TÜRK ASKERİNİN KORE YOLCULUĞUNUN ÖYKÜSÜ

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 47

TÜRK ASKERİNİN KORE YOLCULUĞUNUN ÖYKÜSÜ

"Kore marşı" bestelenip, radyoda çalınmaya başlandığında henüz Türk askeri Kore’ye doğru yola çıkmamıştı bile. İskenderun’da toplanmış, hareket edecekleri günü bekliyorlardı.

"Eskiden türkümüz "Alo Yemen"di/ Bugün de Kore’ye attık kemendi/ Türklüğün verdiği şanlı kararı/ Moskoftan gayri, cihan beğendi/ Yaşasın Vatan, Yaşasın Millet/ Savaşmak Türklüğün canına minnet/ Hürriyet uğruna barış yoluna/ Yardımı reddetmek Türklüğe zillet.."

Savaşın gidişatı ile ilgili haberler, Türk askerinin Kore’ye, çarpışmaya değil de "bayrak göstermeye" gittiği izlenimi veriyordu. "Kore’de Amerikalılar ilerleme halinde", "Kore’de kızıllar hezimete uğradı", "Mc Arthur ordusu Seul şehrine girdi", "Kore’de askeri bakımdan harp fiilen sona erdi" haberleri birbirini izliyordu. Gazetelere bakılırsa savaş bitmek üzereydi.

Savaşa karşı bildiri dağıtan "Türk Barışseverler Cemiyeti" dışında aykırı tek ses yoktu. Hep bir ağızdan marşlar söyleniyor, coşkulu "zafer" nutukları atılıyordu. Kolay kazanılacak bir zafer beklentisi sinmişti her yana.

25 Eylül 1950’de, İskenderun limanı görülmeye değerdi. Askerler, saatler öncesinden toplanan kalabalığın alkışları arasında alana girdi. Askerlere sarılıp öpenleri mi ararsınız, hediyeler, çiçekler verenleri mi? Hep bir ağızdan marşlar söylendi. Ardından kurbanlar kesilip, dualar edildi.

Törenin sonunda, tugaya komuta edecek Tuğgeneral Tahsin Yazıcı’ya Kuran hediye edildi. Yazıcı, Kuran’ı öpüp başına koydu ve "ay yıldızlı" pazubentleri askerler, tek sıra halinde Amerikan gemisine bindiler. Alkışlar arasında hareket eden "General W.G.Haan" adlı gemiye, iki de Amerikan muhribi eşlik ediyordu.

Gemideki 5090 kişilik Türk birliğiyle haberleşmek mümkün değildi. Günler geçip de merak ve özlem artınca devlet büyüklerinin aklına radyo aracılığıyla gemiye selam göndermek geldi.

Ankara Radyosunun ilk "Memleketten selam" programı, büyük bir törene dönüştü. Milli Savunma Bakanı, politikacılar, bürokratlar, asker yakınları, yerli ve yabancı gazetecilerden oluşan kalabalık bir davetli topluluğu salona doluşmuştu.

"Cumhurbaşkanlığı bandosu", programın başlamasından önce defalarca "Dağ başını duman almış marşını çaldı. Gazeteciler, nedenini sorunca "Birliğimizin istasyonumuzu kolayca tanıyıp bulabilmesi için işaret veriyoruz" yanıtını aldılar.

Program, İstiklal Marşıyla açıldı. İlk konuşmayı Milli Savunma Bakanı yaptı. Ardından 14 asker yakını tek tek mikrofona geldi. Bir anne, 2-3 kelime söyledikten sonra heyecanlandı, yerini kızına bıraktı. Başka bir annenin konuşurken gözleri yaşardı.

- Keşke bir çocuğum daha olsaydı da kahraman anası olmanın zevkini iki misli tadaydım.

Çocukları olan kadınlar, eşlerine okulların açıldığını haber verdiler. "Fırsat buldukça mektup yaz" isteğinde bulundular. Konuşan kadınlardan birinin isteği farklıydı:

- Komünistlerin kafasını ez, göm onları...

Heyecanlı konuşmaların yapıldığı bu program, her gün tekrarlandı. Oğullarına, eşlerine, kardeşlerine seslerini duyurmak isteyenler radyoevine koşup durdular.

Oysa gemide yolculuk eden Mehmetçikler, Ankara radyosunu nadiren dinleyebiliyorlardı. Gemide bulunan Amerikalı bir gazeteci, Türk askerlerinin radyoyu dinleme çabasına tanıklık ediyordu:

"Gemide herkesin müşterek merakı şu; radyo dinlemek. Ankara radyosunu bulmak bazan kabil oluyor. O zaman herkesin yüzü gülüyor ve askerler daha neşeli ve hayatlarından daha memnun görünüyorlar. Aynı hal Amerikan radyolarını dinlerken bizde de var."

Amerikalı gazeteci 22 gün süren yolculuk boyunca izlediği "Türk askerlerinin Amerikan askerleri"ne benzemediğine kanaat getirmişti:

"İlk gözüme çarpan vasfı şu oldu: Çok kanaatkâr. Bir şey ikram edilince kızarıyor ve almak istemiyor. Nihayet ısrarla kabul ettirince de aklından geçeni anlamaya imkân yok.

Eğlenceleri bir araya gelerek konuşmak veya geminin bir köşesinde bizimkilere hiç benzemeyen şarkılar söylemek. Bazen kendilerine mahsus bir sazla çalıp, tek başına yahut koro halinde şarkılar söylüyorlar. Kâğıt oyunları, neden bilmem onları pek alakadar etmiyor."

Bugün geminin bordasında köpekbalıkları göründü. Askerlerin ekserisi ömürlerinde ilk defa bir köpekbalığı görüyorlardı. Silahla vurmaya çalıştık. En güzel atışı bir Türk çavuşu yaptı. Silahı omuzlar omuzlamaz balıklardan birini vurması bir oldu. Öteki balıklar da kanı görünce arkadaşlarını parçalayıverdiler. Eğlencelerimize köpekbalığı avı da katılmış oldu."

Gemi, Güney Kore’nin Pusan limanına 17 Ekim 1950’de vardı. Hürriyet muhabiri Hikmet Feridun Es, limanda bekleyen tek Türk gazetecisiydi. Limandaki karşılama töreninde yaşananlar Es’i duygulandırdı:

"..Gemi, liman motörlerinin yardımı ile limana yanaşıyor. Artık çehreler tanınmaktadır. İçim içime sığmıyor. Mehmet’ler Kore toprağına birkaç saniye sonra ayak basacaklar. Tam bu sırada limanda beklerken bando benim ıslıkla öğrettiğim İstiklal Marşına başladı.

Bütün gemi yıldırımla vurulmuş gibi sarsıldı. Merdivenden gülerek inenler birdenbire çelik gibi geriliverdiler. Bir anda gök gürültüsünü andıran İstiklal Marşı bütün Pusan rıhtımını inletmeğe başladı. Biz hem ağlıyor, hem de İstiklal Marşını söylüyoruz. Bu heyecanlı an ne kadar sürdü farkında değilim. Ayaklarım sandiz yerden kesilmiş gibi. Geminin arka direğinde nazlı nazlı bizim bayrak dalgalanıyor."

Çiçeklerle karşılanan Türk tugayı, hemen cepheye gönderilmedi. Önce Taegu kentine yerleştirilen askerler, 15 gün kadar dinlendikten sonra kent çevresindeki gerillalara karşı düzenlenen operasyonlara katılmaya başladılar. Es, bu gelişmeyi "Kore’de Türk süngüsü parladı" manşetiyle Türkiye’ye duyurdu:

- Komünist çeteleri, kahramanlarımızdan heyula gibi korkmağa başladılar. Türk süngüsünden yılan çeteciler, geceleri zehirli hançer kullanıyorlar. Dini itikatlarına göre bıçak ve süngü ile öldürüldükleri takdirde cehenneme gideceklerini zanneden çetecilerin maneviyatları bozulmuş ve perişan bir hale gelmiştir. Kore’de Mehmetçik, General Mac Arthur kadar meşhur oldu.

Ancak Kasım ayının ilk günlerinden itibaren savaş meydanındaki hava tamamen değişti. Çin ordusunun savaşa katılmasıyla birlikte Kuzey Kore birlikleri ilerlemeye başladılar.

Türk tugayı da savaş cephesine sürüldü. Geri çekilmekte olan Amerikan askerlerinin güvenliğini sağlamak üzere Kunuri’de görevlendirildiler. 27 Kasım’da başlayan kanlı çarpışmalar tam beş gün sürdü. Kuzey Kore ve Çin birliklerinin çembere aldığı Türk tugayı, yüzlerce kayıp vererek yarabildi çemberi.

Kunuri savaşını, bütün gazeteler, "kahramanlık destanı" olarak haberleştirdiler. "Alay sancağını beline sararak elinde silahıyla birliğe yol açan" Albay Celal Dora’nın öyküsünü anlatan Cumhuriyet muhabiri Faruk Fenik, haberine şu satırlarla başladı:

"Türk tarihine altın harflerle yazılacak bir kumandan ismi veriyorum: ’Albay Celal Dora!’ Eğer Celal Dora olmasaydı, 5000 kahramandan bugün belki 500 tane bulamıyacaktık.

O yalnız 5000 kahramanı kurtarmakla kalmadı. Bu harbde hayatını da tehlikeye koyarak ve bir Mehmed gibi en ön safta çarpışarak bize şeref sahifeleri yazdı."

Gazetelerde, savaşın bütün ayrıntıları, renkli çizimleri vardı ama ölü ve yaralı sayısıyla ilgili bilgi yoktu. "Birliğimizin kaybı ağır ama büyük değil" bilgisi veriliyordu sadece. Savaşın gerçek boyutları, "İlk yaralı kafilemiz bugün yurda hareket ediyor" haberleriyle anlaşıldı.

Türk birliğinin "ağır ama büyük değil" denilen kayıpları 700’ü buluyordu! Nitekim 1953’te sona eren savaş boyunca, Türkiye, ABD ve Güney Kore’den sonra en fazla kayıp veren üçüncü ülke oldu.

Oysa bu savaşın deneyimleri, "..Kore yoluna gitti Niyazi" tekerlemesi unutuldu şimdi. En başta unutan da başbakanımız Bülent Ecevit. Televizyona çıkıp da "İkinci Dünya Savaşı sırasında, bizim NATO üyesi olmamız, bizim için büyük güvenceydi" diyebildi. Türkiye’nin NATO’ya, Kore savaşı sonrasında alındığını, bedelinin de bizzat Türk askerlerinin kanıyla ödendiğini hafızasından silmişti!

Muğla’nın Dalyan köyünden çavuş Dursun Köklü, Kore’deki savaş alanından Türkiye’ye gönderdiği mektupta tek bir dilekte bulunmuştu: "Kore’de yaşarım/Dağı dereyi aşarım/ Ölürsem Kore cephesinde/Anılsın tarihte adım..."

Bereket tarihin hafızası, devlet büyüklerimizinki kadar zayıf değil...

Faruk Bildirici / Tempo / 25-31 Ekim 2001