YÜZ YÜZE GELMENİN BÜYÜSÜ

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 118

YÜZ YÜZE GELMENİN BÜYÜSÜ

Her politikacı er ya da geç girer samimiyet sınavına. Abdullah Gül de bir gün bu sınavdan kaçamayacağını bilmeliydi.

"Bir gece rüyamda bombalanan çocuklar gördüm. Ondan beri yorgunluğuma rağmen gözüme uyku girmiyor" derken, kendisini dinleyen gazetecileri inandırmıştı samimi olduğuna.

Gül’ün ne denli duyarlı, ne denli riyasız bir politikacı olduğuna dair övgü dolu yazılar yazıldı. Bombalanan çocuklar için kaygı duyması, samimiyetinin bir kanıtı olarak sunuldu.

Çok geçmedi, Abdullah Gül de girdi samimiyet sınavına. Savaşa karşı çıkan bakanları ikna etmek ona düştü. Savaşı önlemek için büyük çabalar harcadığını, barışı sağlamak adına bütün yolları denediğini savunan Gül, hükümet olmanın "duyarlılık"tan uzak olmayı gerektirdiğini öğütledi:

- Duygusal olmayın bu devlet işi! Devlet işleri ile duygusallığı karıştırmamamız lazım. Sizden ricam hükümet olarak imzaları tamamlayıp, tezkereyi Meclise sevk etmemiz.

Gül’ün samimiyet sınavı bu sözlerle birlikte noktalandı. İlk günden beri konuşma ve davranışlarıyla etrafında oluşturduğu camdan saray bir anda dağılıverdi. Pırıltısı kalmadı, onun da bildik politikacılardan biri olduğu ortaya çıktı. Masumiyet nişanesini kaybetti.

Duyarlılık maskesini bir kenara fırlatıp, "Kararlı ve sorumluluk sahibi devlet adamı" oluverdi. Öyle ki, AKP grup toplantısından sonra "Milletvekilleri ikna oldu mu?" diye soran gazetecilere "Evet. Sorumluluk sahibi olmak ile olmamak arasındaki farkı anladılar" diyebildi.

Terazinin bir kefesinde duygusallık ve çocukların bombalanması vardı. Gül, öbür kefesine de sorumluluk ve devlet adamlığı kavramlarını koydu. Sanki devlet adamlığı insanların acılarına gözlerini kapatmayı gerektirirmiş gibi duyarlılıklardan sıyrılıp bambaşka bir kişilik olarak sahne aldı.

"Hangisi gerçek kişiliğini yansıtıyor acaba?" diye tereddüde gerek yok. Son konuşmaları, "Bir gece rüyamda bombalanan çocuklar gördüm, uyuyamadım" sözlerinin yarattığı imajın tekzibi durumunda.

Aslına bakarsanız bir hafta önce de durum farklı değildi. Gül, pekala Iraklı çocukların bombalanmasını önleyemeyeceğinin farkındaydı ve tribünlere oynuyordu. Güya savaşı önlemeye çalışıyordu!

Peki nasıl? Saldırıya hazırlanan Amerika’yı değil, saldırılacak Irak’ı ikna etmeye çalışarak! Çırağan sarayında komşu ülkeler toplanıyor, Saddam’ı azarlayan bildiri yayınlanıyor; ABD’nin hoşuna gitmeyecek tek sözcük bile sarf edilmiyordu. Savaşa karşı duran Fransa ve Almanya ile işbirliğinin yollarını aramak yerine Körfeze asker yığan ABD ile savaş pazarlıkları yürütüyordu.

Kısacası barış istediğini söyleyerek savaşa hazırlanıyordu. Amerika füzelerini, toplarını, askerlerini üslerimize limanlarımıza yığıyor; Türkiye adım adım savaş düzeni alıyordu.

Dahası Gül, bazılarının iddialarının tersine, AKP Grubunda yaptığı konuşmada da tezkereye destek verdi. Hatta tezkerenin barış getireceğini savundu.

Açıkçası, Başbakan Gül "bombalanacak çocuklar"dan söz ederken inandırıcı değildi. Bu ülkede yaşayan insanların o gün de o sözlerin samimiyetine inandığını sanmıyorum. Dinlerken, müstehzi bir edayla gülümsediklerine eminim. "Sen anlat" der gibilerinden bakarak...

Gül’ün ikna ettiği sadece gazetecilerdi. Samimiyetine inanmış, savaşı durdurma çabası içine girdiğine ilişkin yazılar yazmışlardı kimileri. Gül’ün gerçek düşüncesi ne olursa olsun durumun gereğini yapmaktan kaçınmadığını, realist ve pragmatik yanının hayli baskın olduğunu fark etmemişlerdi.

Belki başka koşullarda olsalardı, o gazeteciler de bu samimiyet gösterisine inanmazlardı. Ama onların durumu farklıydı. Gül ile bir şekilde yüz yüze gelmişlerdi! "Iraklı çocukların bombalanması rüyası"ndan hareketle samimiyetine inanan gazetecilerin ortak noktası buydu.

Başka koşullarda başka bir kişi için en gaddar yazıları yazmaktan geri durmayacak kimi isimler bile "Gül methiyeleri" kaleme almışlardı. Methiyeleri dikkatli okuyunca anlaşılıyordu, o satırları kaleme almadan önce bugün ya da geçmiş bir tarihte Gül ile yüz yüze geldikleri...

Zaten Türk basınında muhatabıyla yüz yüze gelerek, dokunmatik temas kurarak yazanlar ile yüz yüze gelmeden uzaktan yazanlar arasında bir çizgi farkı olduğuna ilişkin örnekler hiç de az değildir. Hatırlarsınız, politikacıları uzaktan uzağa eleştiren bir yazarımızın kalemi, Çiller ile bir geziye gidip, yüz yüze gelince üslubu ne kadar yumuşamıştı!

Doğrusu bunu bir zaaf olarak da görmüyorum. Tersine gazetecilerin insanı etkilenmelere açık olmalarının ve duyarlılıklarının, politikacılar açısından yararlanılmaya müsait ortam yarattığına dikkat çekmek istiyorum.

Çare, yüz yüze gelindiğinde daha dikkatli olmak!

Faruk Bildirici / Tempo / 6-12 Mart 2003