TARIK ZİYA EKİNCİ

...

13 Şubat, bugün artık kapatılmış siyasi partiler mezarlığında yerini almış olan Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşunun 50. yıldönümüydü. 18 Şubat ise TİP’in fırtına gibi estiği 65 seçimlerinde milletvekili seçilen 15 kişiden biri olan Tarık Ziya Ekinci’nin 85.doğum günü. 25 Şubat ise Ekinci için matem günü, 1994’te o gün, kardeşi Yusuf Ekinci, faili meçhul bir cinayete kurban gitmişti. Biz de Ekinci ile bir şubat günü konuştuk.

DOĞUM TARİHİM: KURAN’A YAZILAN NOTTAN ÖĞRENDİM

Lice’de nefis üzümler yetişen bağlar vardı. Kürtler, pekmez, pestil vs. yaparlardı. Ama şarapçılığı Ermeniler bilirdi ve gizlice yaparlardı. Kürtlerden de onların evine gidip şarap içenler vardı. Fakat Lice’de içki içene iyi gözle bakılmazdı. Rakı da sadece Tekel’de satılırdı. Ermenilerin şarap kültüründen geriye bir şey kalmadı. Çocukluğumda evde çarşıda hep Şeyh Said hareketi konuşulurdu. Bizim yörede bir milat telakki edilirdi. Benim doğum tarihim de "Askerlerin Lice’ye geldiği tarih" olarak söylenirdi. Fakat Arap harflerini öğrendikten sonra evdeki Kuran’ı karıştırırken bir baktım, babam doğum tarihlerimizi eski harflerle not etmiş. 5 Şubat 1342 diye yazmış benim için. O tarihi, miladi takvime çevirdim, 18 Şubat 1926’ya denk geldi. Geleneğimizde doğum günü kutlamak yoktu. İlk kez 80. doğum yılımı arkadaşlar kutladı. Ben yapmayın etmeyin dedim ama partili çocuklar ve Kürt aydınları omuz verdi, bir salon tuttular. İyi de oldu. Şimdi 85. yaş günüm geldi. Çocukları ve torunlarımı çağırdım aile arasında kutlamak için. Bu yaşa kadar gelmem biraz şans. 1995’te önemli bir kalp rahatsızlığım oldu. Meslek icabı o rahatsızlığı zamanında fark ettim. Hemen hastaneye gittik, stend taktılar. O tarihten itibaren kırmızı eti hayatımdan çıkardım, tavuk ve balık tercih ediyorum. Sebze ağırlıklı besleniyorum. Altı ayda bir düzenli kontrol yaptırıyorum.

KÜRTLER ULUSLAŞAMADI: SİLAH DÖNEMİ KAPANDI

Savaşın bitmesi ve Lozan anlaşmasının imzalanmasının ardından Mustafa Kemal’in, İstanbul basınını kontrol altına alması ve olağanüstü yönetim ilanı için bir gerekçe yaratmak gerekiyordu. Bir kışkırtmanın ürünü olan Şeyh Said ayaklanması yakmalar, yerinde infazlar ve sürgünlerle bastırıldı. Bu hareket, Kürtlerin uluslaşamadığının da bir kanıtıydı. Kürtlerin uluslaşması bugün de tamamlanmadı. Hâlâ feodal değerler ön planda, dinsel faktör ağırlıklı. Daha evvel ayrılmayı düşünen, Ortadoğu’da büyük bir Kürdistan kurma hayali peşinde koşanlar bile şimdi demokratik özerklik noktasına geldiler. Ben baştan beri Kürtlerin demokratik vatandaşlık haklarının ve anadilleriyle okuyup yazma hakkının tanınması davasının peşindeyim. Bağımsız devlet kurmanın koşulları yok. Bana göre Kürtlerin artık silahlı mücadele dönemi de kapanmıştır.

ANADİLİM: KÜRTÇE OKUMA YAZMAYI BİLMİYORUM

Türkçeyi ilkokulda öğrendim. Anadilim Kürtçedir. Çocukluğumda Kürtçe konuşmak yasaktı. Çarşıda pazarda Kürtçe konuştuğunuz zaman başınız derde girerdi. Kürtçeyi sadece konuşma dili sanıyordum. Okunup yazılabilen bir dil olduğunu 1943’te İstanbul’a geldikten sonra anladım. Dicle Talebe Yurdu’nda Suriye’de basılmış Kürtçe bir dergi gördüğümde hayret etmiştim. Maalesef Kürtçe okuyup yazmayı hâlâ bilmiyorum. Ama doktorluğa başladığımda hastalarla Kürtçe konuştum. 12 Mart’ta yargılanırken MİT’ten gelen raporlarda. "Muayenehanede Kürtçe konuşuyor" diye yazıyordu.

PARİS’TE İHTİSAS: MARKSİZMLE PARİS’TE TANIŞTIM

Babam tahsildardı. Suiistimal yaptı etti diye ihbar ediyorlar. Babamı teftişten sonra Ergani’ye tahsildar olarak gönderdiler. O yılda ben de ilkokulu bitirmişim. "Okula gitmeyeceksin, burada kalıp annene yardımcı olacaksın" dedi. O gittikten sonra başladım ağlamaya. Anneme beni okula gönder diyorum. Kadıncağız illallah dedi ama yaşım tutmadı. Hâkimin karısıyla konuştu. Hâkim ertesi gün beni çağırttı, iki şahitle yaşımı büyüttü, 1925 doğumlu yaptı. Yeni nüfus cüzdanımı aldım Diyarbakır’a gidip okula öyle kaydoldum. Liseyi Diyarbakır’da bitirdim. Yüksek mühendis mektebine gitmek istedim. Ama yabancı dil sınavı çok ağırdı. Tıp’ı o zaman fark ettim. Tıp’ın olanakları gayet iyiydi. Bitirdikten sonra ilk memuriyetim Siverek’e çıktı. Dört yıl sonra ihtisas için Paris’e gideyim hem dil de öğrenirim dedim. Marksizmle tanışmam bakımdan Paris’in büyük katkısı oldu. Kürt sorununun çözümünde bir yol arıyordum. Düşüncelerim orada netleşti. Döndükten sonra Diyarbakır’da Tabip Odası’nı kurdum. Siyasi mücadeleme rağmen mesleğimi de ihmal etmedim. Siyaset yapabilmek için de ekonomik potansiyele sahip olabilmeniz lazım.

İLK TUTUKLANMA: CIA AJANININ SORUSUNA ŞAŞIRDIM

63 seçimlerinde TİP’in Diyarbakır belediye başkan adayıyım. Bana da bir radyo konuşması tahsis ettiler. Doğu sorunu ve ağalık kurumunu anlattım. O gün bir Amerikalı beni görmek istedi. "Siz Kürtsünüz, neden TİP’e girdiniz?" diye sordu bana. CIA ajanı olduğunu söylemedi ama ben öyle olduğunu düşündüm. O soru çok enteresandı. 1965 seçimlerinde TİP’ten milletvekili seçildim. Bir yıl süren Doğu Mitinglerinin hepsine katılıp konuşmalar yaptım. Milletvekilliğim bittikten sonra Diyarbakır’a gittim muayenehanemi yeniden açtım. Bir gece sabaha karşı kapı çalındı, hakkınızda tutuklama kararı var evinizi arayacağız! Üç ayda bir Ankara’ya yönetim kurulu toplantısına gidip geliyordum. Oradayken arkadaşlarla Ankara’da yeni kurulan Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nı ziyaret edip, Kürt gençleriyle sohbet etmiştik. Meğer takip edilmişiz. O sohbetlerde Kürtçülük propagandası yaptığıma karar vermişler. Evi aradılar beni aynı gün uçakla Ankara’ya götürdüler. Muhtemelen Eylül 1970’ti. Birkaç gün sonra itiraz üzerine bırakıldım. Fakat 12 Mart’ta yine bu davadan tutuklandım. Bir de Diyarbakır DDKO’yu kurmamla ilgili dava açıldı. Diyarbakır Askeri Cezaevinde iki yıl kaldım. Doğan Öz, çıktı oraya geldi. Elazığ’da savcıydı o ara. Aziz Nesin’in bir kitabını getirdi okumam için. Büyük cesaretti ziyaret etmesi. Çermik’te TİP teşkilatını kurmak için gittiğimde tanışmıştık. Daha sonra yazışmıştık, ben milletvekiliyken de belgeler göndermişti bana. İşte o zaman kim vurduya gitti. Maalesef vuran adam itiraf ettiği halde mahkûm olmadı!

MİLLETVEKİLLİĞİ: ÇETİN ALTAN BAĞIMSIZ MİLLETVEKİLİYDİ

Meclis’te 15 TİP milletvekili olarak çok etkili bir gruptuk. Grubumuzun faaliyetleri Adalet Partisi için çok rahatsız ediciydi. Çetin Altan, Aybar’ın teklifini bağımsız milletvekili olmak şartıyla kabul etmişti. Bizle beraber oturuyordu tabii. Mecliste ilk sözcülüğü ben yaptım. Ekonomi ile ilgili bir konu açıldı, Sadun Aren hazırlıksızdı. Çetin, "Ben konuşacağım" dedi. Başkan, parti üyesi olmadığı için grup adına söz vermedi. Genel Sekreterimiz Cemal Hakkı Bey. Alp Selek’in babası, yargılanan hanım kızımız Pınar Selek’in dedesi. Döndü Çetin’e, "Girmek istiyor musun partiye?" O da, "Evet" dedi. Cemal Hakkı Bey el kaldırdı, "Üyemizdir şu anda kaydını yaptım Meclis başkanlığına yazıyı göndereceğim" dedi. Onun üzerine Çetin Altan çıktı parti adına konuştu. Ondan sonra ayrılmak için fırsat kolladı bana göre. Ama Çetin öyle demiyor. "Aybar, Marksizmden saptığı için karşı çıktım" diyor. Oysa dört yıl boyunca Aybar ile can ciğer kuzu sarmasıydılar.

TİP’TE AYRIŞMA: KAPANMASAYDI İKTİDAR OLURDU

Parti içindeki ayrışma 68’de oldu. M. Ali Aybar ile Behice Boran arasındaki düşünce ayrılığından çıktı. Ben Aybar’ın safında yer aldım. Aybar, Marksisttir fakat Leninist değildir. Ben de Marksist ilkelerden esinlenerek yürütülecek çoğulcu ve demokratik bir sosyalizmi benimsiyorum. Bana öyle geliyor ki, bugün de emeği ön planda tutan bir parti örgütlenebilse iktidara gelir. TİP kapanmasaydı, Aybar’ın o günkü çizgisinde demokratik sosyalist bir parti olurdu. TİP dördüncü kongreden sonra Aybar’ın çizgisinden çıktı. Behice Boran’ın çizgisine girdi tamamen Marksist-Leninist bir parti oldu. Dördüncü kongrede Kürtlerin demokratik haklarıyla ilgili kararın çıkmasında biz etkili olduk. İkinci TİP döneminde cezaevinde başlayan bir ayrışma oldu. Gençlerimizin çoğu Kürt hareketinin bağımsız olması lazım geldiğine karar verdiler. Kürt hareketi sol hareketten ayrıldı, bağımsız hareket dönemi başladı. Bana göre ayrılmaları yanlıştı. İşte PKK da oralardan beslenerek kuruldu sonra.

12 EYLÜL: TİP YÖNETİMİ DARBE OLACAĞINI TAHMİN ETTİ

12 Eylül öncesinde darbenin geleceği belliydi. TİP yöneticileri bir hafta kadar önce darbeye hazırlık olarak yetkileri Genel Başkan Behice Boran’a devredip yurt dışına çıkma kararı aldı. Ben kaldım ama 12 Eylül’de beş kere gözaltına alındım. Diyarbakır’da herkese uygulanan o işkenceleri biz de yaşadık. Devletle baş etmek zor, birini yakalıyor; o diyor ki, "Tarık Ziya şunu yaptı." Onu kurtarıyorsun, bir başkasını yakalıyorlar. "Tarık emretti ben gittim polisi öldürdüm" diyor. Kardeşim avukat, atlayıp gidiyor Erzurum’a. Cezaevinde konuşuyor, "Beni işkencede öldüreceklerdi ne yazmışlarsa imzaladım. Kardeşini ne tanırım ne bilirim" diyor. Yurt dışına çıkmaya mecbur ettiler. Bir ara serbest kalınca Paris’e gittim. Eşim Perihan burada üç çocukla birlikte kaldı. Ona yaptığım en büyük haksızlıklardan biri buydu. Eşim resim hocasıdır. Başta rahattık ben iyi kazanıyordum, onun çalışmasına ihtiyaç yoktu. Ben gidince ihtiyaç oldu öğretmenliğe başladı yeniden. Paris’te yedi yıl kaldım. Önce mesleğimi yapamadım. Üç yıl sonra Kürt Enstitüsünden arkadaşların yardımıyla beni bir hastaneye tayin ettiler. Asgari ücret gibi bir para aldım.

PARİS GÜNLERİ: YILMAZ GÜNEY’İN SAÇLARI DÖKÜLMÜŞTÜ

Yılmaz Güney de o zaman Paris’teydi. İlk filmi olan Yol ödül aldı Cannes’ta. Ama sonra Duvar filmiyle ilgili olumsuz yazılar çıkınca morali çok bozuktu. Günün birinde "Mide ülseri oldu" dediler. Hastaneden çıktıktan sonra bir akşam geldi yemek yedik. "Mide ülseriydim. Çok iyiyim şimdi" dedi. Hatta bir bardak rakı içti. Saçlarının dökülmüş olduğu dikkatimi çekti. O zaman içimden dedim ki, "Bu mutlaka kemoterapi alıyor, kanser olmuş." Bir süre sonra tekrar hastaneye kaldırdılar ve vefat haberi geldi. Yılmaz Güney devrimin kısa süre içinde gerçekleşeceğine sürgündeki devrimci olarak Türkiye’ye döneceğine inanıyordu. Devrim çok yakın havalarındaydı. Ben öyle bir hayal peşinde değildim. Türkiye’de sosyalist devrimin şartları olduğuna inanmıyordum.

SÜRGÜNDEN DÖNÜŞ: KENDİMİ KİTAP YAZMAYA VERDİM

89’da askeri mahkemeler kapanıp dosyalarımız sivil mahkemelere devredilince kardeşim telefon açtı. "Artık gel" dedi. Ben de Paris’ten döndüm. Bir yazımdan 18 aylık mahkûmiyetim vardı. Ama Diyarbakır’da tutuklandığım dönemdeki davalardan beraat etmiştim. O dönemdeki tutuklamalardan devletten alacağım vardı. O süreden düştüler. Bir de TİP kuruculuğundan davam vardı. Uçaktan indiğimin ertesi günü mahkemeye çıktım, aynı celsede beraat ettim. Döndükten sonra artık hiçbir partide aktif görevim yoktu. Doktor da değildim. Çocuklarım meslek sahibi olmuşlardı. Milletvekili emekli maaşım da bana yetiyordu. Ben de kendimi yazmaya verdim. 12 kitabımı da döndükten sonra yazdım. Anılarımı yazmam için Server Tanilli birkaç kez ısrar etti. Genç arkadaşlar da "Abi yazsan iyi olur" dediler. Vaktim kalmadı diyordum ama baktım vaktim var, sağlığım da yerinde. Oturup yazayım bari dedim. Günlük tutma alışkanlığım olmadığı için hafızamda kalanları yazdım. Ben toplu halde ilettim onlara e-mail ile. İletişim Yayınları’nda uğraştılar, didindiler, "Bu kitabı iki cilt olarak yayınlayamayız, yarıya indiriyoruz" dediler. Ben de "Özü kaybolmazsa sorun yok" dedim. Yine de bin sayfayı geçti kitap. "Lice’den Paris’e Anılarım" sadece bir anı kitabı değil, bir döneme tanıklık oldu.

PEŞİNİ BIRAKMADIK: KARDEŞİM FAİLİ MEÇHUL KURBANI

Rahmetli kardeşim Yusuf, Ankara’nın tanınmış avukatıydı. 24 Şubat 1994’te, yazıhanesinden çıkmış, arabasına binip Oran’daki evine giderken kayboldu. Çiller’in o bir listesi çıktı ya, ondan sonra. Neler yapmadık, kimlere başvurmadık ki. En son AİHM’e götürdük. Devlet bu cinayeti ciddi şekilde tahkik etmemiştir kararı verdi, tazminata hükmetti. Behçet Cantürk’ün hem arkadaşı hem avukatıydı. İlkokulu beraber okumuşlardı. Meclis’te Susurluk tahkik komisyonu kuruldu. O komisyonda görevli olan Fikri Sağlar’a mektup yazdım. İbrahim Şahin, komisyonda uzi marka silahları İsrail’den ithal ettiklerini söyleyince Fikri Sağlar da "Peki, Yusuf Ekinci de uzi marka silahla öldürüldü. Onu siz mi öldürttünüz?" diyor. Orada bocalıyor, "Uzi başkalarında da olabilir" diye değiştirmeye çalışıyor. Dernek kuruldu, o derneğe Yusuf’un oğlu da girdi. O da avukat, peşini bırakmış değiliz.

DP’Yİ DESTEKLEDİM: FIRAT’IN DOĞUSUNA GEÇMEK YASAKTI

1950’ye kadar Fırat’ın Doğusuna geçmek yasaktı. Dersim isyanından sonra bir mezar sessizliği dönemine girildi. 1938-50 döneminde mutlak bir sessizlik dönemi yaşandı Kürdistan’da. O zaman duygusal bir tepki vardı CHP’ye. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’yi destekledim. Ama ikinci döneminde DP’ye karşı mücadele ettim. DP’nin ikinci dönemi ile AKP arasında benzerlik yok. AKP daha farklı. Referandumda evet dediğim zamanki sonuçları uygun görüyorum. Ama Anayasa Mahkemesinin yetkilerine ilişkin yasalarda ve yüksek yargının örgütlenmesine ilişkin girişimlerinde beni rahatsız eden bir konu var. Demokrasiden bir sapma görüyorum. 12 Eylül yöneticilerinin yargılanması niyetleri zaten yoktu. Oy verirken de onun ciddi olduğuna inanmıyordum.

AET’YE KARŞIYDIK: AB’NİN DEĞİŞİMİNİ ÖNGÖREMEDİK

Avrupa Ekonomik Topluluğu’nda insan hak ve özgürlükleri, hukuk devleti kavramı ön plana çıkmamıştı. Sloganımız o zaman, "Onlar ortak, biz Pazar"dı. Ecevit de böyle karşı çıktı ama AET giderek nitelik değiştirdi. Bugünkü Avrupa Birliği çok farklı. Böyle gelişeceğini o zaman hiçbirimiz göremedik. Bugün de kendisine sol diyenlerin bir kısmı hâlâ AB’ye karşı. Bence AB’ye karşı olmak, Türkiye’de demokrasiye karşı olmak demektir. Çünkü Türkiye’de demokratik hak ve özgürlükler alanında ne yapılmışsa AB’ye girebilmek için yapıldı.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 20 ŞUBAT 2011