ÇARŞAFA BÜRÜNMÜŞ PARİSLİ KADININ KIVRAK YÜRÜYÜŞÜ

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 45

ÇARŞAFA BÜRÜNMÜŞ PARİSLİ KADININ KIVRAK YÜRÜYÜŞÜ

Sararmış gazete yaprakları arasında kalmış öyküyü görünce gözlerime inanamadım. "Afgan kadını çarşaflıdır" diye yazıyordu, 1942 yılındaki Afganistan’ı anlatırken...

Nasıl olur? Daha üç dört gün önce bir gazetenin birinci sayfasında yan yana iki fotoğraf yayımlanmıştı. İlkinde, eski Afganistan Kralı Amanullah Hanın eşi Kraliçe Melik Süreyya, kısa kollu, hatta göğüs dekoltesi hayli derin bir elbiseyle poz vermişti. Bu fotoğraf, "1919 ile 1929 yılları arasındaki bir tarihte" çekilmişti. Altında, "Kraliçe Süreyya modern kadının simgelerindendi" yazıyordu.

İkinci fotoğraf ise günümüzdeki Afgan kadınının giyimini yansıtıyordu. Yeni çekilmiş fotoğraftaki Afgan kadının değil kolları, yüzü, gözü, teni bile gözükmüyordu; bedenini bütünüyle örten çadıra benzer bir çarşaf içinde yürümeye çalışıyordu fotoğraftaki kadın.

New York’taki saldırı sonrasında esen savaş rüzgârları öylesine toz kaldırdı ki havaya, özellikle gazeteciler her buldukları ipucu kırıntısından koca senaryolar yaratma maharetlerini sınırsız bir özgürlükle sergiliyorlar. Afgan kadınlarının giysileri de gazetecilerin üzerine rahatça kalem oynattığı alanlardan biri. Gün geçmiyor ki, "Taliban öncesi ve sonrası"na ilişkin kadın fotoğrafları yan yana konup, Afgan kadınlarının 1992 öncesinde nasıl giyindikleriyle ilgili harikalar yaratılmasın!

O gazetede gördüğüm yan yana iki kare fotoğraf da bu "harikalar yaratma" serisinin bir uzantısıydı. Bir tek fotoğraf karesinden hareketle, Afgan kadınlarının 1920-30’larda modern giysiler içinde dolaştıkları yargısına varılmıştı.

Oysa Cumhuriyet gazetesinin 29 Eylül 1950 tarihli sayısında Saliha Öncel imzasıyla yayımlanan öykü, farklı bir Afgan kadını "fotoğrafı" veriyordu. Öncel, Kabil’deki Türk kolonisinin 1942 yılbaşı eğlencesini konu alan öyküsünde, Afganistan’a ilişkin gözlemlerini de aktarmıştı:

"...Afgan kadını çarşaflıdır. Onlar çarşaflarına ’Çadıri’ derler. ’Çadıri’, gri renkte yirmi dört metre patiskadan yapılır. Başa sımsıkı geçirilmiş bir takkenin etrafından büzülerek takılmış olan bu kumaş yığını, gözler hizasına gelen kısmında bir filtre işlemesine maliktir.

Önünü ve dünyasını bu işlemenin küçük deliklerinden görmeğe mahkûm edilen Afgan kadını, çadırisi ile sokakta giderken hakiki manada bir seyyar çadıra benzer. Onlar, bu sokaklık kıyafetleri ile görülmeğe ve acınmağa değer mahlûklardır."

Ne güzel tarif etmiş! "..hakiki manada bir seyyar çadıra benzer.." Demek ki, değil 1919 yılında, 1942’de bile Afgan kadını sokaklarda o çadıra benzer çarşafla dolaşıyor!

Zaten Kraliçe Süreyya, Afgan kadınlarından farklı giyinmiş, hatta kısa kollu giysileriyle, şapkasız türbansız dolaşmış, Afgan kadınlarının çarşaftan kurtulması için öncülük etmeye çalışmış bir aristokrat.

Amanullah Han’ın, Atatürk’ün dostu olduğunu unutmamak gerek. Birkaç kez Ankara’yı ziyaret eden Amanullah Han, Atatürk ile birlikte tenis maçlarını, at yarışlarını izlemekten zevk alırdı ve eşi Kraliçe Süreyya da giyim kuşamda Ankara sosyetesinin kadınlarından geri kalmamaya çalışırdı.

Nitekim Mayıs 1928’de Ankara ziyareti sırasında Kraliçe Süreyya, en az Latife ve Mevhibe hanımlar kadar modern giyinmişti, hatta onlar gibi şapka bile takmamıştı. Saçları tamamen açıktaydı.

Amanullah Han’ın en büyük özlemlerinden biri, Atatürk’ün modernleşme yolunda attığı adımları, Afganistan’da da gerçekleştirmekti. Ancak Amanullah Han’ın, Afganistan’ı modernleştirebilmesi, kadınları çarşaftan kurtarabilmesi o kadar kolay olmadı. Atatürk’ün kullandığı "yukardan aşağı reform" yöntemlerini uygulamaya çalıştı, çarşaf ve peçenin kaldırılması başta olmak üzere bazı reform kararları aldı.

Fakat bu reformlar, din adamları öncülüğünde ayaklanmaya neden oldu. Amanullah Han, 1928 sonunda tahtı bırakıp Roma’ya kaçmak zorunda kaldı. Afgan toplumunda İslami geleneklerin etkisi yoğundu. Her şeyden önce Afgan kadınların çarşaftan kurtulma gibi bir talepleri yoktu.

Saliha Öncel’in 1950’de yayımlanan, o sahici öyküsündeki saptaması da bu yönde. Afgan kadınının, 1942 yılında bile "çadıri" denilen İslami örtünme biçiminden rahatsız olmadıklarını gözlemiş...

"Kadınlık âleminin bu zavallılar grubu, açık havada açık başla yürümenin zevkini tanımadıkları için hallerinden asla şikâyet etmezler. Kabil’de ’çadıri’nin ruhi ve bedeni ne korkunç bir işkence olduğunu bizzat bilen asıl acınmağa değer bir kadın sınıfı daha vardır.

Bunlar, Avrupa’da tahsil etmiş Afgan gençlerle evlenen Fransız, İngiliz, Alman ve Avrupa’nın diğer memleketlerine aid modern kadınlardır ki, Kabil’e gelir gelmez çadıri giymek mecburiyeti ile karşılaşırlar.

Zira karısı kapalı olmayan bir kocanın hükümet memuru olmasına o tarihteki kanunlara göre imkân yoktur. Bu kanun yüzünden hakiki bir Parisli’nin o kıvrak yürüyüşü ile yirmi dört metre patiska yığını arasında gidişini görmek hem güldürücü, hem de içler sızlatıcı bir haldi. Bu hem komik, hem de acıklı hale benzer Amerikalı bir kadın, tahammül edemeyerek az zamanda memleketine dönmüştü. Genç kadının bu yüzden yeni evlendiği sevgili kocasını terk etmesi Kabil kadınları arasında konuşulan en acıklı aşk menkıbelerinden birisi olmuştu."

Öyle kadınlar düşünün ki, "..açık havada açık başla yürümenin zevkini tanımıyorlar" ve "hallerinden şikâyet etmiyorlar." Amerikalı bir kadın ise evlendiği kocası uğruna geldiği Afganistan’da 24 metre beze sarınarak dolaşma işkencesine dayanamıyor, ülkesine kaçıyor!

İşte bence sorun burada. Afgan kadın modern yaşamla hiç tanışmamış. Günümüzde artık ’burka’ denilen çarşafsız bir yaşam tanımamış, üstelik dinsel bir kural olarak sorgulamadan kabullenmiş böyle örtünmeyi.

Maalesef Saliha Öncel’in öyküsünü yazdığı 1950 yılından, Taliban dönemine kadar onca yıl Afgan kadını açısından büyük bir değişim getiremedi. Afgan kadınlarının ezici çoğunluğu Taliban öncesinde de hâlâ o kumaş yığınına bürünerek sokağa çıkıyordu.

Tabii Nisan 1978 sonrasında başlayan "Sovyet dönemi"nde Kabil ve bazı büyük kentlerde ’burka’sız dolaşan kadınlar da görülür olmuştu. Kadınlar günlük yaşamda yer almaya yeni yeni başlamıştı.

10 yıl kadar sürebilen o dönemde de Afganistan’ın feodal yapısı kırılamadı, aşiret düzeni yok edilemedi. İslam günlük yaşamı belirleyen bir unsur olmaktan çıkıp sadece insan ile tanrı arasındaki bir inanç dizgesi haline indirgenemedi.

Üstelik bu iki unsur, din ve aşiret yapısı, Sovyet işgaline karşı savaş sırasında daha da pekişti, derinlere saldığı köklerini yeniledi. Amerika’nın beslediği Taliban hareketi, din ve aşiret ilişkilerinin bu dirilişinin üzerine geldi. Kadınların o minik kazanımlarını ellerinden aldı, çadıriyi mutlak bir zorunluluk haline getirmekle de kalmadı, kadınların yaşam haklarını ellerinden aldı aslında.

Şimdi oturup da ’burka’yı Taliban ile özdeş hale getirmemek ve Taliban’ı, Afganistan’a uzaydan gelmiş bir güç olarak sunmamak gerek. Demem o ki, Taliban o toprakların yetiştirdiği bir fenomen.

Afganistan denklemi de bir kare fotoğrafa bakarak çözülecek kadar basit bir denklem değil. O kadınların "..açık havada açık başla yürümenin zevkini tanımaları"na izin vermek -ya da Kraliçe Süreyya’nın giydiği kadar modern giyinebilmeleri-, bu denklemin çözülmesinde bir başlangıç değil olsa olsa bir sonuç olur.

Afgan kadınları, önce bu dünyada kendilerini yok sayan bu inanç sisteminin, öbür dünyada da kendilerine cennet vadetmediğini anlamalı...

Faruk Bildirici / Tempo / 11-17 Ekim 2001