TURAN EROL

...

“SAİT FAİK’E, “SEN ADADAN ÇIKMAMIŞ ADAMSIN, NE BİLİRSİN SEN” DİYE ÇIKIŞTI ADAM

Turan Erol, resmin duayenlerinden. İlhan Berk, onun için “Turan Erol beyazı karıyor. Kendi beyazını. Önünde bir göğün” diyor bir şiirinde. Hocası Bedri Rahmi Eyüboğlu da, “Kuru gürültüye pabuç bırakmayan, aklını, yüreğini, çoluğunu, çocuğunu, paletini, fırçasını başına devşiren sayılı aydınlarımızdan biridir, Turan Erol” diye yazmış. Ben de ekleyeyim; sanata, edebiyata sadece resimleriyle değil, yazıları ve kitaplarıyla da katkıda bulunmuş bir ressam Turan Erol. Ankara’daki Cer Modern’in de fikir babası aynı zamanda.

EDEBİYAT: “GÖZLERİNDEN ÖPERİM” BANA GELEN MEKTUPLAR

Asıl edebiyata meraklıydım. İlkokul üçüncü sınıftayken Maarif Vekâleti, bir yarışma açtı. “İnsanın ekonomisinden toplumların ekonomisi doğar” diye bir tez koydum ben yazıda. Onu çok beğendiler, birinci seçtiler. Ondan sonra yazıp dergilere göndermeye başladım. Zamanla tek tük dergilerde yayınlanınca hevesimiz arttı. Ülkü ve Serveti Fünun dergilerinde Ahmet Muhip Dranas, Yurt Gezisi ve Devlet Resim Sergisi üzerine yazılar yazardı. Dranas’ı evvela sergi yazarı olarak tanıdım sonra da şair. Yıllar sonra Ankara’ya geldiğimde ilk aradığım kişilerden biri A.Muhip Dranas oldu. Kısa süren bir dostluğumuz oldu. Maalesef, onu çabuk kaybettik. Zamanla resme dönmeme rağmen edebiyat ile bağımı da koparmadım. Ulus gazetesinde “Defterimden” başlığıyla köşe yazılarım çıktı. Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği’ni kurup, orada “Sanat” adlı dergi çıkardık. Sanat üzerine yazılar, sanatçı portreleri yazdım, kitaplar hazırladım. Bir iki yayınlanmış hikâye denemem de var. Fakat edebiyatta bir şey yapmak için bütün enerjini ona vereceksin. Ben ağırlığı resme verdim. Yeni çıkan “Gözlerinden Öperim” kitabı, bana gelen mektupların tamamını kapsamıyor. Bu seçimi Ferhat Özgür ve Ahu Antmen yaptı. Kitapta, Bilge Karasu, Orhan Peker, Avni Arbaş, İlhan Berk, Hamit Görele, Kuzgun Acar gibi 23 dostumun mektupları var.

RESME BAŞLAMA: “YURT RESİMLERİ”NDEN ETKİLENDİM

Yazılardan sonra resimle tanıştım. Ne zaman? Milas’ta, ilkokul dört ve beşinci sınıfta Kadri Akalın adında bir öğretmenimiz vardı. O bende yazı yeteneğini fark etti. Maarif Vekaleti, bir dergi çıkarırdı, “Güzel Sanatlar” diye. İlk iki sayısını edinmiş öğretmen, onları bana verdi bakmam için. Ressamların “Yurt Gezileri” diye bir olay var kültür hayatımızda. 1939’dan 46’ya kadar her yıl on ressam, her biri bir vilayete gönderiliyor; gittikleri vilayetlerde resimler yapıyorlar, o resimlerin Halkevleri dergisi Ülkü’de siyah beyaz fotoğrafları yayınlanıyordu. O resimlerin sergisini İzmir’de görünce iyice heveslendim. Öğretmenimiz herhalde kendini de göstermek istiyordu. İstanbul’da, Eminönü Halkevi binasında “Milas Ortaokulu Öğrencileri Resimleri” sergisi düzenledi. 1943 yılı. İkinci dünya savaşı devam ediyor. Beni ve Nihat Karaca adındaki arkadaşımızı da yanına aldı öğretmenimiz. Vapurla Küllük’ten (Sonra Güllük oldu) bir haftada İstanbul’a gittik. Sergi üzerine Vakit gazetesinde bir yazı çıktı. Benimle de röportaj yapmışlardı. Ama Bedri Rahmi’ye de davetiye yollamıştık ama gelememişti. Ben telefon ettim. “Sergimizi görmenizi çok istiyorum” dedim. “Reis” diye konuşurdu, “Valla Reis, işittim serginizi ama hiç vaktim yok, sen gel” dedi. Aynen böyle. Salı pazarındaki evine gittim. Bedri Bey resim yapıyordu, bir tabureye oturup seyrettim. Böyle tanıştık. Ona Akademi’ye öğrenci olmak istediğimi söyledim. Kayıt zamanı geçtiği için, “İstersen misafir talebe olarak gel” dedi. Bir yakınımızın evinde kalıp, iki ay misafir talebe olarak devam ettim akademiye.

BABAMI İKNA: AKADEMİ’YE GİTMEK İÇİN AMELEBAŞILIK YAPTIM

Ortaokuldan sonra İzmir Lisesine gittim. Ama gözüm hep Akademideydi. Babama haber gönderdim Milas’a. “Ben Akademide okuyacağım” diye. Bir hızla kalktı geldi. Meserret Otelinde kalıyordu, orada buluştuk. “Ressam olacaksın da ne olacak? Olmaz öyle şey” dedi. Peki dedim, liseye döndüm. Nihayet bir gün dedi ki, “Anlaşılan okumaya niyetin yok, kalk Milas’a gidiyoruz, sana sermaye vereyim dükkan aç. Yoksa gidip İstanbullarda serseri olacaksın.” Milas’a götürdü beni babam. Kırcağız köyü ilkokuluna vekil öğretmen oldum. Üç ay öğretmenlikten sonra sıtma ile mücadelede bataklık kurutma işinde amele başı olarak çalıştım. Bu arada vesikalık resim büyütüyordum kareleyerek. Beni iyi resim yapan bir çocuk diye tanıyorlar Milas’ta. Kaymakam da köylerin yol levhalarını yazma işini verdi. 1.5 yıl böyle geçti. Para biriktirince babamı da ikna ettim. Kalktım İstanbul’a gittim yeniden. Yetenek sınavını en iyi puanla kazandım. Orhan Peker ile de orada tanıştık. En yüksek puanla Orhan ve ben kabul edildik. Bedri Bey de yardım etti. Bir evde bir oda bulduk, öyle başladım akademiye.

BEDRİ RAHMİ: ANADOLU’YU SEVMEM ONUN ETKİSİYLE

Bedri Rahmi’nin resminden çok uzun süre etkilenmedim ben. Güzel Sanatlar mecmuasında birkaç resmi basıldı. O resimlerden biri bir koltuğa böyle yaslanmış bacak bacak üzerine atmış bir kadın figürü resmi. Onu çok sevdim ona benzer bir resim yaptım. Bedri Rahmi’yi görmeye gittiğimde o resmi de gösterdim.“Reis, sen benden etkilenmişsin, vazgeç etkilenecek başka usta mı bulamadın” dedi. Halkevi’nin aylık Ülkü dergisinde Bedri Rahmi’nin Yuku Lele’ye mektuplar diye yazıları çıkardı. Yuku Lele Çinli bir ressam. O yazıları tutkuyla okurdum. Yazılarının şiirsi bir havası vardı. Anadolu fikriyatını savunuyordu, hem resminde hem yazılarında. Biz öğrencilerinin Anadolu’yu sevmesi biraz onun etkisiyledir. Bedri Bey halkçı, cumhuriyetçi, Atatürkçü bir insandı. Şahsiyeti de onu yakından tanıdıktan sonra çok etkiledi, sardı beni. Beni diğer öğrencilerinden ayrı tutar, Narmanlı Handaki yerine beni de çağırırdı. Perşembeleri yakın dostlarını oradaki atölyesinde sohbete, içmeye davet ederdi. Sabahattin Ali, Orhan Veli, Sait Faik gibi isimler gelirdi oraya. Bir gün iyi hatırlıyorum, Sait Faik yanı başımda oturuyordu. Yeditepe dergisi sahibi Hüsamettin Bozok ile tartıştılar, Sait Faik’e, “Sen adadan çıkmamış bir adamsın, ne bilirsin sen” dedi. Kapıştılar yani. Hele bir saz çalan da varsa birlikte türküler söylenirdi. Ben de güzel söylerdim ki, Fikret Otyam’ın abisi Nedim Otyam, İstanbul Radyosunda “Yurttan Deyişler ve Söyleyişler” programında solo türküler söyletti bana. İki yıl devam etti bu programlar. Ondan sonra sadece dost ortamlarında türküler söyledim. Bu arada Ruhi Su ile de dost olduk. Bir gün Ankara’ya geldiğinde evimizde ağırlamıştık onu.

ON RESSAM: ONLAR GRUBU DOĞU-BATI SENTEZİYDİ

Onlar grubu, 1946’da kuruldu. On arkadaş olmamıza izafeten “Onlar Grubu olsun” dedi Bedri Bey. Hatta Onlar grubu için ben bir kitapçık hazırladım. Ortak bir çizgimiz vardı. Bir kere büyük sanatçı havası atan kişiler değildik, doğa ve insan sevgisi, samimiyet, içtenlik vardı resimlerimizde. Doğu-Batı sentezi, Onlar Grubu’nun akademik programı gibiydi. İlk sergimizi Akademinin yemekhanesinde açtık. Serginin girişinin bir yanına bir kilim motifi, öbür yanına da El Greco’dan bir figür astık. Bez üzerine yapılmış. Bununla biz Rönesans kökenli, Avrupa resmine dayanan bir eğitim alıyoruz ama geleneksel Türk sanatlarının ve Türk halk sanatını da gözden ırak etmiyoruz demek istedik. Onlar grubu en son sergisini 72’de açtık arada tabii kişisel sergiler de vardı. İsteyen kişisel sergi de açıyordu.

DİYARBAKIR: SIRADAN DEĞİL KALICI İŞLER YAPTIM

Akademi öğrenimin son yılında biraz sıkıntı yaşadım parasal olarak. Mezun olunca hemen askere gittim. Gelibolu 42.piyade alayı. Çok güzel, çok hoşuma giden bir askerlik hayatı oldu. Sonra Diyarbakır’a Ziya Gökalp Lisesi’ne atandım. Orada sekiz yıl kaldım. Diyarbakır’da evlendim. Diyarbakır’ı çok sevdim ben. İnsanlar kendilerine sevgiyle, dostça yaklaşanı fark ediyorlar. Öğrenciler de beni çok sevdi. Onlarla çok güzel çalışmalar yaptım, “Yudum” diye bir dergi çıkardım. Edebiyat geceleri düzenledim, Cahit Sıtkı Tarancı’ya gittik öğrencilerle, hasta yatağında ziyaret ettik. Kendisinin onuruna yaptığımız gecenin broşürünü ona verdim, ağladı. Onu çok geçmeden de kaybettik. Liseye bir küçük koleksiyon kazandırmak için İstanbul’dayken tanıdığım Adalet Cimcoz’a mektup yazdım. “Bilmem beni hatırlar mısınız, şimdi ben Diyarbakır’dayım” dedim. Adalet Hanım cevap verdi: “Turancığım ben seni nasıl hatırlamam. Sen bizim Maya Galerisi’nin başta gelen sanatçılarından biri değil miydin? Ben bu kadar da unutkan mıyım” diye bana sitem eden bir mektup. Eski Yunan ve Mısır heykel sanatından döküm heykeller satıyordu, onlardan gönderdi bize. Yeni meclis binası için, bu yöreden resim yapma görevi verdiler bir de bana. Diyarbakır’da dikkate değer yaptığım ilk resim “Köyden Çıkış.” Diyarbakır dağ köylüleri, pazar yerine gelirlerdi; yayan yapıldak, eşyaları eşeklere yükleyip. Ben onları anlatan birkaç resim yaptım, “Meyan Kökü Şerbeti İçenler” gibi. Öyle sıradan işler değil, hep kalıcı işler yaptım.

ANKARA: BÜROKRASİYİ HİÇ SEVMEDİM

Ankara’ya gelişim 27 Mayıs sonrasında. Teftişlerde çok iyi raporlar almışım. 27 Mayıs’tan sonra Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nün yeniden organizasyonu için birini arıyorlar. Yakın dostum Cavit Orhan Tütengil de Milli Eğitim Yeni Teşkilatlanma Kurulu’nun üyesi. Bir toplantıda Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne doğru dürüst bir adam bulsak diye bir konu açılıyor. Tütengil diyor ki, “Öyle bir arkadaşımız var. Ama Diyarbakır’da Ziya Gökalp Lisesi”nde.” Sicil dosyamı getirip bakmışlar, bir sürü takdirname almış bir öğretmen. Bana telefon ettiler derhal. “Ankara’ya gelir misin?” Durur muyum gelirim tabii. Hemen atamamı yaptılar. Güzel Sanatlar Genel Müdür yapmak istiyorlar ama. “Diyarbakır’dan bir öğretmeni, pat diye genel müdürlüğe getirmek eleştiri konusu olabilir. Önce Ankara’ya getirip bir bakalım” demişler. Şube Müdürü olarak başladım. Kısa süre sonra genel müdür yardımcılığı ve sonra da genel müdürlük yaptım. Bütün Vilayet Galerileri benim zamanımda açıldı. Bürokrasiyi sevmedim hiç. Zaten gözüm hep bir yerden öğretmenlik teklifi alsam gitsem diye düşünüyordum. Gazi Lisesi sanat tarihi öğretmenliğini ek görev diye verdiler. Bu arada 63’te ilk şahsi resim sergimi kendi kurduğum Ankara Sanat Galerisi’nde açtım. O sergiden sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü hocaları beni bakanlıkta ziyarete geldiler; “Seni bize hoca istiyoruz” dediler.

PARİS: LOUVRE’DA GOYA’NIN KOPYASINI YAPTIM

Aklım hep Paris’teydi. Paris’e burslu gitmek için Diyarbakır’dayken bakanlığa müracaat etmiştim. Ankara’ya çağırdıklarında Paris’e gönderilme kararı da çıktı. “Bunu yıllardır bekliyorum, gitmem lazım” dedim. Önce Gazi’ye atandım, Gazi Eğitim Enstitüsü öğretmeni olarak gittim Paris’e. Sonra Fransızlar da burs verdi, 1.5 yıl da onların bursuyla kaldım. Toplam iki yıl. Louvre’da, Goya’nın, “Marquise de Solana” adlı resmini görünce çok sevdim. Fransız Müzeler Genel Müdürlüğü’ne dilekçe verdim, izin çıktı. Benim istediğim günlerde sehpamı getirip resmin önünde hazır ediyorlardı, haftada iki gün gidip çalışıyordum. Müzeyi gezenlere de ilginç geliyordu. Hemen soruyorlardı, “Mösyö, hangi millettensin?” Ben de “Türküm” diyorum. Bir gün biri hayretle “Ne… Türk müsünüz?” Bugüne kadar resim yapan bir Türk görmemiş miydiniz? O kopyayı getirdim, burada sergiledik onu biz. Çok beğenildi. Üstüne yazılar yazıldı. İstanbul Resim Heykel Müzesine aldılar. Müzenin öyle bir kopya koleksiyonu vardır, zaman zaman onları da asarlar. Belki şu anda kopyalar koridorunda asılı olabilir. Paris, beni zenginleştirdi kuşkusuz. Çağımızın en büyük gravür sanatçılarından olan Friedlander’ın atölyesine devam ettim. İlk gravürümü gören Friedlander çok beğendi, benimle ilgilendi. Bir gün ben bitirdim artık gideceğim dediğimde bir gravürünü çıkarıp, “Turan Erol’a” yazdı, imzaladı verdi bana. Oradaki diğer sanatçılar hayretler içinde kaldılar.

AĞRI DAĞI: YAŞAR KEMAL’İN KİTAP KAPAKLARINI YAPTIM

Yaşar Kemal ile Akademi günlerimden tanışıyorduk. Kendisine sevgiyle yaklaşan biri olarak beni unutmadı hiçbir zaman. Bir karşılaşmamızda “Benim için kitap kapağı yapar mısın?” dedi. “Yusufçuk Yusuf” ve “Demirciler Çarşısı” kitaplarının kapaklarını ben yaptım. Bilhassa Yusufçuk Yusuf’un kapağındaki resmi çok sevmiş olmalı ki, onu imzalayıp gönderdi. Aramızdaki dostluğa binaen bu kitapların kapaklarını yaptım ama başka kitap kapağı çalışmam olmadı. Haluk Şahin, “Ağrı’ya Dönüş” kitabının kapağında benim Ağrı resimlerinden birini kullanmak istedi. Ona izin verdim. Ağrı’yı görmeden dostum Ara Güler’in fotoğraflarından etkilenip resimlerini yapmıştım ama sonra gidip gördüm. Benim yaptığım resimlerdeki Ağrı dağı daha görkemliydi.

BİSİKLET: AT FİGÜRLERİM HEP HÜZÜNLÜDÜR

Bisiklete binmeyi beceremedim çocukken. Bir defa bindim, düştüm falan. Ondan sonra bir daha da binmeye utandım. Bazen bisikletleri resimlerime koydum. Kompozisyonun getirdiği bir gereklilik olarak yerde duran bisikletler yapmışımdır, psikolojik nedenleri yok. Küçükken çok iyi ata binerdim. Babamın hazır kundura mağazası vardı. Atlara da meraklıydı, at besliyorduk. İlk atımız bir doru küheylandı. Ben ısrarla bindim yani ata. Arkadaşlarım da hayret ederlerdi, “Bu bisiklete binemiyor ata çok güzel biniyor” diye. Atla alır başımı giderdim. “Kömür Dağıtım Yerleri” resimlerimde at figürünü biraz mahzun, hüzünlü olarak kulandım. Atla hayatını kazanan insanlar gelir iş beklerlerdi orada. Öyle koşu atı, binek atı olarak hiç resmetmedim atları.

RESİMLERİM: KABUL EDİLMİŞ GÜZELLİKLERE DÜŞKÜN DEĞİLİM

Fırça izi, sanatçıyı iten, dürten güdünün adımları gibidir. Kimi sanatçının resminde hiç fırça izi olmaz. İçimden geleni yapıyorum öylece bırakıyorum düzeltmeye cicileştirmeye çalışmıyorum demektir fırça izi. Benim resmimde hüzün vardır. Resimlerimin önünde duran biri dinginlik, sessizlik, yalnızlık, hüzün duyarsa ben amacıma ulaşmış olurum. Bu topraklarda hüzün var. Bu toprakların yansımasıdır resimlerim. Sanatçı ne yapar? Hayatı, yaşadığı dünyayı yansıtır. Ben de onu yapıyorum. Bu ülkede yeterince hüzün var, “Ben tablolarımla neşe vereyim” diyenler çıksın göbek atsınlar bari. Benim resimlerim sevgi, içtenlik ürünüdür. Bir söyleşide “Kabul edilmiş güzelliklere düşkün biri değilim” demiştim. Yani kabul edilmiş güzellikler nedir? Güzel bir deniz, bir yamaç, fıstık çamları gibi öyle basmakalıp sevilen manzara tipleri vardır. Gonca güller, zambaklar gibi. Ben zambak resmini değil de bir enginar çiçeğini, bir tekne kaburgasını tercih ediyorum mesela. Resmim hiç kimsenin etkisinde olmadı. En baştan beri yaptıklarım bugüne yabancı olan şeyler değildi. Hep bir bütünlük içinde devam etti benim resmim. Mayıs ayında Ankara’da açtığım son sergim çok genişti. Sanatçının tüm sanat hayatını bir anımsatma gibi yani. Bütün dönemlerinden birer örnek... Her yaptığımı toplayabilmeye imkân yok tabii. Büyük kısmı benim koleksiyonumdandı resimlerin. Onları satmamıştım. Ama koleksiyonlardan aldığım üç beş örnek de vardı sergide.

PROFESÖRLÜK : ÜNVANIMI ÇOK GEREKMEDİKÇE KULLANMADIM

Paris’ten döndükten sonra Bedri Rahmi dedi ki bana, “Bak Akademi, üniversiter statüye geçirildi. Burada akademik kariyer yapılabilecek. Bunu ilk yapacak olan sen olmalısın”. Müracaat ettim, dil sınavını geçtim. Arkasından doktora tezimi yazdım. Tezim “Türk Resminde İnsan ve Hayvan Figürü.” Bu konuyu bana Bedri Bey tavsiye etti. Dostuz biz. Ben İstanbul’a gidince ona konuk oluyordum, o da buraya gelince bize konuk olurdu. İlk kızımın adını Bedri Rahmi koydu. Daha önceden “Kızın olursa adını Elif koy, oğlan olursa da Temmuz. Bana söz ver” demişti. “Söz hocam” dedim. Diyarbakır’dayız merakla bekliyor, kız mı, oğlan mı olacak diye. Ben ona yazdım “Beklediğimiz Elif kızımız geldi.” O da Cumhuriyet’te haftalık yazılar yazıyordu. “Turan Erol’a mektup, bir kızın olmuş adını Elif koymuşsun” diye başlayan bir yazı yazdı. İkinci kızımın adı Zühra annemin adı. Üçüncüsü Rengin. Bir de ressamca bir isim olsun dedik. Tezim için insan ve hayvan figürünü araştırdım. Orta Asya’da Çin’e yakın olan Türk boyları insan figürüne daha önce girmiş. Çünkü Çin resmi figüre dayanıyor. Ama İslamiyet biraz ket vurmuş, kitap sayfalarında kalmış minyatür olarak. Doçentlik tezimin konusu da Bedri Rahmi’ydi. Ankara, Gazi ve Hacettepe üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çalıştım. Evet, profesör doktor unvanına sahibim, ama ben bu unvanları çok gerekmedikçe kullanmadım, yazılarımda bile… Turan Erol olarak bilinmeyi tercih ederim. Hacettepe’den emekli olduktan sonra kendime Ankara, İstanbul ve Bodrum’da bir yaşam kurdum. Kışın Ankara’da, yaz aylarında Bodrum’da kalıyoruz. Milas’ta doğup büyüdüğüm için tatil yeri arayınca ilk aklıma gelen yer Bodrum oldu. Kuzguncuk’ta pek de sık gidip oturamadığım tarihi ahşap bir evim var.

DUVAR RESİMLERİ: ANITKABİR’E BÜYÜK BİR KOMPOZİSYON

Eskiden de resim alanlar, resme para ayıranlar çıkardı yani. Ama şimdi fiyatlar çok yükseldi. Resme para yatırmak bir tür statü gerekliliği gibi oldu. Öyle abad olmadım ama ben baştan beri resim sattım. Hep maaşla geçinmedik yani. Bir de duvar resimlerinden kazandım. İzmir’deki Efes Oteli ilk yaptığım işlerden biridir. Mesela Toprak Mahsulleri Ofisi’nin toplantı salonunun fuayesinde 27 metrekare büyüklüğünde taş mozaik pano kompozisyonum var. Büyük Ankara Oteli’nin barında ve bir salonunun girişinde iki panom var, belki otel restore edilirken kapatmışlardır bilemiyorum. Cumhurbaşkanlığı Köşkündeki lojmanlarda iç duvarlarında taş mozaiklerim var. Açılan bir yarışmayı kazanarak, Anıtkabir’de “Bombasırtı olayı” konulu büyük boyutlu bir kompozisyon gerçekleştirdim.

FARUK BİLDİRİCİ / 27 KASIM 2011 / HÜRRİYET