çalışmalardı. İki yıl kadar oldu Türkiye’ye döneli. Vatandaşlığım var, iki pasaportla yaşıyorum. Cambrigde’de daha çok arkadaşım var şimdi. İki ayda bir mutlaka gidiyorum, 10 gün kaldığımda en az beş günü kütüphanelerde ve kitapçılarda geçiyor. Halen Ayrıntı Yayınları’nın yayın kurulundayım, aynı zamanda danışmanlık yapıyorum. İki üç aydır da yazarlık dersleri veriyorum Karakalem Akademi’de. Ben, Ömer Türkeş, Selim İleri, Tanıl Bora.

OKUYAMADIM: ŞİİR BENİM İÇİN ULU BİR ŞEY

İngiltere’ye gittikten sonra ilk bir iki sene hiçbir Türk gazetesi okuyamadım. Zihnim almıyordu. Bir haber okuyordum, iki dakika sonra unutuyordum. İyileşme yavaş yavaş oldu. Yazmaya devam ediyordum ama. Habire notlar alıyordum. Kuzey romanım ile ilgili ilk notları, hastanede kaldığım o ilk üç dört ayda almıştım. Ya televizyon seyredecektim ya da böyle notlar yazacaktım. Üç ay sonra baktım ki 40 sayfayı bulmuş notlarım. İngiltere’ye gidince bir roman şeması zihnimde oturdu. Şair olarak ölme duygum yerini romancı olarak ölme duygusuna bırakmıştı. Hâlâ şiirin daha yüce olduğunu düşünüyorum romana nazaran. Şiir benim için ulu bir şey. Biliyorsunuz Haydager, hayatı boyunca felsefenin sorunlarını yazdı. "Şairler ancak felsefenin gerçek düzlemini açığa çıkarabilir" diye hayatının son dönemini şiir incelemelerine ayırdı.

DEVRİMCİLİK: KURAN KURSUNA GİTTİM

Aldığım İslami eğitimin birikimimdeki etkisi büyük. 10-15 yıldır da çok sistemli olarak İslam felsefesi çalışıyorum. Polatlı’da, 7 yaşından 15 yaşına kadar seve seve gittim dini eğitime. Kuran kursları, özel hocalar, son iki yılı ise Diyanet’e bağlı özel bir program vardı. Programın resmi görünüşü başka, altta verilen eğitim ise medrese eğitimiydi. Tam da 12 Eylül öncesi. Bütün aile, ağabeylerim devrimciydi. İyi herkes devrimci gibi görünüyordu bana. Kuran kursundaki din hocalarımızın en iyi devrimciler olduğunu tasavvur ediyordum kafamda. Sene 1978 ya da 79. "Abi bana devrimci kitap ver" dedim. Abim de Özdemir Asaf ve Enver Gökçe’nin şiir kitaplarını getirdi. Çevremdeki gençler hep böyle şiir okuyan, şiir seven insanlardı. Devrimcilik şiir sevmek, hayata sahip çıkmaktır diye bende bir imge oluştu. O yüzden daha o yaştan o kitaplarla birlikte şiir ezberlemeye başladım. Şiir de yazıyordum da zaten. Hatta iki şiir ödülüm var. Biri Ankara Üniversitesi’nin, diğeri de İTÜ’nün açtığı yarışmalardı. İstanbul’dakinin seçici kurulunda Melih Cevdet vardı. Zaten onun ismini görünce katılmıştım. Sürekli yazıyla haşır neşir olan biriydim.

KUZEY: RÜYA GÖREMİYORUM KAHRAMANIM RÜYA TOPLUYOR

Fethi Naci, özellikle vurgulardı, "yazarın düşüncesini de romanda hissetmeliyiz" diye. Tezli romanlar yazmıyoruz. Ama ister istemez hayat ve insan algınız romanda ortaya çıkıyor. Ben öz olarak insanın iyi olduğuna inanıyorum. Böyle bir tercihten yanayım, vicdani bir tercih. Benim açımdan karakter yaratımı, atmosfer ve oradaki dünya, içe doğru bir yolculuk aslında. Aynı zamanda geleceğe doğru bir umut. Derinlik ve umut, kopmaz bir ikili olarak sürekli var olacak romanlarımda. Genelde siyasi kimliğinizi biliyorlar. Sen devrimci roman yazıyorsundur veya Kürt meselesini anlatıyorsun diyorlar. Hayır öyle bir şey yapmıyorum. Ama bunlar da var içinde. Farabi, üç farklı akortta çalabilirmiş. Ağlatan akort, güldüren akort, bir de uyutan akort. Roman ya da bu tür uzun anlatı yöntemlerinde genel bir şema içinde farklı tarzlar denenmeye çalışılır. Bunların akortlarını belki biraz zorlamak gerekir. Biz de kendimizce o tele yeni bir tını katabiliyorsak ne mutlu. Benim romanlarımda hangi akort var? Aslında iki romanımda da uykuya ve rüyaya özlem var. Tabii hikâyede hissedilmiyor bu. Uyuyamadığım zamanlarda yazıyordum, sürekli uyuma özlemim vardı. İki üç yıldır iyi uykularım. Ama rüya göremiyorum. Kuzey’de sonradan kör olan bir adam rüya görememeye başlıyor, başkalarının rüyalarını toplamak için kuzeye doğru yola çıkıyor. Rastladığı herkesten bir rüya alıyor, karşılığında ona bir eşya veriyor. Aslında bu benim o zamanki sorunumun farklı ifadesiydi. Bu her iki romanımda da hissediliyor. Kuzey’de masal ile felsefe dilini birleştiren bir üslup kullandım. Kurguda klasik yöntem masal masal içindedir. Bin bir Gece Masalları’nda bir zarf açarsın, içinden bir masal çıkar. Ama orada bir masal en fazla bir öncekiyle bağlantılıdır. Ben bu hikâyede çok farklı olayların kurgusunu iç içe geçirip, sonra hepsini felsefi derinliği içinde birbirine bağladım. Bir tür bilimkurgu dünyasını, fantastik olmaktan öte gerçekçi bir tarihsel bilim kurguya taşıdım. Bu üçü biraz zor yan yana gelen şeyler. Niyet ettim bunlar olmalı diye.

MASUMLAR: SPOT AŞKIN ÜZERİNDE AMA O KELİME YOK KİTAPTA

Foucault, "Çağımızda cinsellik kışkırtılan bir şey" der. Bugün artık aşk da kışkırtılan bir şey haline geldi. Aşkın yokluğundan ziyade her yerden sapır sapır döküldüğü bir ortamda yaşıyoruz. Edebiyat ortamında da öyle. Tarkovsky’nin "İvan’ın çocukluğu" filmi sinema tarihinin en iyi savaş filmi diye bilinir ama bir tek savaş sahnesi yoktur. Masumlar romanımı yazarken internetten Türkan Şoray’ın bir söyleşisini okumuştum. "Aşkın en güzeli dile gelmeyenidir" diyordu. Tamam dedim, bu mottoyu devam ettireyim, Tarkovsky, Türkan Şoray ve Masumlar. Spot ışıkları aşkın üzerinde ama kelime olarak aşk yok. Onu söylemeyerek çoğaltan bir dil var Masumlar’da. İki kahramanın birbirlerini sevdiklerini hissediyoruz ama bunu hiç dile getirmiyorlar! Masumlar, 400-500 sayfa olabilecek bir kitaptı. Ama rahat okunsun, hızlı okunduğu için daha sonra tekrar okunma duygusu yaratsın istedim. Marquez’in, "Benim Hüzünlü Orospularım" ile Salinger’in, "Çavdar Tarlasında Çocuklar" romanlarındaki tekniği kullanarak kaleme aldım. 20 ayrı hikâyeyi tek bir merkezde buluşturarak bir geçmişe gidip bugüne gelmek bir geleceği gidip bugüne gelmek gibi yöntemlerle yazdım. Masumlar, Kuzey’den daha ince ama onda daha fazla hikâye var. "Ansiklopedik roman" diyenler oldu. "Bundan sonra roman yazmazsınız. Yazmadığınız bir şey kalmamış" yorumları geldi. Kuzey’de de aynı şeyleri söylemişlerdi. Ama benim açımdan hikâye bulmak diye bir sorun yok. Kafamın içinde en az 20 roman yazabilecek hikâye var. Yeter ki masa başına oturayım. Şu anda üçüncü romanımı yazıyorum.

ÖDÜL: YAŞAR KEMAL VE MARQUEZ İLE KIYAS BENİ YÜCELTİR

Gazeteciler Cemiyeti’nden aradıklarında İngiltere’deydim. Sedat Simavi Edebiyat ödülünün bana verildiğini söylediler. "Bir notum daha var" dedi arayan, "Bu ödülü alan en genç kişi sizsiniz." "Emin misiniz? Yaşım 46" dedim. Bu ödülün kıstaslarından biri, yazarın en az birkaç kitap yayınlaması, yani olgun yazar olması. Bu benim için sevindirici ama bir yandan da ürkütücü. Ödül töreninde yaptım konuşmada, "Yaşar Kemal, Turgut Uyar, Edip Cansever gibi büyük insanların aldığı bir ödülü taşımak benim için ağır bir yüktür" demiştim. Gerçekten öyle. Eski üstatların ayak izlerine basarak yürüyoruz. Genelde genç yazarlar çok isim telaffuz etmeyi çok sevmezler. Masumlar romanımın anlatım biçiminde özellikle Yaşar Kemal ve Marquez isimleri çok anıldı. Bu ifadeler doğru ve anlamlı benim için. Yaşar Kemal’den ya da Marquez’le kıyaslanmak beni yüceltir. Ödülü haber aldığımda ilk aklıma gelen Van’da üşüyen kardeşlerimiz oldu. Ödülün maddi kısmı onlara gidecek diye karar verdim.

KADINLAR: ROMANIMDA KADINLAR ORDUSU KURTARICI

Erich Fromm’un teorisi, kadınlar doğurdukları için kendilerini aşabiliyorlar. Erkekler doğuramadıkları için sanat yaparak kendilerini aşmaya çalışıyorlar diyor. Kadınlar kısmı çok doğru olmayabilir. O zaman kadınların sanat yapmaya ihtiyacı yok gibi bir sonuca varırız. Ben de bir erkek olarak kendimi yeniden var ettiğimi hissediyorum yazarak. Ne zaman yazarsam yazayım hep aklıma yoksul insanlar geliyor. Sürekli bunu görünür kılma çabası çok ciddi bir dürtü bende. Bir de bunu daha çok kadınlar üzeriden yapıyorum. Ursula K. Le Guin, kadın imgesini bütün ezilme biçimlerinin simgesi olarak kullandığını söylüyor. Benim açımdan da aynı şey geçerli. Özellikle Kuzey’de bütün insanlığın kurtuluşu bir kadınlar ordusuna bağlanıyor. Bu imgesel bir şey. Hani Tolstoy, "Çok iyi bir karakter yarattığımda bakarım, inandırıcı olması için ona biraz kötülük eklerim" der ya ben de bir grup da filozof erkekler koydum. Onlar sadece iyilik ve aşk için tartışıyor. Ama kadınlar, erkeklerin aşk üzerine geceler boyu tartışarak cevabını bulamadıkları soruları çok basit yöntemle çözüyorlar. Oradaki çözme biçimleri hayat algısı ile ilgili.

SOSYALİZM: AHMET ŞIK’IN GÖZALTINA ALINDIĞI GECE ORADAYDIM

O akşam evdeydim yeğenim aradı. İthaki yayınlarının basıldığını söyledi. Benim evim de çok yakın. Gece yarısıydı. İlk giden de ben olmuştum, ne bir gazeteci ne de başkası vardı. Hem ilk kitabım İthaki’den çıkmıştı, oradaki insanları tanıyordum, hem Ahmet Şık dostumdu. Sonuçta kitap için fikir için var olan, düşünen insanlar. Yazan, düşünen aydın bir insanın olması gereken yer orasıydı. Bana Marksist’ten çok Sosyalist denmesini tercih ediyorum. Sosyalizm bir ideal ve hayat biçimidir. Marksizm ise bunun teorisidir. Seçimlerde ÖDP’den Yalova milletvekili adayıydım. YSK, belge eksikliği gerekçesiyle seçimlere girmemizi engelledi. O sayede bağımsız adayları meclise soktuk. ÖDP ile çok aktif değilse bile ilişkim devam ediyor, üyesiyim. Daha çok edebiyata kayış oldu.

DİN: SOL İLAHİYATI ZİHİN AÇAN BİR TARTIŞMA

Deprem tanrının kudreti midir, yokluğu mu? 1999 depremi olduğunda tartışılıyordu. Daha sonra Birgün’de böyle bir yazı yazmıştım. Sol ilahiyat tartışması bir düzlem. Bir, İslami söylem hep egemenlerden yana mı olacak? Din yoksullardan, ezilenlerden yana olmayacak mı? Geleneksel din algısına sahip insanlara bu soruyu sordurmak. İki, sol açısından din meselesi sadece tanrıyı tanıyıp tanımamak meselesi midir? Din sosyolojik bir olgu ise buna dair tartışmalara ağırlık vermek gerekmiyor mu? Amerikan hayranı İslamcılığa sahip bir din adamı ile Şeyh Bedrettin, ikisi de benzer dini referanslardan yola çıkıyor. Ama farklı yerlere varıyorlar. Sol ilahiyat tartışması bu türlü bir kanala doğru zihin açmayı öneren bir tartışma. Önümüzdeki 10-15 yılın en önemli tartışma konularından biri olacak bu. Din toplumu saran bir olgu haline geldi. Bu onu yok sayarak veya ona biat ederek halledilebilecek bir mesele değil.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 1 OCAK 2012

S