RENGİM GÖKMEN

...

Rengim Gökmen, Cumhuriyet’in yetiştirdiği en önemli orkestra şeflerinden biri. O tam bir klasik müzik adamı. Klasik müzikle yaşıyor, müzikle besleniyor, hayata da o pencereden bakıyor, her şeyi o gözle yorumluyor. Her ne kadar Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü olsa da asla bir bürokrat değil.

ORKESTRA ŞEFLİĞİ: HERKES YÖNETİR AMA HERKES ŞEF OLAMAZ

Müziğin içinde doğduğumu söyleyebilirim. Hiç hatırlamadığım yaşlarda piyanonun üzerinde oynarken çekilmiş resimlerim var. Opera sanatçısı olan annemin yönlendirmesi oldu başlangıç evrelerinde. Fakat müzik sevgisini büyük ölçüde babamdan aldım. Bir tiyatro sanatçısı olmasına karşın derin bir müzik sevgisi vardı. Evrensel sanat müziğiyle dolu bir yaşamı bir kazanç, bir zenginlik olarak gördüm. Sanattan yoksun yaşantıların yoksul geçtiğine inanıyorum. O bireyleri üzüntüyle gözlemliyorum. 14-15 yaşlarındayken "Ne mutlu en azından müzikle dolu bir yaşantı süreceğim" diyebilmiştim kendime. Sınavlarımız haziran sonuna sarkardı. Arkadaşlarımın sokakta cıvıl cıvıl oynadığı günlerde ben piyano başında çalışırdım. Keman da çalıştım uzun süre. Orkestra şefliğine yönelmemde annem, babam, Adnan Saygun, İlhan Baran ve Hikmet Şimşek’in silsile halinde etkisi oldu. Annemin beni götürdüğü Zubin Mehta konserinden de etkilendim. Orkestra şefliği, enstrümanları, özellikle yaylı çalgıları iyi tanımayı gerektiren bir meslektir. Orkestra şefliği, öyle bir şeydir ki, herkes araba kullanır ama otomobil yarışını herkes yapamaz. Herkes orkestra yönetir ama herkes orkestra şefi olamaz. Cem Yılmaz da yönetti. Onun orkestra yönetmesini Hint Okyanusunda giden 25 bin gross tonluk geminin dümenini beş dakika tut diye birine vermeye benzetebiliriz. Açık denizde herkes tutar dümeni. Maharet onu İstanbul boğazından geçirmektir. Cem Yılmaz muazzam yetenekli bir insan. Geçen gün beraber bir uçak yolculuğu yaptık. "Meslektaşım olarak kutluyorum sizi" dedim. "Aman rica ederim hocam. İnşallah zararımız dokunmamıştır" dedi. Ben de "Ne demek zarar? Çok büyük katkınız oldu" dedim. Gerçekten bir anda bizim çabalarımızın yüz mislini yapabildi. Bizim ulaşamayacağımız kitlelere, gençlere ulaşabildi. O bakımdan kendisine müteşekkiriz.

BESTE YAPMAK: KAFAMDAKİLERİ KÂĞIDA DÖKMEM

Müzik sanatının yorumculuk kısmında, orkestra şefliğinde kendini duyurmuş bir insanım ben. Müzikte gerçek anlamdaki yaratıcılığın, beyaz kâğıt üzerine yapılan bestecilik olduğuna inanıyorum. Üst düzeyde sergileyebileceğime inanmadığım takdirde öyle bir şeyi yapmam. Uzun yıllardır sürdürdüğüm orkestra şefliği kariyerimin getirdiği müzikal birikim, bana onu aşmamı sağlayabilecek bir yansıma vermediği sürece kafamdakileri kâğıda dökmem. Dünyada yazılmış en büyük şaheserleri yönettim. Onlar gibisini üretmeyi hedeflediğiniz zaman yaratıcılık daha zor bir alan haline dönüşüyor. Müziğin bir özelliği var diğer sanat dallarına karşın. Bestecinin yarattığı eserin tüketicisine, dinleyicisine ulaşabilmesi için bir yorumcuya ihtiyaç duyuluyor. Bu aracının yaratıya ne kadar katkı yaptığı her zaman tartışıla gelmiştir. O bakımdan yorumcuların yaratıcılığı sorgulanır. Biz orkestra şefleri, bestecinin yaratısına ne kadar sadık kalmalıyız, ne kadar kendimizi yansıtabiliriz sorunsalı müziğin en eski tarihlerinden beri bir sarkaç gibi oradan oraya salınıyor hâlâ.

İTALYA: İKİ SEVGİLİYİ İDARE EDEBİLİYORSAN DEVAM ET

Orkestra şefliği kurmaylık gibi bir şeydir. Temel eğitimi almadan kurmaylığa gidemezsiniz. Piyano, arkasından kompozisyon, arkasından orkestra şefliği eğitimi aldım. Ankara Devlet Konservatuarında şeflik bölümünde Hikmet Şimşek’in öğrencisi oldum. Sonra yurt dışı burs sınavını kazanınca dönemin kalburüstü şeflerini yetiştirmiş Franco Ferrara ile çalışmak için İtalya’ya gittim. Bir süre hem konservatuarın şeflik bölümüne hem de Ferrara için Santa Cecilia Müzik Akademisi’ne devam ettim. İkisine birden gitmem illegal bir durumdu. Babam Akademi’nin başkanı olan tanınmış besteci Mario Zafred’e sordu bu durumu. "Valla iki sevgiliyi de birbirine duyurmadan idare etmeyi beceriyorsan devam et" demişti bana dönüp Zafred öyle deyince gizlice ikisine de devam ettim. İtalya’daki eğitimden sonra bir yıl kadar da Hollanda ve İngiltere’de çeşitli kurslara katıldım. Sonra döndüm Türkiye’ye. Konservatuara hoca olarak atandım. İlk olarak Devlet Konservatuarında öğrenci orkestrasını çalıştırdım. 80’lerden itibaren konserler yönettim. 1980 yılında San Remo’da yapılan uluslararası Gino Marinuzzi şeflik yarışmasını kazanmıştım. O ödülün getirdiği konserler olmuştu. 80 ile 90 arasında Amerika ve birçok Avrupa ülkesinde konserlerim oldu. 1984’de Devlet Opera Balesi Genel Müzik Direktörlüğüne getirildim. 91’de İzmir Devlet Senfoni Orkestrasına müzik direktörü olarak atandım. 2007 başında CSO Müzik Direktörlüğüne atandım. Bu genel müdürlükte ikinci dönemim. 92-95 arasında 3.5 yıl kadar bu görevi yürütmüştüm. 12 yıl sonra bu göreve yeniden geldim. Geçmiş deneyimlerin olumsuzluklarından arınarak, köklü değişiklik yapma çabasına girdim. Çok önemli zihniyet değişikliği yaparak Devlet Opera ve Balesini farklı bir platforma taşımaya çalışıyoruz. Artık uluslararası bir düzey yakaladığımızı düşünüyorum opera ve bale sanatlarının uluslararası dünyaya açılması çabasındayız. Kültür ve Turizm Bakanımız Ertuğrul Günay’ın son derece aydınlık, açık ve bizi teşvik eden yaklaşımları söz konusu. Hiçbir sanatsal müdahale ile karşılaşmadım.

İSMİM: ÖNCE RENGİN KOYMUŞLAR SONRA DEĞİŞMİŞ

Annemin koyduğu bir isim Rengim. Önce Rengin olarak koymuşlar ama "Bu bir kız ismini çağrıştırıyor, daha özgün bir isim olsun" denmiş, ben beş altı yaşlarındayken Rengin’i Rengim haline getirmişler. Annemin bir kızı olsa Sesim adını koyacakmış. A. Adnan Saygun hoca, annemin de hocası. O önermiş anneme "Sesim" ismini. Ama bir kardeşim olmayınca ben kızıma o ismi verdim. İsmin, Ahmet, Mehmet gibi isimlerin yanında sivri gelirdi çocukken bana ama sonraları özgün bir isim olması bakımından hoşuma gitti. Her zaman ismimle ilgili güzel şeyler işitmişimdir çevremden. Eskiden sık sık yanlış yazılırdı.

OPERA BİNASI: AKM’NİN KAPALI OLMASI BİZİ ETKİLİYOR

İstanbul’da AKM’nin kapalı olması bizi çok olumsuz etkiliyor. İstanbul, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda büyük iddiası olan bir şehir. Bu iddiasını en fazla köstekleyen ise sanat mekânlarındaki eksiklik. Bir opera binasının, bale yapılabilecek bir mekânının, gerçek anlamda bir konser mekânının olmayışı büyük eksiklik. Dünyanın her yerinde büyük şehirler, opera binalarıyla övünür. Avrupa’nın bazı ülkelerinde devasa opera binaları olmasına karşın içinde icra edecek kurumsal yapıları yoktur. Bizimse uluslararası düzeyde sanatçı ve prodüksiyonlarımız var. Bunları sergileyebileceğimiz mekân yok. Örneğin Kuğu Gölü, 90 kişilik dev kadro ile ancak açık hava mekânlarında yazın sergilenebilme şansına sahip. Bu eksikliğin devletin üst kademelerinde de hissedildiğini düşünüyorum. Sayın Cumhurbaşkanımızın Ankara’da CSO’nun yeni konser salonunun iki yıl içinde bitirilmesi talimatı ve bakanımızın gösterdiği çaba, çözüme adım adım kavuşacağımızı gösteriyor. CSO’nun müzik direktörü olarak oradaki çalışmayı yakından takip ediyorum. İnşaatın hızla ilerlemesi beni mutlu ediyor. Geçen hafta inşaatta, 2013 yılının sonuna doğru orada konser verilebileceğimiz bilgisini aldım.

CSO: ORKESTRA ŞEFLERİNDE 60’LARIN KISIRLIĞI YAŞANMIYOR

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, orkestra olmaktan öte ülkemizin önde gelen prestijli bir müzik kurumudur. CSO bir orkestra şefinin Türkiye’de ulaşmak isteyeceği en son noktadır. Bu göreve layık olabilmek için çok çalıştım. Şimdi orkestralarımız çoğaldığı gibi genç orkestra şeflerimiz de artıyor. Yaşıtlarım var, benden sonra gelen çok değerli genç arkadaşlarımız var. 60’ların kısırlığı yaşanmıyor artık. Genel Müdürlük görevim nedeniyle Konserlerde Türk bestecilerin eserlerini de seslendirmeye özen gösteriyorum. Eskisine nazaran sınırlı sayıda konser yönetsem de mesleki yaşantımı sürdürmeye çalışıyorum. O beni gerçekten dinlendiriyor. Kendimle, yaşantımla ilgili çok önemli bir doygunluk içindeyim. Çok fazla genci yetiştirmek, hepsine destek vermek istiyorum. Geçen iki ay boyunca ikisini işe aldık. Türkiye’ye yeni orkestra şeflerinin gelmesi yeni orkestralar, daha nitelikli müzik anlayışı demektir.

FUTBOL: BEŞİKTAŞ’LA GURUR DUYUYORUM

Çocukluğumda futbol, basketbol, masa tenisi oynadım. Müzikle ilgilenenlerde futbol tutkusu çok vardır. Mesela Fazıl (Say) futbola delicesine tutkundur. Gürer (Aykal) Hoca da öyledir. Konservatuarın arkasında iddialı maçlar oynanırdı. Ulvi Cemal Erkin’in piyano yüksek lisans öğrencisi bir abimiz vardı. Ankara Demirspor’a transfer olmuş, piyanoyu bırakmıştı. Konservatuarda futbol geleneği birçok okuldan kuvvetlidir. Ben mahallede daha alt düzeyde oynardım. Çocukluğumun en keyifli anlarıdır. Futbola seyirci olarak ilgim hâlâ sürer. Beşiktaş taraftarıyım, aynı zamanda kongre üyesiyim. Beşiktaş’ın son olaylarda onurlu bir davranış sergilemesi beni mutlu etti. Bu açıdan takımımla gurur duyuyorum. Müziğin dışında hobim yok ama sinema, edebiyat, tarih, felsefe gibi alanlara ilgim var. Bunları saplantı haline getirip, üzerinde yoğunlaşmam.

EVRENSEL MÜZİK: ALGILAMAYA KAFA DÜZEYİNİZ YETMİYOR

Maalesef toplumumuzda gerçek anlamda bir sanat beğenisi oluşturamıyoruz. Türk turizmcisi bu konunun -az sayıda girişimciyi tenzih ederim- farkında değil. Halbuki festivaller ve sanat etkinlikleri toplumları dünya ile buluşturan en önemli köprülerdir. Aspendos Opera ve Bale Festivalinin her şeyden önce Türk turizmine ve Türkiye’nin tanıtımına katkısı olduğunun bilincine varmamız ve bunu anlatmamız gerekli. "Neden bugüne kadar olmadı?" deniyor bir de. Bütün evrenselleşmeyi halletmişiz de bir tek müzikte mi bunu yapamamışız? Yani otomobil yapıyoruz, uçak yapıyoruz, dünyada bizim bilgisayarlarımız kullanılıyor da bir tek sanatta mı bunu yapamıyoruz? Yok böyle bir durum. Japon’un televizyonunu izliyorsunuz sonra da niye Japon’un müziğini dinliyoruz diyorsunuz. Japon’un yarattığı evrensel müziği dinlemek zorundasınız evrensel olabilmek için. Teknoloji kendilerine kolaylık sağladığı için insanlar, onu kabul ediyor ama düşünsel şeyi almak zor geliyor. Sonra da bu benden değil onun için anlamıyorum diyorlar. Halbuki sizden olmadığı için değil kafa düzeyiniz yetmediği için algılamakta zorlanıyoruz. Bu bağlamda bilimsel, sanatsal ve teknolojik etkileşimlerde bizim görmek istemediğimiz benzerlikler vardır. Nasıl ki çağın teknolojisini kullanarak kendi ürünlerimizi dünyaya sunmak zorundaysak, sanat ve kültürde de kendi değerlerimizden yararlanarak, kendimize yabancılaşmadan ancak çağın en ileri söylemleriyle evrensel platformda yerimizi almamız gerekir.

TANINMAK HEDEF DEĞİL: SANATTA PARA YOKTUR

Sanat evrensel ise sanattır. Evrensel olmayan, folklor ve yerellik düzeyinde kalır. Sanatın kendisi bizatihi üst düzeyde bir algılamaya hitap eder. Toplumların beklediği, kolay algılanan şeylerdir, kolay edebiyattır, kolay sinemadır. Sanatsal ve düşünsel iddiası olan şeylere geniş kitlelerin girmesi zordur. Sanat kurumları olarak kolay tüketilen şeyleri belli bir düzeyin altına inmeden halkımıza sunma çabasını sürdürsek bile sanatçılar olarak hiçbir zaman bunu hedeflemeyiz. Dolayısıyla sanat içinde para yoktur. Cüneyt Gökçer hoca söylerdi çok. "Sokakta seni tanımaya başladıkları zaman işini doğru yapmıyorsun anlamına gelir bu." Sokakta tanınmak gerçek bir sanatçı için hedef değildir.

İSTİKLAL MARŞI: AMAÇ KOLAY SÖYLENEBİLMESİYDİ

İstiklal Marşının iki ayrı tondan dört ayrı versiyonunu korolu korusuz olarak yaptık. Hangi tondan çaldığınızın zaten çok fazla farkına varmıyor toplum. Bunu anlayabilmek için müzik eğitimine sahip olunması lazım. O bakımdan sadece okullarda eğitsel amaçlarla çocukların daha kolay söyleyebileceği bir iki versiyon ortaya çıkarabilelim diye öyle bir çalışma yaptık. Birçok okulda kullanıldığını düşünüyorum. Güzel Sanatlar Müdürlüğü’nün bir yapımıydı o.

ZEVK DEĞİL: KLASİK MÜZİK SEVİLMEZ BİLİNCİNE VARILIR

Türkiye’deki müzik konusunda en önemli eksiklik ne diye sorulsaydı, daha çağdaş ve üst düzeyde bir müzik eğitimi yanıtını verirdim. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde dahi toplumların yüzde 100’ü evrensel sanat müziği, opera dinlemez. İtalya’da da toplumun yüzde 80’i hayatında bir kere bile operaya gitmemiştir. Klasik müzik sevilmez, klasik müziğin bilincine varılır. Bu ayrımı müzik yazarları bile karıştırır bazen, "İsteyen halk müziği, isteyen pop müzik dinler, bunlar zevk ayrımıdır" derler. Zevk değil bu bir gelişmişlik ayrımıdır. İnsanlar geliştikçe halk müziğinden evrensel sanat müziği bilincine çıkarlar. Ben de pop müzik dinlerim tabii ki. Yemek yerken, şarap içerken, bir arkadaşımla sohbet ederken senfoni dinleyecek halim yok. Bahsettiğim evrensel sanat müziği insanın bütün benliğiyle kendini vererek dinleyebileceği bir müziktir. Pop müzik iddialı bir şey değildir sanatsal anlamda. Onun için sadece keyifle ölçülebilecek bir şeydir. Halbuki evrensel sanat müziğinin yalnız keyifle ve ticari getirisiyle ölçülebilecek bir yönü yoktur, keyifsizlik de verebilir evrensel sanat.

GURUR VERİYOR: SANAT MÜZİĞİNİN DİNLEYİCİ KİTLESİ ARTTI

Spor ve sanatın gelişmesi ülkenin ekonomik gelişmesiyle doğru orantılıdır. Yüzme sporunun gelişmesi için yüzme havuzları yapmanız gerekli. Sanatın gelişmesini istiyorsanız da müzeler, tiyatrolar, konser salonları, galeriler, opera salonları yapmalısınız. Sanat amaçlı müziğin dinleyici kitlesi önemli ölçüde arttı. Ama Türkiye hızla büyüyen bir ülke olduğu için bunu yeterli görmemeliyiz. Örneğin İzmir’de yaptığımız Kuğu Gölü balesini dört bin kişi izledi. Bu büyük rakam. Aspendos’da yaptığımız Viyana Filarmoni Konserini takriben 3500 kişi izledi. 30 sene öncesine kadar Türkiye’de tek bir senfoni orkestrası varken bugün devlet senfoni orkestralarının sayısı altı. Bir de özel orkestralar var. Türkiye’de müzik yapılarının çoğalması bize gurur vermektedir.

SİYAH KUĞU: BALEYLE İLGİLİ SORULARA İYİ BİR CEVAPTI

Her sanat dalının kendine özgü zorlukları vardır ama bale sanatı, çok yoğun yaşanan bir ıstıraptır. Çok yıpratıcı bir süreçtir, sadece bedensel anlamda değil zihinsel anlamda da öyle. 9 yaşından 40-45 yaşına kadar acımasız bir çalışma düzeni içindeler. İnsanlar bu yanını bilmiyorlar. Sonra da bazen "Ne iş yapıyorlar" gibi sorularla karşılaşıyor bale sanatçıları. Siyah Kuğu buna iyi bir cevaptı. Sahne dünyasındaki o acımasız rekabeti anlatması bakımından çok gerçekçi ve güzel bir film. Sahnede görülen bale sanatçısının o estetik yüzünün arkasında son derece acı bir reçete yatıyor. Keyifle izlediğim bir filmdi.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 7 AĞUSTOS 2011