ÇIPLAKLIK SEVENLER GERÇEKLERİ DE GİYDİRMESELER YA

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 60

ÇIPLAKLIK SEVENLER GERÇEKLERİ DE GİYDİRMESELER YA

Onlarca hatta yüzlerce kez sevgiyle dokunup, kıvrımlarını bile ezberlediğim bir bedene yeniden sarılmak gibidir benim için meclis kütüphanesine girmek.

Defalarca gitmiş, her köşesinde gezinmiş, kitap raflarına dokunmuş, epeyce tozunu yutmuş, okuma salonundaki hemen her masada en az birkaç defa oturmuşumdur.

Yine de her gidişimde büyülenmekten kendimi alamam. Kutsal bir mekâna girmişçesine huzurla dolar içim. Orada geçirdiğim saatler, kendiliğinden akıp gider.

Meclis çatısı altındadır ama milletvekillerini görmek pek mümkün değildir orada. Kütüphanenin bilgiye kolay ulaşılan sisteminden, daha çok bilim adamları ve araştırmacılar yararlanır. Masaların üzerine yığdıkları kitapların arasına gömülür, saatlerce başlarını kaldırmadan çalışırlar.

Bilgi âlemindeki gezilerim sırasında verdiğim kısa molalarda onları gözleyerek dinlenirim. En çok ilgimi çekenler tarihçilerdir. Özellikle mikrofilm merkezinde eski gazeteleri tarayan tarihçileri görmekten büyük keyif alırım. Bir gazeteci olarak, tarihçilerin eski gazeteleri incelemelerinden kıvanç duyarım doğrusu.

Onların eski gazetelerle haşır neşir oluşu, "Gazeteciler tarihin müsveddesini yazar" sözünün doğruluğunun canlı kanıtıdır benim için. Elbette tarihi yazarken tek kaynakları gazeteler değil ama demek ki gazetelere bakmadan da edemiyorlar! Gazeteciler yaşadıkları günü haberleştiriyor, tarihçiler de yıllar sonra o gazeteleri karıştırıp ulaştıkları bilgilerden tarih yazıyorlar!

Düşüncelerim bu kulvara girince ister istemez kendimi, günümüz gazeteciliğini sorgularım. "Acaba ben tarihin doğru yazılmasına ne kadar katkıda bulunuyorum?" Yaptıklarımı gözden geçirince aldığım nihai karar hemen hiç değişmez; "Daha çok çalışmalıyım, daha düzgün işler yapmalıyım."

Kişisel muhasebenin ardından sıra günümüz gazeteciliğini sorgulamaya gelir. "Acaba Türkiye medyası, geleceğin tarihçilerine başarılı müsveddeler bırakıyor mu? Bugün yazılıp çizilenlere ilerde bakan tarihçiler, burun kıvırıp geçecekler mi, yoksa ’İyi işler yapmışlar, aferin doğrusu’ mu diyecekler?"

Maalesef bu sorulara gönül rahatlığıyla olumlu yanıt veremiyorum. Neden? Çünkü müsveddelerimizin kalitesinden emin olamıyorum. Gazetecilik mesleğinin özünü oluşturan, "gerçeğe ulaşma ve yansıtma işlevi"ni yerine getirmede sapmalar görüyorum.

Müsveddelerimizin kalitesinin ölçütü gerçeğe ulaşma çabamızın başarısıdır. Ülkemizde ve dünyamızda olup bitenleri yazarken gerçeğe ne denli ulaşıp insanlara yansıtabiliyorsak, gazetecilik görevimizi o denli başarıyla yerine getirmiş oluruz.

Gazeteci olarak tek kıblemizin gerçek olması gerekir. Gazeteci, bıkmadan usanmadan gerçeği aramalıdır. Gerçeği ararken da eleştirel tavır ve nesnellikten uzaklaşmamalı. Olmazsa olmaz kurallardır bu ikisi.

Eleştirel bakışın silahı soru sormaktır. Her koşulda, her zaman, herkese soru soracaksınız ki gerçeğe ulaşabilesiniz. Aklınıza gelen soruyu sormaktan kaçınmayacaksınız.

Bence bir gazetecinin yaşayabileceği en büyük mesleki deformasyon, zihninde "sorulamayacak sorular dağarcığı" belirmesidir. Soru sormayı bırakan gazeteci, verilenle yetinen memura dönüşür. Etrafında yaşananları, "normal" görmeye başlar.

Ki bu aslında bir gazetecinin ayakta ölümüdür. Bu ölümler sessiz gerçekleşir; ölüm fark edilmez, sonucunu görünce anlarsınız olup biteni. İşte "tarihin kaliteli müsvedde"sini yazabilmemiz konusundaki endişemin kaynağı, günümüz medyasında gözüme batan bu sonuç!

Köşe yazılarını bir kenara bırakalım ve soralım. "Günümüz medyasının haberlerinde gerçek aranıyor mu? Sunulan verilere eleştirel ve nesnel bakılıyor mu?" En önemlisi de, gerçeğe ulaşmak için yeterince soru soruluyor mu?

Öyle çok uzağa gitmeye gerek yok. Ülkemizde birisi ekonomik, diğeri siyasi olmak üzere varlığı konusunda kimsenin itiraz edemeyeceği iki temel problem dağ gibi yığılmış medyanın önünde duruyor.

Gerçi "Şubat krizi" sürecinde medyanın tavrı, yazılıp çizilenler bilimsel bir tez konusudur ama ayrıntılı bir araştırma yapmadan da kimi olumsuzlukların altı çizilebilir. Öncelikle kriz öncesinde ekonomik durum güllük gülistanlık gösterildi. Başta ekonomi basını olmak üzere, "Kasım krizi"nden çıkıp, "Şubat krizi"ne doğru gidildiği konusundaki "gerçekler" halka sunulmadı.

Ekonomik kriz başladıktan sonra da ne krizin siyasi ve idari sorumluları arandı, ne de krizin vahameti yeterince sergilendi. "Seve seve" gibi abuk kampanyalar haberleştirildi, "Kriz bugün geçiyor, yarın geçiyor", "Krizden çıktık çıkacağız" temennileri manşetlere çekildi.

Asıl vahimi, bu yapılanlar ’halka moral verme" gerekçesine dayandırıldı. Gerçekler, "moral haberleri"ne kurban edildi. Kimse sormadı, "Gazeteciliğin moral verme gibi bir işlevi mi var, nereden çıktı bu özel misyon?

Düşünün ki, ekonominin "patronu" Kemal Derviş bile Amerika’dan geldiği üç dört ayda "krizin derinliğini kavrayamadığını" itiraf etmek zorunda kaldı. İyi de Derviş, krizin gerçek boyutlarını kavramakta böyle güçlük çekmişse bu ülkede yaşayan öbür insanların bu sorunu daha beter yaşadıklarını veri olarak kabul etmemiz gerekmez mi? Peki, bu başarı kime ait? Gazeteciler olarak bu soruyu kendimize yöneltmeliyiz. Hatta dönüp Derviş’e de sormalıyız, "İyi de demek üç ay boyunca yanlış reçeteler uyguladın, krizi derinleştiren o yanlış reçeteler olmasın?"

Gelelim siyasi soruna. Çağdaşlaşma ve demokratikleşme olarak tanımlayabileceğimiz bu genel problemin önündeki en önemli engel, "Kürt sorunu" değil midir? İsterseniz adına "Güneydoğu sorunu" da diyebilirsiniz ama bu önümüzde duran "realite"yi ortadan kaldırmaz.

Siyasi, idari ve sosyal çözümler üretilmemesinin gerekçesi PKK terörüydü. PKK ateşkes ilan edip geri çekildi yine ilerleme sağlanamadı. Çözümler üzerinde kafa patlatması gerekenler, hâlâ "PKK terörünü sona erdirdik" diye zafer çığlıkları atmakla meşguller. Üzücü olan, medyanın da bu koroya katılması, sorunu görmezden gelmesi...

Oysa "çıplak" gerçeğin açığa çıkmasına yardımcı olmamanın bedeli, önceden tahmin edemediğimiz kadar ağır olabilir. Arkadaşım Dr. L. Doğan Tılıç’ın, Su Yayınlarından çıkan "Medyayı anlamak" adlı kitabında yer alan örneği okumakta yarar var:

"İspanya İç Savaşını George Orwell, Ernest Hemingway ve Claude Cockburn gibi gazeteciler de izliyor ama aynı zamanda da Cumhuriyetçiler yanında savaşıyorlardı. Bu yazarlarla birlikte olan ve dönemin önemli Amerikan dergisi New Statesman için çalışan Luis Fischer, bir keresinde Cumhuriyetçilerin olağanüstü moralsiz olduğunu yazdı. Bunu duyan Cockburn küplere bindi ve Fischer’in yakasına yapıştı. Fischer’in yazdıklarının hepsi doğruydu ve kendini ’okuyucuların gerçeği bilme hakkı vardır’ diye savundu. Cockburn ise adeta azarlayarak şunları söyledi: ’Onlara bu hakkı kim veriyor? Böyle bir hakları ancak İspanya’da falanjistler yenilgiye uğratılınca olabilir. Bu soyut bir sorun değil. Burada kahredici bir savaş yaşanıyor.’

Biliyorsunuz, İspanya’da Cumhuriyetçiler yenildi ve faşistler galip geldi. Sonra yenilginin nedenleri üzerinde çok şey yazıldı, söylendi. Üst sıralarda bir yerlerde olmasa bile, sayılan nedenler arasında Hemingway, Orwell ve Cockburn gibilerin yazılarıyla aşırı iyimserlik yaratarak, Cumhuriyetçi saflarda aksaklıkların görülmesini ve dolayısıyla giderilmesini engellemiş olmaları da vardı."

Gazeteciliğin "gerçeği arama ve duyurma" işlevini, "halka moral verme" ile karıştıranlar, "taraf olduklara tarafa zarar vermemek için" bile olsa İspanya İç Savaşı örneğini unutmamalı...

Gerçekleri de çıplak sevmeyi öğrenmeli...

Faruk Bildirici / Tempo / 24-30 Ocak 2002