ŞAİRİN KOKU ALAMADIĞI VAZİYETTEYİZ

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 20

ŞAİRİN KOKU ALAMADIĞI VAZİYETTEYİZ

Aşkı anlatmanın değil ama anlamanın yollarından biridir koku. Sevdiğinizin bedeninden kilometrelerce uzaklardayken bile onun kuytularından yayılan kokuyu belleğinizden bulup çıkarmakta güçlük çekmiyorsanız, o bedenin kokusu sizin için fırından yeni çıkmış bir ekmeğin kokusu kadar kolay tanımlanabiliyorsa, tereddüde gerek kalmamış demektir. Aşk, gelip oturmuştur yüreğinizin tahtına...

İnanın bir aşkta, parmak uçlarının sevgilinin tenindeki gözenekleri ezberleyebilmesi kadar, burnun onun kokusunu algılayabilmesi de önemlidir.

Sevişmek, dokunmak kadar koklaşmaktır da. İki beden buluşunca pulsuz, görüntüsüz davet mektupları olan kokular birbirine karışır; o ana özgü yeni bir koku oluşur sıcak yatakta. İşte o koku, yeniler, tazeler insanı...

Sevişmek ile doğum arasındaki doğrudan ilişkiden kaynaklanıyor olsa gerek, yeni doğmuş bebeklerin kokusu da eşsiz bir uyarıcı, tazeleyicidir. Henüz doğmuş, yumuk gözlü, buruşuk tenli pembe bir yumak halindeyken bebeğin salgıladığı koku, bahar duyguları yeşertir çevresinde. Kucağına alan her insana yaşamı hatırlatır bebek.

Ancak yeni doğmuş bebeğin kokusu da sevişen tenlerden yükselen koku gibi geçicidir. Çok değil, bir iki gün geçince bebeğin yaydığı "taze insan kokusu" kaybolur. Önce süt-pudra-kaka kokusu baskın hale gelir. Sonra çevre de devreye girer ve bebeğin kokusu olgunlaşır. O büyüdükçe kokusu da olgunlaşır ve zamanla bildik "insan kokusu" halini alır.

Her insanın kokusu vardır, kokusu olmayan bir tek insan vardır yeryüzünde. O da Patrick Süskind’in "Koku" adlı romanının kahramanı Jean-Baptiste Grenoille’dir.

18.yüzyıl Fransasında yaşayan Grenoille, "insani duyumlardan ve duygulardan yoksun, salt kokulara karşı görülmedik ölçüde duyarlı" bir dahidir. Grenoille, "kendi kokusunun bulunmadığını, onun bulunduğu yerlerde insanların insan kokusunu alamadıklarını anladığı gün" dünyalar başına yıkılmıştır. "Kendisi için tek çıkar yol, başkalarına onun için sanki insanmış izlenimi verebilecek kokular" sürünmektir. Her kokuyu üretmekte usta olan Grenoille, "istediği kokuları üretebilmek için cinayet işlemekten kesinlikle çekinmeyen bir katile" dönüşür. Ama başkalarının kokularını çalmak, ruhunu yatıştırmaya yetmez. Kendi içinde tartışır, didişir durur.

"Grenoille dehşetle irkildi. ’Ne olacak?’ diye düşündü, ’Sahip olacağım bu koku.. ya bu koku bitince ne olacak? Bütün kokuların sonsuz olduğu anılar dünyasına benzemiyor bu iş. Gerçek koku kendini dünyaya harcıyor. Uçucu bir şey. Bittiği zaman, onu aldığım kaynak da çoktan kurumuş olacak. Eskisi gibi çıplak kalacağım, gene uydurma kokularımla idare etmeye çalışacağım. Hayır, eskisinden de berbat olacak!

Çünkü bu arada onu, kendi şaheser kokumu tanımış, takınmış olacağım, bir daha unutamayacağım, çünkü ben hiçbir kokuyu unutmam. Demek ömür boyu ancak onun anısıyla yaşayabileceğim, şimdiden olduğu gibi, şimdi de bir an için o kokuya sahip olacak olan bir ben’in ön-anısıyla yaşadığım gibi... Peki öyleyse ne diye ihtiyacım olacak bu kokuya?’

Bu düşünce hiç mi hiç hoşuna gitmemişti Grenoille’in. Daha elinde olmayan kokuyu eline geçirdiği zaman yeniden kaybedeceğinin kaçınılmazlığı ölçüsüz bir korku uyandırıyordu içinde. Ne kadar giderdi? Bir iki hafta? Belki, çok tutumlu sürünürse bir ay? Ya sonra?

..Ürperdi. Tasarılarından cayma, çıkıp geceye karışma, başını alıp gitme isteği sarıverdi içini. Ama yapmadı. Oturduğu yerde kalıp, ne kadar kuvvetli olursa olsun, isteğine boyun eğmedi, çünkü alıp başını gitmek ve bir mağaraya sığınmak eskiden beri isteğiydi.

Ama daha bilmediği, bir insan kokusuna, surun ardındaki kızınki gibi şahane bir kokuya sahip olmaktı. Bu kokunun mülkiyeti, hemen ardından kaybı ile korkunç derecede pahalı ödeyeceğini bilse de, mülkiyeti ve kaybı, ikisinden de bir kalemde vazgeçmekten daha çekici görünüyordu gözüne. Çünkü ömrü boyunca hep vazgeçmişti. Ama sahip olduğu, kaybettiği olmamıştı daha hiç."

Süskind, "insan kokusu olmayan" kahramanı Grenoille aracılığıyla koku-insan ilişkisini irdeliyordu. "Kokuların öyle bir inandırıcılığı vardır ki, sözlerden, gözle görmekten, duygudan, iradeden daha güçlüdür. Savılıp atılamaz bu inandırıcılık, soluduğumuz havanın ciğerlerimize işleyişi gibi, o da içimize işler, doldurur bizi, hepten ele geçirir, çaresi yoktur."(*) Kokuların insan yaşamı açısından önemini bu satırlarıyla vurguluyordu.

Gerçekten kokular yaşamın olmazsa olmazıdır. Görmeden, duymadan yaşanabilir ama kokular almadan yaşanamaz. Görmenin açığını dokunarak, duymanın yokluğunu işaretleşerek kapatabilirsiniz. Ama koku başka şeylere benzemez, özeldir. Onun boşluğunu kapatacak başkaca bir yol, yöntem yoktur.

Kokular insana yaşadığını hatırlatır. Güzel kokuları fark edemeyen, koklama duyusunu yitirmiş bir insanın, yaşamla bağları kopmuş demektir. Pencereleri, bahçeleri, sokakları, parkları saran bahar kokusunu fark edemeyen insan hayatta mıdır? Olsa olsa direksiyonu kaybetmiş sürükleniyordur oradan oraya...

Ya her şeye rağmen bahar kokularını fark etmekle kalmayıp, ciğerlerini baharla dolduranlara ne demeli? Onlar yaşama bağlı, duyarlı insanlardır.

Bahar üzerine bunca şiir yazılması da gösteriyor ki, kokulara karşı en hassas, en duyarlı insanlar şairlerdir. Baharı daha ilk nefeste algılar, satırlara dökerler.

Şairler, duyarlılıklarının üzerine titrer, duyarsızlaşmamak için bütün rüzgârlara, bütün kokulara açık tutarlar kendilerini. Duyarlılıklarını yitirdikleri zaman yaşamla bağlarının kopacağını, şairlikten de "istifa etmiş" olacaklarını en iyi bilenler de onlardır.

O nedenle hiçbir şairin, duyarlılığı lanetleyen, duyarlılığa set çekmeyi savunan bir cümlesi işitilemez yeryüzünde. Rüyalarında bile böyle bir cümle sarf etseler uyandıklarında kendi ağızlarına biber sürerler herhalde.

Şair Bülent Ecevit işte bu imkânsızı başardı. Kendisini pohpohlayan, hayattan, ülkeden kopuk "kampüs milletvekilleri"nin önünde kürsüye çıktı ve bir şairin belki belki intihar mektubunda yazabileceği bir cümleyi sarf etti:

- Eğer demokrasiyi istikrarlı şekilde yaşatmak istiyorsak çok alıngan olmamalıyız, aşırı ölçüde duyarlı olmamalıyız.

"Başbakanlıktan çekil" isyanlarına, ağır eleştirilere karşı "aşırı ölçüde duyarlı olmamaktan" söz eden bir Ecevit. Duyarlılığa karşı çıkan bir şair. İnanılmaz...

Herhalde Ecevit, bu yıl bahar kokusunu da duyamamıştır, baharın geldiğini, ağaçların çiçek açtığı da fark edememiştir...

(*) Koku (Das Parfum), Patrick Süskind, Can Yayınları, 1986

Faruk Bildirici / Tempo / 19-25 Nisan 2001

Yarın, Hürriyet için özel bir gün. 1 Mayıs 1948’de yayın hayatına başlayan Hürriyet, 70. kuruluş yıldönümünü kutlayacak.Hürriyet, 70 yıl önce

Alışkanlık mı desem, merak yoksunlu

Alışkanlık mı desem, merak yoksunlu

Endişelenme! E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar doldurulmalıdır (*).

© 2019 Faruk Bildirici - Medya Ombudsmanı. Tüm Hakları Saklıdır.