TANRI BU ÜLKEYİ TESADÜFLERDEN KORUMASIN

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 80

TANRI BU ÜLKEYİ TESADÜFLERDEN KORUMASIN

Şimdi devlette moda ülkücü kadrolaşma. Temeli, 1974’teki CHP-MSP koalisyonu sırasında atılan ve 1980’lerde tırmanan "Siyasal İslamcı" kadrolaşma modası, artık yerini "ülkücü kadrolaşma"ya bıraktı.

Ülkücü kadrolaşmayı, PKK’nın anti-tezi olarak 1990’larda yükselmeye başlayan milliyetçi dalga eteğimize getirip bıraktı. MHP’nin koalisyon ortağı olmasıyla birlikte de hız kazandı.

MHP, üç yıllık iktidarı süresince, türban, Öcalan’ın idamı gibi temel konularda bile siyasi çizgisini hayata geçirememeyi göze alarak, bütün gücünü kadrolaşmaya verdi. MHP’nin yönetimindeki bakanlıklarda, kamu kuruluşlarında işe girmenin, yükselmenin tek ölçütü, "Ülkücülük" oldu. Atamalarda, kıdem, başarı, bilgi ve beceri yerine, ülkücü geçmişteki rütbeler esas oldu.

Ekonomik kriz bile etkilemedi kadrolaşma dalgasını. Hemen her kurumda da eski alışkanlıklar depreşti, öncelikle ve de özellikle solcular ayıklandı.

Son örnek; Devlet İstatistik Enstitüsü’nde yaşandı. MHP’nin işbaşına getirdiği Genel Müdür Şefik Yıldızeli, 800 kişilik DİE kadrosunu 1100’e çıkardı, yine de yaranamadı. Tek nedeni, kadrolaşmada insaf çizgisini araması, atamalarda biraz olsun bilgi ve beceriye dikkat etmek istemesiydi.

Ülkücü kadrolaşma, kamu kuruluşlarıyla sınırlı kalmadı. Sendikalar, birlikler, dernekler, kooperatifler, odalar ve de üniversiteler de hedef alındı.

İktidar gücünü arkasına alan ülkücü örgütlenme, önceleri sessiz ve derinden gidiyordu. Hızla mesafe aldıkları için giderek gizlenemez hale geldi. Son bir yıldır, üniversitelerden, sivil toplum kuruluşlarından, ülkenin dört bir yanından bozkurtların ayak sesleri duyuluyor.

İstanbul ve Ankara’daki üniversitelerde daha çok öğrencileri etkileyen bu adımlar, Anadolu üniversitelerinde akademik alanda da ağırlığını hissettiriyor. Bu da üniversiteleri oksijensiz bırakıyor.

Bütün gücünü "türban" ve "anti-laikler" ile mücadeleye vermiş olan YÖK, Anadolu üniversitelerindeki ülkücü örgütlenmelere, buna paralel olarak da bilimsel faaliyetlerde ortaya çıkan fakirleşme, güdükleşmeye göz yumuyor.

Sendikalar, birlikler, dernekler, kooperatifler ve odalarda da aynı mekanizma işliyor. Tesadüf değil, merkezden programlanan, yönlendirilen bir mekanizma bu. Hemen bütün sivil toplum kuruluşları hedef alınıyor, birer birer de düşürülüyor kaleler.

En çarpıcı örnekler, DİSK’e bağlı sendikalarda yaşanıyor. Bırakın Türk-İş’e bağlı sendikaları, DİSK üyesi sendikalarda bile ülkücüler, iktidar mücadelesi veriyor. Hatta Lastik-İş’te eski yönetimi devirdiler bile.

Sadece sol örgütlenmelerde değil, Türkiye Kamu-Sen gibi sağın hâkim olduğu kuruluşlarda bile mevcut yönetimlere tahammül edemediler. Kamu-Sen’de Resul Akay ve arkadaşlarını sürüp dışarı çıkardılar.

"Demokratik Sol"u, parti tabelasında kalmış hükümet ortağı partiden aldıran olmadı. Koalisyonun miskinleştirici ve kimliksizleştirici etkisindeki DSP, gözlerini yumup oturdu.

Bereket ki, tam bu esnada perde açıldı, spotlar sahneye yöneldi. Sahnede kimler yoktu ki! Ülkücü camiadan kimi isimler, Susurluk’tan tanıdık Emekli Tuğgeneral Veli Küçük, Emekli Orgeneral Muhittin Fisunoğlu, Susurluk sanığı Korkut Eken’in oğlu Koray Eken ve de kimi politikacılar...

Davet sahibi ise MHP’li Şefkat Çetin’in deyimiyle, "toplumun hafızasında gayrimeşru dünyanın temsilcileri olarak yer etmiş" bir kişi olan Sedat Peker!

Bu sahne, bir zamanlar devletin önemli görevlerinde bulunmuş kişilerin -ne kadar reddedilirse reddedilsin- ülkücü camiadan bazı isimlerle sıkı fıkı olduğunun canlı kanıtı. Bunu gözlerimizle görmüş olduk.

Eskiden de "devletin arka yüzü" ile karanlık ilişkiler içinde olan ülkücüler görmüştük. Susurluk kazasında Abdullah Çatlı’yı, Abdi İpekçi cinayetinde Mehmet Ali Ağca ve Oral Çelik’i, Türkbank olayında Alaattin Çakıcı’yı tanımıştık.

Demek ki, Sedat Peker’in de ülkücü camiadan olması, hem de "devletin arka yüzü" ile içli dışlı olması bir tesadüf değil...

Ne diyelim, Tanrı bu ülkeyi ülkücü örgütlenmenin hışmından korusun!

Faruk Bildirici / Tempo / 13-19 Haziran 2002