ÖMER TAŞLI

...

KENDİMİ İNGİLİZ İMPARATORU GİBİ HİSSEDİYORUM EKİPLERİMİN ÜZERİNDE GÜNEŞ BATMIYOR

Ömer Taşlı, Pakistan’dan, Bosna’ya, Endonezya’ya kadar dünyanın dört bir yanındaki felaket bölgelerinde koşuşturduktan sonra Genel Müdürlüğe yükselmiş bir Kızılaycı. Ama odasına tıkılan bir bürokrat olmuyor, "Afetçi" kimliğini unutmuyor; Van depreminde sahadaydı, Suriyelilere yardımda da.

KÖRFEZ DEPREMİ: HABERLERİ İZLERKEN AĞLIYORDUK

Ben 25 yıllık Kızılaycıyım. Üç ayrı Kızılay gördüm. Osmanlı’nın devirleri gibi. 90’ların Kızılay’ı kendini yeniden yapılandıramadı ve dünyadaki teknolojik değişime entegre olamadı. 99 Depremine yakalandığımızda imkânlarımızın büyük kısmı Orta Asya, Kuzey Irak, Yugoslavya, Azerbaycan’daydı. 99’da yaşananları Kızılay’dan ayrılınca anlatırım. Türkiye ve dünya ayağa kalkmış, yardım yağdırıyordu. Bu yardımı yönetecek lojistik bir yapı, Kızılay’da, devlette, belediyede, kimsede yoktu. Kızılay’ın sıkıntılı bir özyapısı ve kaliteli olmayan hizmet anlayışı vardı. Ama medyada üzerimize gelindiği şekliyle değildi kesinlikle. Adapazarı’ndaki büyük çadırkentte koordinatördüm. Her sabah saat beşte kalkıyor, gece 9-10’a kadar ölümüne çalışıyorduk ama akşam televizyon haberlerini izlerken hepimiz ağlıyorduk. Bizim eksiğimiz, hatamız vardı ama çok haksızlık yapıyorlardı. Bir basın mensubuna "Siz niye BBC gibi değilsiniz?" dedim. Biz Alman Kızılhaç’ı gibi değiliz kabul. Biz Türkiyeyiz. Hiç unutmuyorum, ünlü bir basın mensubu jeeple geldi. Kampın girişindeki bariyerleri yıkarak girdi, bağırıp çağırdı. 10 dakika kaldı, çıktı gitti. Akşam ne kadar derin bir araştırma yaptığını anlattı.

NEŞTERİ YEDİK: ÖLÜMCÜL VİRAJDAN DÖNDÜ KIZILAY

Kızılay’da 99’dan sonra istikrarsız bir dönem yaşandı. Aşırı istikrar, aşırı muhafazakâr, öğrenmeye kapalı, her şeyi bildiğini sanan kurum, 99’da neşteri yiyince ortalığa döküldük tabii. Dönemin yönetim kurulları Kızılay’ın çalışanlarını 3-4 kere harman etti. 2005’te genel müdür olduğumda Kızılay’ın 2 bin personelinin ortalama kıdemi 8 yıldı. Bu Kızılay gibi bir kurum için ölümcüldür. O virajlardan döndü Kızılay. Tekin Küçükali ile kurum istikrara kavuştu. Beş yıl başkanlık yaptı. Tekin Beyin ayrılmasının nedeni yüzde 80 sağlık. Çünkü benimle paylaşıyordu. Belki 1-1.5 ay önce oldu, o başka bir sebeptir herhalde. Tekin Beyin yerine Ahmet Lütfi Akar, oybirliğiyle seçildi. Burada liste kavgası olunca toplum “Neyin kavgasını yapıyorsunuz” diyor. Çünkü yönetim kurulu üyeleri bir lira ücret almaz, kendileri kaldırdılar. Sadece Kızılay ile ilgili bir yere gidiyorlarsa yol ve otel ücretlerini veririz. Ahmet Bey beş yıldır genel başkan vekiliydi. Tek davamız vardı; kurumsal kimliği oturtmak. Başardığımızı bu demokratik kongrede gördük.

TÜRK KIZILAYI: YENİ BİR MARKA LANSE EDİLMEK İSTENDİ

2004 yılında oldu Türk Kızılayı adının kullanılmaya başlanması. Ben o zaman çok karşı çıktım. Kızılay da ciddi bir markaydı. O markanın böyle dönüşmesini istemedim. Talat Yılmaz başkanlığındaki geçici yönetim yeni bir marka lanse etmek istedi. Türk milliyetçiliği, Türkü öne çıkartmak olarak düşünülmedi. Reklam ajansları çalışmıştı, bir anda beğenildi. Kızılay, Türkiye’de yaşayan herkesin ortak değeri. Türk kelimesinden rahatsız olmak kadar kötü bir şey yoktur. Türk desen ne olur? Her ülkede Kızılay veya Kızılhaç kendi milliyeti ile anılıyor. Zaten önce de uluslararası yazışmalarda Turkish Red Crescent olarak kullanıyorduk; Cenevre’deki kaydımız böyleydi. İnsanlar buna takılmasınlar.

EKİPLERİMİZ: KİMSENİN GİREMEDİĞİ YERLERDEYİZ

Türk Kızılay’ı herkesin yaptıklarını yaparken hiç kimsenin yapamadıklarına odaklandı. Mesela hiç kimse Mogadişu çadır kentlerinin içinde hizmet üretemiyor. Hiç kimse Gazze’de ekip bulunduramıyor; biz oradayız. Kırgızistan’da daha o evlerin dumanı tüterken gidip o insanları aynı iftar sofrası etrafında topladık; barışı tesis etmeye çalıştık. Türk Kızılayı dünyanın dört bir tarafında. Ben genel müdür olarak bazen kendimi İngiliz İmparatoru gibi hissediyorum; çünkü ekiplerimin üzerinde güneş batmıyor. Şu anda ekiplerimizin bulunduğu ülkeleri sayayım; Somali, Filistin, Kırgızistan, Pakistan, Suriye hududu. Balkanlar’dan hiç elimizi çekmiyoruz, Libya’dan yeni geldik. Sudan’a yeni bir misyonla yeniden gideceğiz. Türkiye’nin yönetim anlayışı değişince sizin duruşunuz da dünyanın size bakışı da değişiyor. 1991 Silopi’deyiz, Körfez savaşı. İki olay yaşadım orada. Bir İngiliz askeri bir Kızılaycıya vurdu; istenmeyen adam ilan edilmesini başaramadık. Amerikan temsilcisi bir bayan Türklük ve Türk bayrağıyla ilgili hakaretvari şeyler söyledi, ben de dışarı çıkarttım. 20 dakika sonra telefonum çaldı, genel müdürüm karşımda. "Amerikalıyı nasıl attın dışarıya?" dedi. Dışişleri Bakanlığı aramıştı, yani 20 dakikada tur tamamlanmıştı! Şimdi de hükümetin politikalarının, bölgeye bakışının Kızılay’a yansımaları var doğal olarak. Aynı zamanda Uluslararası İslam Hilal Komitesi başkan yardımcısıyım. İslam Teşkilatı Örgütü’nün kurduğu, seçimle gelinen bir yer orası.

KÖYÜMÜZ: KIZILAY İLE YOLUM ÇOCUKKEN KESİŞTİ

Ben bir köy çocuğuyum. Düzce’nin Konuralp beldesinde geçti çocukluğum. Fakir bir ailenin çocuğuyum. Kasabada okumak çok güzel bir şey. Bizim evimiz en uçtaydı, çıkardım 500 metre kadar sonra komşu çocuklar gelmeye başlar, grup olurduk. Hiç unutmuyorum. Okulda ben spor koluna taliptim. Öğretmen, kolları herkese verdi, verdi. Beni unuttu. O kadar kötü oldum ki, ağlayacak gibiydim. Derken öğretmen fark etti durumumu, beni de severdi. "Aaa sana bir şey vermedik Ömer. Kızılay kolu kaldı, onu da sana verelim" dedi. İlkyardım dolabı falan yaptık, onları öğrendim. Bir de beş yaşındayken komşumuzun evi yandı. Bizim yakmış olma ihtimalimiz de var. Çocuklar ateşle oynuyorduk, oradan yangın çıktı. Evin kızlarının çeyizleri, tütünleri, her şeyleri yandı. Nuriye teyze ağlarken bir minibüs geldi, paketlerle yiyecek yardımı getirdiler. Nuriye teyze "Demek biz Kızılay’dan yardım alacak duruma düştük" diye iki katı ağladı. Yardımı kabul etmediler. Kızılay ile öyle yolum kesişti küçükken.

OKUL: LAZ ÖMER DERLER BANA

Orta ikide yatılı okulu kazandım, Bilecik Ertuğrul Gazi Lisesine gittim. İyi ki gittim orada daha iyi bir eğitim vardı. Aileme yük olamadan okudum. Oradan da 9 Eylül Üniversitesi Uluslararası İlişkileri okudum. 1983-86’da İstanbul Üniversitesi’nde master yaptım. Master tezim, "Ortadoğu’ya süper güçlerin etkisi" üzerineydi. Kitap olarak yayınlandı ama sonra devam edemedim, askere gittim. Şimdi bakıyorum, yüzde 70-80 tutuyor tahlillerim. Kızılay’a girmemin sebebi, buranın genel sekreteri Necmi Hoşver vardı, Düzceli. Eski başkan Kemal Demir de Düzceliydi biliyorsunuz. Babam beni Necmi Hoşver ile tanıştırdığında fikir tartışması açıldı bir konudan. Konuştuk konuştuk, "Sende ışık var. Gel seni Kızılay’da işe başlatayım" dedi. Fanatik Düzcelidir. Düzce tam bir mozaiktir. Türkiye’deki bütün etnik topluluklar vardır orada. Bir adama “Kürt Mehmet” demek normaldir bizde. "Laz Ömer" dediklerinde kendimi niye kötü hissedeyim? Bizim aile Rize Fındıklı’dan çünkü. Lazca bilirim. Çok az Hemşince bilirim. Hemşince Ermeniceye yakındır. Bir toplantıda Ermeni Kızılhaç’ına, Hemşince birkaç kelime söyleyince "Sen bu dili nereden biliyorsun?" dediler. Espriyle "Ermeniyim” dedim, kadın heyecanlandı ve "Söyleme sakın Ermeni olduğunu" dedi. Başıma bir şey gelmesinden korkmuştu. “Türkiye düşündüğünüz gibi değil" diye anlattım onlara. Bunları İngilizce konuşuyoruz tabii. Hemşince üç beş kelime biliyorum. Düzce’de barış içinde yaşar bütün bu gruplar. Aslında Türkiye’nin çözümü Düzce modelinde.

TEHLİKE: KALAŞNİKOFLA ATEŞ EDERKEN HEMEN ENSEMDEYDİ

Kızılay’a 1988’de girdim. Uluslararası İlişkiler bölümünde uzman olarak başladım. Aldığım maaşım iki katı olduğu için müfettişlik sınavına girdim, kazandım. Ama operasyonlardan hiç kopmadım. Yabancı dil bilince aman o göreve git bu göreve git, raporlar yaz. Raporlarımı, notlarımı hâlâ saklarım. Anılarımı yazacağım. Çünkü tarih yazılırken ben hep oradaydım. İgman dağında sırtımızda un taşıdığım günleri, Darfur’da gördüklerimi, Pencap vadisinde yaşadıklarımı yazacağım. En büyük tehlikeyi Silopi’de yaşadım. Ateş edildi, biz de çadırlara kaçtık! 1990’da Filistin’de İsrail askerleri beni alıkoydular. Bosna’da da Sırp askerleri konvoyumuzu barikatta durdurdu. Beni de dışarıda beklettiler. Çok da şiddetli kar yağıyordu, bembeyaz oldum. O sırada kulübeden bakıp gülüyorlardı. Biri dışarı çıktı kulübeye çağırdı. Dedim gelmiyorum, niye? "Ülkemde hayvanları bile bu havada dışarıda bırakmazlar. Benim onurum sıcağınızdan değerli" dedim. Bu sefer bir manyak çıktı kalaşnikofla. Enseme kadar yaklaştı, bir jarjörü havaya boşalttı. Allah bana metanet verdi hiç kımıldamadım. Sonra o ilk asker geldi yine. "Pasaportlarınızı sorduk, cevap bekliyoruz. Lütfen arabada bekle" dedi. O zaman arabaya geçtim, sonra pasaportlarımızı verdiler ve biz o bariyerden geçip Saraybosna’ya girdik. Yine Bosna’da Visako’da canlı yayındayken binayı bombaladılar. Yaşadık böyle şeyleri. Allah Kızılaycıyı koruyor. Ama çok da şehit verdik. Bir gün Telafer’in tarihi yazılacak, şahitliklerimizi dünya öğrenecek. Amerikan işgal ordusu Ekim 2004’te Mustafa Pekcan kardeşimizi katletti. Bizi oradan kaçırmak için böyle bir katliam yaptılar. Dünyadaki bu şahitliklerimizden Kızılay bir sonuç çıkartmalı. Bir enstitü kurmalı, insani değerlere saldırıları anlatmalı insanlara.

YAŞAM STİLİMİZ: ÇOCUĞUNU ÖPTÜ PAKİSTAN’A GÖNDERDİK

Kızılay’ın içinden gelen ilk genel müdürüm. En azından tarihe öyle geçeceğim. 2005’te başladım. Telefonum 24 saat açıktır. Özellikle gece 11.00’den sonra telefon dıt dıt yapınca mesaj da gelse Kızılaycıların yüreği hoplar. Artık 4-4.5 saatlik uyku yetiyor bana. Kızılaycılar iki temel stress altında yaşarlar, olması da iyi. O stress olmasa refleks gösteremeyiz afetlere. Hangi saatte afet haberi alacağımızı bilememenin stresi vardır. 10-12 yıl çocuğu olmayan bir Kızılaycı’nın çocuğunun doğduğu saatlerde Pakistan depremi oldu. Hastanede çocuğunu öptü, oradan aldık, uçağa bindirip Pakistan’a gönderdik. Bizim yaşam stilimiz bu. İkinci stresimiz şu. Biz kendimizi BBG evinde gibi hissederiz. Toplum bizi sürekli gözlüyor, bazen bizi inciten haksız gözlemler de dile getiriyorlar ama olsun. Bu bizi istim üstünde tutuyor. Son 7-8 ayda ayni ve nakdi bağışlar çok yüksek. Hesap verebilirlik ve şeffaflık da devreye girdi artık. Bağışçıya sonucu raporluyoruz. Biz vatandaşa çadırını kurmadan çadıra girmeyiz; o sıcak yemeğini yemeden biz yemeyiz. Erciş’te ekip başkanı bendim son depremde. Üç gün arabada yattık. Çünkü halkı çadıra almadan bizim orada düzen kurup yerleşmemiz doğru değildi. Sadece yönetim birimimize büyük çadır kurduk. Velhasıl Kızılaycılık, bir felsefe, bir değerler manzumesi. Burası bir dergah. Burada derviş olursunuz. Hanımefendiler ve beyefendiler yetişir burada, kurumumuzun kültürü bu. Biraz da saraylıyız, Osmanlıdan geliyoruz.

CAFE: EŞİME İŞİNDE YARDIM EDİYORUM

Biz biraz geç evlendik. Ben 33, eşim İlksen 31 yaşındaydı evlendiğimizde. Çocuk yapma telaşına girdik. İki çocuğumuz var. Eşim çok cefakâr. Çocukları o büyüttü. İşini de hiç aksatmamak kaydıyla çalıştı. Tedaş’tan emekli olunca üç bayan bir araya geldiler, kuzenlerimle İncek’te güzel bir bahçesi olan bir cafe açtılar. Geçen sene 1 Mayıs’ta açtıkları gün maşallah 130 müşteri geldi. Ben de bir anda kendimi elimde tepsilerle masaların arasında buldum. Hafta sonları Ankara’daysam oraya gidip garsonluk yapıyorum. Geçen hafta iki genç kız genç erkek, arabadan indiler. Biri bizim personel. Bakınca o da tanıdı, orada kaldı. Ben de elimde bir kova, bir bez masaları siliyorum. Arkadaşları geldi o kaldı orada. "Gelsene" diye çağırdım. "Oğlum maaş yetmiyor hafta sonları böyle idare ediyorum, kimseye söyleme" falan. Orada eşimle dayanışma halindeyim.

VAN: BAŞBAKAN "SÖYLENENLERE KAFAYI TAKMA" DEDİ

Kızılay da yeni bir değişim yaşamak zorunda. Biz taşıdık buraya kadar. Muhtemelen bayrağı devredeceğiz. Manşet olan o eleştirimiz kurum içindeki taktik ve stratejik hatalarla alakalıydı. Vali depo veremezse ne yapacaksın? Malını indiremeyeceksin, dağıtamayacaksın. En alta düşürüyoruz Kızılay’ı ve paspas oluyoruz, dediğim budur. Fakat o konuşmada “Vali bizi paspas yaptı” demedim. Sağ olsun Başbakanım o manşetten sonra bana şöyle söyledi; "İşine odaklanıp, her söylenene, her yazılana kafayı takmamak lazım." Hükümetle çok yakın çalışıyoruz. Genel Müdür olarak altı yıldır bu görevde çalışıyorum. Başbakanımız Kızılay’a büyük destek sağladı. Ama işimize hiç müdahale etmedi. Van’da bizi eleştirmekte haklıydılar da. İyi ki eleştiriliyoruz, kendimizi başka nasıl düzeltir, geliştiririz? Van’da her şey harika mıydı? Asla. Eleştirilecek çok yanı vardı tabii ki. Refleks olarak sıkıntılarımız oldu ilk iki güne ait. Çadır getirememekle alakalı değil. Bizden hızlı ve daha çok götürebilecek babayiğit yok dünyada. Afet müdahale ve lojistik konusunda bir numarayız. Cenevre’deki konferansta bizi ayakta alkışladılar. 50 bin çadır ile 117 milyon lira ayni ve nakdi yardımı Van’a ulaştırmış bir kuruluşuz. Çadırda sıfır stoğa indik. Şu an fabrikada üç vardiya çalışıyoruz. Ama günde 250-300 çadır dikilebiliyor.

SURİYE: TAM SINIRA PAKETLER KOYDUK

Suriye’den gelenler, 18-25 bin arası dolaşacak gibi görünüyor. Ama göstergeler ve uluslararası toplumun yaklaşımı gitgide sertleşiyor. Maalesef Suriye’de değişim ilerlerken insanlar acı çekiyor. Ülkemize gelenler için kamplarda hizmet üretiyoruz. Ama başlangıçta bu tarafa geçmeyip hududun öbür tarafına yığılanlar için hizmet ürettik. Suriye Büyükelçiliği’ne yazıyla bir bildirim yaptık. Cevap gelmedi. Hemen dünyadan Kızılay, Kızılhaççıları çağırdık komisyon kurduk. Paketlediler, kamyonları mühürledi bu gözlemci grup. Getirdik hudutta telin üstüne koyduk. Oradan alıp o tarafta yediler içtiler. “On the border” diye tanımladığımız ve uluslararası hukuktaki bir maddeye dayandırdığımız çok özel bir hizmetti. Şimdi dünya bu hizmetin Kızılay ve Kızılhaç hareketi tarafından kurumsallaştırılmasını konuşuyor. Suriye’den çok büyük bir göç dalgası olursa Türk Kızılay’ının ve dünyanın yapacakları var.

TWİTTER: PORTAKAL AĞACIMIN FOTOĞRAFINI KOYDUM

Twitter’da yazmaktan hoşlanıyorum. Ama yeterince zaman ayırıp farklı bir konsept oluşturamadım. Aslında farklı şeyler yapmak istedim. Düzce’de köyde evim var, orada bir seram var. İki limon, iki mandalina, bir portakal ağacım var orada. O ağaçların, tavuklarımın fotoğraflarını yayınladım. Her 15 tatili köyde geçiririz çocuklarımla. Aslında Kızılaycılık dışındaki dünyam ile alakalı yazmak istiyorum ama genel müdür olmamdan dolayı yapamıyorum. “Ooo Kızılay genel müdürü tatil yapıyor, Vanlılar ne yapıyor?” diye eleştiriler geldi bana. Yahu Kızılay Genel Müdürü hiç mi tatil yapmasın, hiç mi köyüne gitmesin? Zaten sorun olmayan yerlere gidemiyorsun. Mesela Londra’ya hiç gitmedim. Ama Gazze’ye 10, Mogadişu’ya 5, Pakistan’a 20 kere gittim. Kızılaycının kaderi bu. Sülalemin ilk genel müdürüyüm. Burada olduğum için burayı iş kapısı bildiler. Tabii bana yoğun bir talep geldi. Bir yeğenim Kızılay’ın Düzce’deki Bölge Afet Müdahale Merkezi’nde birim şefi. Ben genel müdür olmadan önce Kızılay’a girmiş ve terfi etmiş. Genel merkezde iki akrabam var. Onlar da Allaha şükür Kızılay’a benden önce girmiş. Soyadımı taşıyanlardan 2-3, taşımayanlardan 7-8 kişi bütün prosedürleri uygulayarak işe girdiler. Benim de vesile olduklarım var.

KUZEY IRAK: DÖRT YIL EVLERE YARDIM DAĞITTIK

Hayatımda buruk olduğum tek toplum Kuzey Irak’ta yaşayanlar. 1994’te ekiplerimizi, Erbil ve Dohuk’ta konuşlandırıp inanılmaz bir insani operasyon yaptık. Kuzey Irak’taki ailelerin her birine düzenli olarak üç ayda bir gıda verdik. Bu dört yıl sürdü. Talabani ile yakındık, karargâhına davet ederdi Kızılay ekibini. Orada güzel yemekler sunardı, "Sayın Talabani, yine yöneten yönetilen çelişkisi. Biz aşağıda yardım dağıtıyoruz, siz burada bize yemekler, keklikler, ceylanlar ikram ediyorsunuz" derdim. Bana hep şunu söylemiştir, "Türkiye, İstanbul’u başkent yapsa biz de birleşsek, beraber yaşasak." O halkları ve Türkmenleri biz ayakta tuttuk dört yıl. Tehdit, tehlike her şey vardı orada. Allahın izniyle bir şey olmadı bize orada. Ama sonradan zan altında bırakarak ve yanlış hedef alınarak arkadaşlarımızı şehit ettiler. Onlar Kızılaycıydı, MİT görevlisi değillerdi. O katliamı yapanlar, Kızılay’ın o mübarek bayrağına el uzattılar. Ama esas kırgınlığım şuna, ABD’nin Irak’ı işgalinin beşinci günü Kerkük’e gittiğimde Türkmenler’in zulüm altında olduğunu gördüm. Hem de Talabani ve Barzani’nin adamları tarafından. Çok üzüldüm.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 8 NİSAN 2012

© 2019 Faruk Bildirici - Medya Ombudsmanı. Tüm Hakları Saklıdır.