ORHAN DOĞAN İLE SÖYLEŞİ

...
Fotoğraf: Hasan TÜFEKÇİ / Hürriyet

       Umutluydu herkes. Mutluluktan gözyaşı dökülüyor, cezaevi önünde halaylar çekiliyordu. Nasıl sevinmesinler? İtilip kakılıp cezaevine atılan milletvekilleri serbest bırakılmıştı. Hem de Kürtçenin serbest bırakıldığı bir günde. Ezberler bozulmuş, tablo bir anda değişmişti.

         Durum bu olunca izleyen günlerde beklenti düzeyinin iyiden iyiye yükselmesi de doğaldı. Nitekim öyle oldu. Cezaevinden çıkan milletvekilleri bu beklentilerin odağındaydılar. Beklentilerin yüksekliği ile reel politikanın güçlükleri arasına sıkışmışlardı. Bir yandan temaslar yürütüyorlar, bir yandan da ortak basın toplantıları, yazılı açıklamalar, ayaküstü konuşmalar ile görüşlerini duyurmaya çalışıyorlardı. Fakat uzun süre hiçbiriyle derli toplu bir görüşme yapılamadı.

            Birçok meslektaşım gibi ben de milletvekilleriyle uzun boylu sorulu yanıtlı bir söyleşinin peşindeydim.  Uzun bir çabanın sonunda Orhan Doğan kabul etti söyleşiyi. Sevindim, çünkü 10 yıl cezaevinde demledikleri fikirleri ilk ağızdan öğrenip okuyuculara aktarma fırsatını yakalamıştım. Zaten Orhan Doğan, bir tür grup sözcülüğü misyonunu üstlenmişti.

            Saatlerce sürdü söyleşi. 1991’de Meclis’e geldiği günlerden tanıdığım Orhan Doğan yine aynı açık yürekliliği, inanmışlığı ve olanca sıcaklığıyla karşımdaydı. Fikirleri daha olgun bir zemine yerleşmişti. Ben de aklıma gelen, gündemdeki soruların hemen hepsini sordum. Sonuçta uzun bir söyleşi metni çıktı ortaya.

            Ama maalesef tümünü yayınlayabilmek mümkün olamadı. Hürriyet’in sayfalarının ve elbette koşullarının elverdiği kadarıyla, 23-24 Şubat 2005’te iki günlük bir dizi olarak okurlara ulaştı bu söyleşi. Orhan Doğan anısına hazırlanan “Yarıda kalan hayat / Niv Jiyan” adlı kitapta da söyleşinin o eksik haliyle bu ülkenin insanlarının karşısına çıkmasına gönlüm razı olmadı. Hem sorularımı, hem aldığım yanıtları dil düzeltmeleri dışında olduğu gibi yayınlamak benim için bir borçtu. Dostum Orhan Doğan’ın anısına saygı da bunu gerektirirdi.

Faruk Bildirici (26 Şubat 2010)

Söyleşinin Tam Metni

Cezaevinden çıktıktan sonra doğan ılımlı atmosfer, Avrupa gazetelerinde yayınlanan ilanla aniden değişiverdi. Neden böyle oldu?

- Aslında biz cezaevindeyken siyasal yaşama hemen girmeyi hiç düşünmüyorduk.

Nasıl yani? 10 yıl cezaevinde kalmış insanlar olarak kenara çekilmeyi mi düşünüyordunuz?

-  Türkiye'deki değişimi bize anlatılanlarla değil, içinde bizzat yaşayarak gözlemlemeyi düşünmüştük. Bir diğer neden de siyasi haklardan memnuyduk.  Dolayısıyla siyaseti istesek de yapamayacaktık. Her birimiz kendi becerilerimize özgü alanlar oluşturmayı hedeflemiştik. Mesela Leyla Hanımın bir çocuk ve kadın kenti oluşturma projesi vardı.

Nasıl bir projeydi bu?

- Sokak çocuklarını, kadınları toplayacaktı. Önce bir kompleks olacak, sonra kente dönüşecekti. Muhtemelen Diyarbakır'da olacaktı. Ben farklı bir akademik çalışma yapmayı düşünüyordum.

O zaman Leyla Hanım Diyarbakır'a dönmeyi düşünüyordu.

- Evet. Diyarbakır, Ankara. Öyle çakılı yaşam değil, hayat bizden nerede ne istiyorsa orada olmak. Siyaseti salt parlamenterlik, bir siyasi partinin başında olmak ya da üyesi olmak, o partinin genel merkezinde yapmak yerine; siyaseti halkla birlikte sivil alanda yapmayı düşünmüştük. Tabii çıktığımız zaman karşılaştığımız tablo ile bizim bu hayallerimizin ve beklentilerimizin şimdilik bizi zorlayacağını gördük.

Öyleyse içerden gördüğünüz Türkiye'den farklı bir hayatla mı karşılaştınız çıkınca?

- Farklı bir hayat bulduk dışarıda. Bir kere siyaset 10 yıl önce Türkiye'de ve Kürtler içinde bu kadar kirlenmemişti. Biz savaş döneminde içeri girdik. Savaş döneminin koşulları ile Türkiye'nin Avrupa Birliği sürecindeki koşulları arasındaki farkı biz zaten gözlemleyebiliyorduk. Bizim için sürpriz yoktu. Ancak demokratik Kürt siyasetinde bir tıkanma vardı.

Sadece tıkanma mı, kirlenme de var mıydı sizce?

—Belki kirlenmeden çok, karşıtına benzeyen bir siyaset etme tarzı vardı. Kürtler, özgün bir siyasal organizasyona SHP'nin 1989'da Paris Kürt Konferansına giden Kürt milletvekillerini ihracıyla yöneldiler. Eğer o ihraçlar olmasaydı, Kürtlerin HEP'ten bugüne kadar gelen farklı örgütlenme arayışı belki hiç olmayacaktı. Sistem dışlamıştı. Adına düşük yoğunluklu çatışma da dense, savaş da dense o kirlendikçe o zeminde siyaset yapan siyasal kurumlar da bundan etkilendiler.

Bütün savaşlar kirli değil midir?

- Bazı savaşlar kurallıdır. Kuralı vardır, hukuku vardır. Mesela Cenevre savaş hukuku, savaşan tarafların evrensel düzeyde ne yapması gerektiğini sınırlayan bir sözleşmedir. Ama Türkiye'de savaşın adı konmadığı için o hukukun uygulanması hiç tartışılmadı. 10 yıl önce Cenevre savaş hukukunu tartışabilseydik, bu savaşı daha az kayıpla kapatabilirdik.

Ama Cenevre Sözleşmesinin uygulanması, savaşı nasıl gördüğünüze de bağlı değil mi?

- Tabii ona da bağlı. Kirli savaşı sorduğunuz için bu örneği verdim. Kirli savaş, temiz savaş olabilir mi böyle bir ayrım? Aslında savaş hiç olmamalı.

Savaş nasıl olursa olsun sonuçta insanlar öldürülmüyor mu?

- Hangi gerekçeyle olursa olsun insanlar ölüyor. Doğru. Ama o kuralsız savaş,  kuralsız siyaset etme tarzını da beraberinde getirdi. Kürtler HEP'ten bugüne kadar gelen partileşme sürecinde daha çok bir eylem partisine dönüştüler, tepki verdiler. Halkın dili ve sesi oldular. Dolayısıyla bu dar alandan çıkamadılar.

Bu partilerin dar alandan çıkamamasının nedenlerinden biri de PKK değil mi? Bir yandan demokratik siyaset yapmaya çalışıyorlar, bir yandan da dağda terör yöntemlerini uygulayan bir örgütlenme var.

- PKK ile PKK dışında demokratik alanda siyaset yapan partiler aynı zemin üzerinde siyaset yapmaya çalışıyorlar. PKK'ye dağa gencini gönderen bir aile bu partiye üye oluyor. İşkence görenler, faili meçhulde çocuklarını yitirenler bu partinin yöneticisi oluyorlar. Göç ettirilenler, köyü yakılanlar hem bir yandan gencini dağa gönderiyor, hem de bu partileri besliyor. Her iki organizasyon aynı toplumsal kökler üzerinde biçimleniyor. O nedenle PKK'nin politikalarının demokratik alanı etkilememesi söz konusu olamaz.

PKK'nın bu tıkanmada rolü yok mu peki?

- Bu tıkanmadaki rol, PKK'nin varlığı değil bence. Kürtler demokratik alanda çok başarılı, inisiyatifli ve ayakları üzerinde duran bir siyaset yapabilselerdi belki de PKK'nın dağdan indirilip siyasal yaşama entegre edilmesi mümkün olabilirdi. Demokratik siyasi hareket bir kanal açabilmeliydi.

Aynı zeminde beyaz alanları arttırabilmeliydi diyorsunuz.

- Tabii tabii. Birleşik kaplar gibi. Şiddeti doğuran nedenleri ortadan kaldırmaya başlarsanız şiddet kendiliğinden işlevsiz hale gelir. Ya da demokratik kanalları açarsanız anti demokratik kanalları ortadan kaldırırsınız. Silahsız mücadele yöntemini açarsanız o zaman silahlı mücadeleye gerek kalmaz. İşte bu yapılamadı.

PKK'nın bu partilere doğrudan müdahalesi de yaşanmadı mı?

- Hayır. Kesinlikle o değil. Bu Kürt siyasal aktörlerinin inisiyatif geliştirememesinden kaynaklanan bir zafiyet. Burada eksikliği biz önce kendi içimizde aramalıyız. Eğer kendi içimizde aramadan bazı analizler yaparsak bu bizi doğru sonuçlara götürmeyebilir. Tabii Demokratik Toplum Hareketi işte bu toplumsal zemin üzerinde bir ihtiyaç olarak, biz cezaevinden çıktığımızda bizi bekleyen bir beklentiydi. Demokratik kamuoyunun beklentisiydi. Aslında çağın da dayattığı bir gerçek.

Bu noktayı açabilir miyiz? Cezaevinden çıktığınızda biraz gözlemek istediniz ama hayatın kendisi siyasetin o kadar uzağına bırakmadı sizi. Peki burada?

- Biz çıktığımızda Demokratik Toplum Hareketi başlamıştı.

Peki, cezaevindeyken böyle bir tıkanmaya ilişkin bir model geliştirmemiş miydiniz?

- Vardı ama biz cezaevinden dışarıyı yönetenler konumunda değildik. Biz legal alanda siyaset yapan hiçbir partimize hiçbir dönemde müdahale etmedik. Dolayısıyla bizim bu tıkanmayı cezaevindeyken aşma şansımız yoktu.

Cezaevinden çıktığınızda DEHAP ile aranıza bir mesafe koymak istemiştiniz. Başlangıçta DEHAP binasına gitmek istemediniz, sonra orada açıklama yaptınız.

- Doğrusu bizim aramızda bu konuda yoğun tartışmalar yaşanmadı. Ama dört DEP milletvekili bu tıkanmayı aşarken nasıl bir hakem rolü oynarız diye düşündük. Çünkü Kürt siyasetinde de kırılmalar yaşanmıştı. Müthiş bir parçalı görüntü vardı. Bazı insanlar küsmüş, kırılmıştı. Partiye uğramıyorlardı. Parti eskisi gibi cazibe merkezi olmaktan giderek uzaklaşmıştı. Halkta büyük bir heyecansızlık, umutsuzluk vardı.

Ama orada açıklama yapmak hakem rolüne gölge düşürmedi mi?

- Hayır, oraya giderek "Biz bir gün siyasete girersek sizi dışlamayacağız" mesajı verdik. Ondan sonra da basın toplantılarımızda farklı mekânları kullandık. Çünkü biz siyasette toparlayıcı olurken, yeni kırılmalara da neden olmamalıyız. O zaman birleştirici de olamayız. Oysa tarih bu dört DEP milletvekiline, bize rağmen bir rol biçti. Dolayısıyla bu rolü kurallarına göre oynamak zorundaydık. İşte DEHAP'a gidip açıklama yapmamızın, sonra da farklı mekânlarda çıkışlar yapmamızın esprisi budur. Hiçbir yere angaje olmadan önce Kürtlerde birliği gerçekleştirmek, en son insana kadar ulaşabilecek, çok geniş perspektifli bir yeniden yapılanmayı sağlamaktı. Çünkü Kürtlerde birliği sağlayamazsanız, Türkiye'de aydınların, yazarların, sanatçıların, siyaset dışı kalmış siyasal aktörlerin sizi cazibe merkezi gibi görme şansınız da olmaz. 

Demokratik alanda politika yapan Kürt aydınlarının tıkanması PKK'da da bir çözülme, bir değişim süreciyle aynı döneme rastlamadı mı?

- Bakın PKK'de de bir kırılma yaşandı. PKK kendi kırılmasını yeni bir arayışla gidermeye çalıştı. Ne yaptı? PKK dönüşüme ayak uyduramadığı için KADEK'e dönüştü. KADEK değişimi okuyamadığı için de Kongre-Gel'e dönüştü. Aslında Kongre-Gel yapılanması PKK'nin kendi geçmişine yönelik bir özeleştirisidir. Özeleştiri derken terör yöntemlerine ilişkin bir özeleştiri mi?

- O yöntemlerin benimsenmesinden tutun da kendi iç yapılanmalarında demokratik bir tarzın oluşturulmasına kadar yapılan her hatanın, her yanlışın gözden geçirilmesidir. Bakın ben Roma sürecini hatırlıyorum...

Abdullah Öcalan'ın Roma'da olduğu günler...

- Evet, şöyle demişti bir televizyon konuşmasında, "Tarihte bana bir örnek gösterin ki, kendi örgütüne yenilmiş bir lider olsun benim dışımda.[1]" Çünkü onun öngördüğü PKK, o dönemin PKK'si değildi.

Silahlı mücadeleyi de bırakmış bir parti miydi öngördüğü?

-Evet, silahlı mücadeleyi bırakmış, kendi içinde demokratik işleyen bir organizasyon öngörüyordu. Hiç unutmuyorum 1993'te Özal'ın isteği üzerine Bekaa’ya gitmiştik. O zaman PKK ateşkes ilan etmişti. Özal, ben, Mahmut Alınak ve Selim Sadak ile yaptığımız görüşmede aynen şunu söylemişti; "Çocuklar gidin ona söyleyin ateşkesi uzatsın"...

Ona mı dedi?

- Evet evet “O’na” dedi. "Ateşkesi uzatsın, hatta mümkünse öyle bir açıklama yapsın ki ben ikna edemediğim generalleri de ikna etme şansı bulabileyim. Ateşkese süre koymasın. Biz büyük bir af yasa tasarısı hazırlıyoruz.  Dağdan gençlerimizi indirecek bir formül üzerinde uzlaşabiliriz. Ne olur gidin bunu söyleyin. Gelsin, dağda ne yapıyor o adam?" dedi. “Gelsin Ankara'da siyaset yapsın” dedi. Hatta daha ileri bir şey söyledi. “Gelsin ekonomik sorunları nasıl çözeceğini anlatsın, enflasyonu nasıl indireceğini anlatsın. Seçimlere girsin, arkasında halk varsa; bakan da, milletvekili de olsun. Ama bu yöntem terk edilsin. Artık Türkiye bu savaşı taşıyamıyor, bu savaşı taşıyamıyoruz. Size de büyük bir rol düşüyor.” dedi.

Gidip aynen söylediniz mi bu sözleri?

- Biz gittik, tabii bu mesaj birkaç gazeteci üzerinden de iletilmişti. Bizde Bekaa’da öğrendik. Belki inanmayacaksınız ama İmralı sürecinde ortaya koyduğu tavrı, demokratik Cumhuriyet, cumhuriyetin demokratikleştirilmesi, bağımsız devlet hedefinden vazgeçilmesi, silahlı mücadele ve şiddetin reddedilmesi gibi savunmalarda ortaya koyduğu o tabloyu bize 1993'te aynen anlatmıştı. Ben hayret etmiştim. Türkiye'nin bütünlüğüne yaptığı vurgu, Kemalizm çözümlemeleri, bunların tümünü tartıştık.

Ama silahlı gücü 1993'ten sonra da korumuştu.

- Evet, ama Öcalan'ın Roma'da anlattığı "örgütüne yenilen lider olma"  derken kastı buydu. Devlet içinde değişime direnen nasıl bir statükocu anlayış varsa bu PKK içinde de vardı. "Yenildim" sözündeki vurgu, işte örgüt içindeki o statükoydu. Dar, dogmatik, sol sekter, değişim karşıtı dirençti.

Silahlı gücü sürdüğüne göre, o zaman örgüt içinde etkili olamıyor.

- Etkili. Etkili olmasaydı, silahlı güçleri ülke sınırları dışına çekebilir miydi? Bizler de dâhil olmak üzere bölgeden seçilen bütün milletvekilleri, bölgedeki bütün Kürt aydınları gerillaya "Türkiye sınırlarına çekilin" dese bir tek silahlı militanı Türkiye sınırına çekemezdi. Eğer bu denklemi doğru çözümleyemezsek İsrail-Filistin sorunundaki tıkanmalara benzer tıkanmaları Türkiye'de yaşayabiliriz.

Hâlâ var mı öyle bir tehlike?

- Tabii o tehlikenin ortadan kalkmadığını söylemek gerekiyor. PKK içinden bir HAMAS çıkmaz. Bu açıdan bir tehlikenin sözkonusu olacağını sanmıyorum ben. Çünkü Kongra-Gel son zamanlarda yaptığı bütün basın açıklamalarında Türkiye'nin toprak bütünlüğünü kabul ettiklerini, sorunun demokratik özgür yurttaş çerçevesi içinde çözülmesinin mümkün olduğunu, silahsızlanmaya ilişkin bir açılım olması halinde de bütün silahlı güçlerin silahlarından arındırılıp demokratik siyasi hayata katılımlarının güçlü bir beklenti olduğunu açıkladılar. Dolayısıyla PKK ya da Kongra-Gel içerisinden bir HAMAS çıkmaz. Ama son sekiz aylık gözlemlerimizde şöyle bir tehlikeyi gördük. Bunun kamuoyuna duyurulmasına büyük önem veriyorum. Kürt hareketinin üzerine gidildikçe El Kaide bağlantılı dinsel bir örgütlenmenin yavaş yavaş bölgede başlama eğiliminde olduğunu gözlemliyoruz.

PKK'nın boş bıraktığı alanı bu örgütlenmeler mi dolduruyor sizce?

- Hayır, PKK’nin boş bıraktığı alan değil. PKK’nin, Kongra-Gel’in üzerine gidildikçe ve demokratik kanalların önü tıkandıkça dinsel arayış tetikleniyor. Bu ciddi bir tehlike. Bakın son altı ayda kan davaları da yeniden başladı.

PKK mı önlüyordu kan davalarını?

- Evet, bölgede bir otoriteydi çünkü. Bir güçtü. Eğer siz onları siyasal yaşama katacak bir kanalı açmazsanız demokratik mücadele yapmak isteyen faktörlerin önünü  kapatırsanız farklı arayışlar gündeme gelir.

Peki, kapalı mı yani şimdi demokratik arayışların önü?

-  Kapalı olduğu söylenemez ama önünün açık olduğunu da söylemek mümkün değil. Bakın bugüne kadar Erdoğan da dâhil olmak üzere hükümetin Kürt sorununda çözüme ilişkin en ufak bir açıklaması olmamıştır. Hatta Erdoğan Moskova gezisinde kendisine soru soran bir yurttaşa aynen şunu söylemiştir; “Bir şeyi düşünmezseniz yoktur.” Dolayısıyla Kürt sorununu düşünmezseniz yoktur. Bu, halkta ve demokratik alanda AKP hükümetinden beklenen bu yöne ilişkin umutları ortadan kaldırmıştır bölgede. Dolayısıyla biz Kürt sorununu çözmezsek, Kongra-Gel’in silahlı güçlerinin demokratik hayata katılımı önünde yeni bir açılım yaratmazsak Türkiye belki de İsrail-Filistin’e benzer bir noktaya gidecektir.

Bu noktada sizin rolünüz terörden uzaklaşmalarını, silahı bırakmalarını sağlamak değil mi?

- Nasıl sağlayacağız? Şimdi biz onlara silahı bırakın desek bize diyecekler ki “Peki biz ne yapalım?” Bu çok insani bir sorun.

Silahı bırakıp silahsız mücadele yapabilirler.

- Nasıl gelecekler? Yok, ona imkân yok. Son çıkan kanuna af demek mümkün değil. Bakın iki kavramı bence reddetmeliyiz. Biri pişmanlık olgusu. Pişmanlık diyoruz bir tarafın onurunu incitiyoruz. Af diyoruz başka bir duyarlılığı tetikliyoruz. O halde biz buna pişmanlık da demeyelim, af da demeyelim.

İyi ama pişman olunması gereken bir durum yok mu ortada? Silah kullanan insanlardan söz ediyoruz.

-  Eğer insanları pişmanlıkla karşı karşıya bırakırsak onların onurlarını kırmış oluruz. Onuru incinen insanın hiç kimseye faydası yoktur. Onuru incinen insan bir kere kendisine olan saygısını yitirir.

İlla karşıdan bir hareket mi olmalı? Kendileri silah bırakamazlar mı?

-  Bundan beş altı yıl önce PKK, Avrupa’dan da dağ kadrosundan da iki grup gönderdi. Sekizer onar kişilik iki grup. Bu barışçıl bir girişimdi. Büyük bir mesaj içeriyordu. O mesaj şuydu; “Siz Türkiye’de siyasetin önünü açarsanız biz dağda silahlı güç bırakmayız”. Onlardan üç kişi tahliye oldu. Geçen gün kendileriyle görüştüm. Türkiye’yi benden, bizden çok savunuyorlar.

Türkiye derken, toprak bütünlüğünü mü?

- Toprak bütünlüğünü, cumhuriyetin demokratikleşmesini…  Sanıyorum devletin şöyle bir kaygısı daha var; “biz yarın bir yasa çıkardık bu gençler geldi ne malum Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik çalışmayacakları?” Ama bu kaygıya gerek yok. Gerçekten PKK kadroları değişim ve dönüşümü kendilerinde gerçekleştirdiler. Bağımsız devlet hedefli bir mücadeleden bu noktaya geldiler.

Ama hâlâ silahları var ellerinde. Hem barışçılık hem de elinde silah tutmak olur mu?

- Haklısınız. Onlar da “Biz silahı bırakmak istiyoruz. Önümüzü açın bırakalım” diyorlar. Denensin. Bakın İsrail-Filistin anlaşması yaşandı, 400 tutuklu bırakıldı. Bu kadar basit. İçtenliği artık tartmamak lazım. Bir kere bu karşılıklı güven bunalımını ortadan kaldırmalıyız. 

Devletin ya da AKP’nin yaklaşımıyla sorayım; “Devlet, bir terör örgütüyle nasıl güven ilişkisi kuracak?”

- AKP ve devleti birbirinden ayırıyorum. AKP, Kürt sorununu çözümsüz bırakarak orduyla Kürtleri karşı karşıya getirmiş oluyor. Bununla ordunun gücünü Kürtler üzerinden belirli bir çizgiye çekmeyi düşünüyorlarsa bu doğru değil. Bu bilinçli yapılmıyorsa bu anlayışın hemen değişmesi lazım. Çünkü bu politikalar sorunu çözmüyor. AKP önce yeni bir sayfa açtığını deklare etmeli.

Çatışmadan ne kazanacak ki AKP?

- AKP’nin ordunun gücünü kırmak istediği sıklıkla söyleniyor. Peki, ordunun gücünü nasıl kıracak? Sizin türban ve kamusal alan sorununuz var. Hâlâ protokolde başbakanın eşini göremiyoruz. Bu sorunun önünde engel gördüğünüz bir gücü nasıl geriletirsiniz?

Ama çok da umutlu değilsiniz anlaşılan?

- Değilim. Eğer AKP bunu yapmazsa ne olur? Kısa bir panorama çizeyim. 1983’te ANAP, AKP’nin bugünkü gücüne yakın bir güce sahipti. ANAP iki nedenle bitti: Bir, Kürt sorununu çözemediği için, iki siyasette kirlendiği için. Çünkü Kürt sorununun demokratik çözümü çağa uygun bir değişim ve dönüşüm demekti. Ya da tersinden yorumlayalım, siz demokratikleşirseniz Kürt sorunu çözülür. Kürt sorununu çözerseniz demokratikleşme de bir engeli ortadan kaldırmış olursunuz. İster böyle yorumlayın ister öyle. ANAP bunu yapamadığı için bitti.  DYP-SHP ittifakında biz de vardık. Koalisyon hükümeti çok kapsamlı bir demokratikleşme hedefini önüne koymuş olmasına ve hatta hükümet programında yer vermesine rağmen DYP-SHP koalisyonunda bölge en acılı günlerini yaşadı. Savaşın en yoğun olduğu dönem DYP-SHP koalisyonu dönemidir. Ama bakın DYP’ de bitti, SHP’ de. Savaş döneminin partileri tek tek gittiler. MHP başka bir kulvarda. İşte DSP. Neden bittiler onlar? Bir değişimi okuyamadılar, iki devleti dönüştüremediler.

AKP de eğer Kürt sorununu çözmezse, Türkiye-AB ilişkilerinde daha çok Türkiyeli değil de AKP’li bir tavır alırsa o da bitecektir.

Madem Öcalan bu noktada. Terör yerine farklı yöntemle mücadele eden bir örgüt kursaydı bugün Türkiye de farklı bir yerde olmaz mıydı?

- Abdullah Öcalan’ın PKK’yi kurduğu dönem sosyalist sistemin görkemli olduğu dönemlerdir. İkincisi PKK kurulduğunda Kürtler demokratik hayatta ifade olanağı bulamadılar. TİP, neden kapatıldı? 4. Kongresinde “Kürtlerin de kendi kaderlerini tayin hakkı vardır.” dediği için kapatıldı. Ondan sonra hiçbir Kürt siyasal aktörü kendini ifade edecek bir yer bulamamıştır. Demokratik mücadele yöntemi ve kanalı açık olmadığı için silahlı mücadele başlamıştır. Bir etken de 12 Eylül sonrasında yaşanan gelişmelerdir. 12 Eylül sonrasında Diyarbakır cezaevinde yaşananları yok sayarsak neden PKK diye sorarsak bizi doğru yanıta götürmez. O gün için silahsız mücadeleden başka bir yöntem olmayabilirdi. Ama bugün silahsız mücadele etmeyi artık çağın bir dayatması olarak okumak gerekir.

Çağın dayatması mı, insanlığın gereği mi? Gerekçesi ne olursa olsun insanlar öldürülüyor. İnsan öldürme siyasi mücadele olur mu?

- Bu doğru değil zaten. Keşke hiçbir siyasal mücadele demokratik yöntemler dışında yapılamamış olsaydı. Peki, o zaman dünya savaşları niye oldu? Yani dünya savaşlarıyla çözülecek sorunlar acaba savaşsız çözülebilir miydi? Ben de bunu soruyorum. Her zaman inisiyatif sizde olmayabilir.

Çözülmüş de olsa bazı sorunlar savaşların sonuçları ortada.

- Biz daha çok bugünü tartışmalıyız. Bugün bir kere silah ve şiddeti bir kenara bırakmalıyız.

Ama Leyla Hanım, Diyarbakır konuşmasında PKK’ya seslenirken altı aylık süre biçti, ateşkes konusunda.

- Altı ay sonra silahlı mücadeleye başlayın dememişti. Altı ay sonrası AB ile müzakere sürecinin başlama tarihiydi.  Altı aydan önce yeni bir yasa çıkarılır zaten bunun artık pratik yararı kalmaz diye düşünüldü.

Siz Diyarbakır’da bir şehit ailesini ziyaret etmiştiniz. Empati için mi yaptınız bu ziyareti?

- Evet, yine gideriz. İkisine de gittik. Biz yine gitmeye çalışıyoruz. Önümüz açılsın, sivil toplum kuruluşları bize öncülük yapsınlar biz Türkiye’deki bütün asker annelerini ziyaret edelim. Ailelerini ziyaret edelim. Biz bundan gocunmayız.

Siz gocunmazsınız ama asker aileleri buna hazır mı?

- Kamuoyu isterse hazırlanabilir. Televizyonların iki saatlik yayını motive eder. Önemli olan istemek. Biz altyapı oluşturmadan gitsek belki bir provokasyon olacaktır.

Cezaevinden çıktıktan sonra ne gördünüz? İnsanlar size nasıl davranıyor?

- İnsanlar bize çok sempatiyle yaklaşıyor. 10 yıl neden yattınız anlamış değiliz diyen bir sürü insanla karşılaştık. Yazık oldu diyorlar. Bunu şoför, tezgâhtar, işadamı söylüyor. Şu ana kadar bir tek olumsuz tepki almadık.

Şehit aileleriyle görüşebileceğinizden umutlusunuz anlaşılan?

- Bu konuda bir girişimimiz yok. Ama bu konuda bize öncülük edilir, önümüz açılırsa biz rahatlıkla gideriz. Onlar da bizim çocuklarımız. Çok ilginç bir söz var, farklı renklerde farklı dinlerde, farklı dillerde olan insanlar aynı renkte ağlar.

Abdullah Öcalan konusuna dönersek, Kürt çevrelerinde artık Öcalan’ın önderliği sorgulanmıyor mu?

- Hayır hayır. Bir kere Kongra-Gel Öcalan’ın önderliğini sorgulamıyor. Sorgulamaz da. Böyle bir şey beklemek de doğru değil. Burada önemli olan acaba bazı şeyleri tartışmak gerekiyor mu, gerekmiyor mu? Onun önderliğini tartışmak gerekir mi, gerekmez mi?

O zaman şunu da sormam gerekli. Leyla Zana’nın ya da sizlerin, bu dörtlünün parti kurmasını isteyen de Abdullah Öcalan mı? Bu partiyi o mu istedi?

Türkiye'de sol-sosyal demokrat kulvarda parçalı bir durum ve büyük bir boşluk var. Güçlü ve Türkiyeli bir çıkışla bu boşluğu doldurmak gerekiyor. Bu bakımdan hareket, 21. yüzyılda değişmekte olan Türkiye'nin, değişim istencine bir yanıt olarak doğdu. Arka planda başka şeyler aramanın ülkemize ve barışa yararı olmaz. Bu hareketi gölgelemek ülkemizin geleceğini ve demokrasiyi de gölgeler. Aslında Öcalan'ın konumunu, demokratik siyaset ve barışçıl çözüm ekseninde bir başka açıdan da değerlendirmek gerekir.

Bir noktayı daha açıklığa kavuşturmak gerek. Öcalan PKK’nın önderi mi, bütün Kürtlerin önderi mi?

- Bütün Kürtler demek mümkün değil tabii. Ama büyük çoğunluğu onu önderi olarak kabul ediyor. Geçen İstanbul’da araştırmacı bir dostumla sohbet ediyordum. Şöyle bir değerlendirme yaptı. Türkiye’de tahminen 20 milyon Kürt var, 10 milyonunu seçmen kabul edelim. HEP’ten bugüne seçimlere katılan partiler en fazla ne kadar oy aldı? 2 milyon. Demek ki, HEP’ten bugüne kadar kurulan partiler bir Kürt partisi olamamışlar. Bir şey daha söyledi; Diyarbakır’da, Mardin’de bölgenin herhangi bir ilinde ilçesinde 100 bin insan toplanıyor, “Biji PKK”, “Biji Serok Apo” diyor. PKK “meydanlara” diyor on binlerce insan meydana çıkıyor. Ertesi gün o kitlenin yüzde 5’i sandığa oy veriyor. Demek ki, kurulan partiler PKK’nin uzantısı da olamamışlar dedi.

Abdullah Öcalan’ın etki alanı daha mı geniş yani?

- Evet, Abdullah Öcalan’ın etki alanı daha geniş. Bunu kabul etmek lazım.

O zaman siz de Abdullah Öcalan’ın etki alanında mısınız? Sorulan soru bu.

- Kimin söylediği değil, kimin ne söylediği önemli. Eğer bazı doğruları Abdullah Öcalan söylüyorsa ve söyledikleri günün koşullarına uygunsa bundan esin almamak mı gerekiyor? Mesela ben barışçıl mücadeleyi önemsiyorum diyor biz o söylediği için hayır reddediyoruz mu diyelim? Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tartışmayalım diyor bu yanlış bir şey mi? Niye onun doğrularından faydalanmayı, direkt onun ekseninde bir siyaset etme tarzı olarak benimsiyor bu soruyu soranlar. Ben de bu soruyu onlara sormak istiyorum. Biz artık bazı şeyleri yerli yerine oturtmak zorundayız. Eğer biz Kürt siyasetinde ya da demokratik siyaset hayatında aktörlük yapanların misyonlarını çok cesurca ve özgürce belirlemezsek Türkiye’de barışı ve demokrasiyi gerçekleştiremeyebiliriz.

Öyleyse siz nerede etkili olacaksınız?

- Biz hareketin Türkiyelileşmesinde, Kongra-Gel’in siyasi hayata katılımında, siyasal yaşama entegrasyonunda aktif rol üstleneceğiz. Biz bu hareketin Türkiyelileşmesinde bir köprü olmak istiyoruz. Bizim önümüz açıldıkça hareket kendisini daha iyi ifade edebilecektir. Önce biz onlara kendilerini ifade etme alanı yaratalım.

O zaman partiniz nasıl bir tabana dayanacak?

- Bir kere bizim toplumsal köklerimiz bölge. Bizim köklerimiz ile PKK’nin toplumsal kökleri de aynı.

Peki Kürt tabanı dışına nasıl çıkacaksınız?

- Biz 10 yıl önce cezaevine girdiğimizde farklı bir yerdeydik. Çıktığımızda bizim çok daha etkin olduğumuzu gözlemledik Kürtler üzerinde. Aslında Kürt halkı ile Türk halkının entegrasyonunda bir sorun yok. Hükümetin şunu yapmaması lazım. Öcalan ve PKK karşıtı bir siyaset dayatması Kürtler üzerinde bir devlet veya hükümet politikasına dönüşmemeli. Aksine onları siyaset hayatına katabileceğimiz düşünülmeli. Bunun önü açılmalı. Türkiye’de hiçbir Kürt siyasetçinin Kongra-Gel’i ve Öcalan’ı dışlayarak siyaset yapma şansı yoktur. Bu gerçeği görmek lazım.

Dışlamak dışlamamak ayrı. Onun önerdiği yöntemleri benimsemek ayrı bir nokta.

- Yöntem konusunda Öcalan ile bir sorun yok ki. Silahsızlanmaya hazırlar. Düşünebiliyor musunuz? 15 yıldır savaşan 30 yıllık bir örgütü bir yıl gibi bir süre içinde bağımsız Kürdistan hedefinden günün koşullarına uygun olan farklı bir hedefe taşıyabiliyor? Bunu kim yapabilir? Eğer Türkiye AB ile ilişkilerde çok iyi bir yere gelmişse bunda onun rolünü asla küçümsememek lazım.

AB ile ilişkilerde nasıl bir rol oynadı ki?

- Çağrı yaptı, Türkiye’nin tarih alabilmesi için PKK’de herkes birebir çalıştı. Neden? Çünkü ortak bir payda var. Türkiye’nin evrensel değerlerde buluşması pek çok sorunun ortadan kalkması anlamına gelir.

Tuncer Bakırhan, devletle PKK arasında eşit mesafeden söz etmişti. Siz hangi mesafedesiniz?

- Ben eşit mesafe demiyorum. Ben mesafeli duruşa da karşıyım. Ben Türkiye’nin sosyolojik gerçeklerini yok sayarak sorunları çözemeyiz diyorum. Türkiye’de siyaseti belirleyenleri kendi bulunmak istedikleri noktada görmezsek ve yok sayarsak ya da dışlarsak siyaseten yürüyemezsiniz. Bazı Kürtlerden örnek vermek istemiyorum ama arkasında PKK’yi dışlayan hatta PKK’ye açıkça karşı olan bir tek siyasetçi başarılı olamamıştır bu ülkede. Arkasına Kürtleri alamamıştır. O halde ne biat olmalı, ne de ret. Bütün Avrupa ciddiye alıyor, devlet ciddiye alıyor. Önemsiyor. Şimdi kalkıp birileri diyor ki, hayır siz önemsemeyin yoksayın. Peki, niye onun görüşleri çağa çok uygun değişimler yaratıyorsa ben niye onu ciddiye almayayım?

Ciddiye almak değil söylenen, merak edilen organik bir ilişkiniz olup olmaması?

- Hayır, organik bir ilişkimiz yok. İşte ilişkimiz aynı taban üzerinde siyaset yapmamız. Kalktık bütün medyanın önünde gidip Beka’da görüştük. Gizli saklı bir şey yoktu.

Ama hâlâ insanlarda gizli saklı bir ilişkiniz olduğu kuşkusu var.

- Nasıl gizli saklı ilişkimiz olabilir ki? Mesela Zübeyir Aydar, Remzi Kartal. Benim milletvekili arkadaşlarım, birlikte seçildik. Bana telefon açıyor, bayramın kutlu olsun diyor.

- Ama Zübeyir Aydar şimdi Kongra-Gel’in lideri.

Ama benim de arkadaşım. Arkadaşlığımı yok mu sayayım?

Peki, o zaman konuşma sadece bayram kutlaması ile sınırlı mı kalıyor?

- Hayır, elinizden geldiğince demokratikleşmenin önünü açın diyoruz. Onlar da farklı düşünmüyor, aynı şeyi söylüyorlar.

Yine aynı yere geliyorum. Aynı şeyi düşünüyorlar diyorsunuz. Ama dağda silahlı bir örgütün varlığını da sürdürüyorlar. Binlerce insan da öldürülmüş.

- Tamam, bunlar da diyorlar ki, bizim önümüzü açın biz silah bırakmaya hazırız. Misak−ı Milli’yi tartışmayacağız. Türkiye aleyhine faaliyet göstermeyeceğiz, siyaset yapacağız diyorlar. Neden bundan korkuluyor? Neden bu imkân tanınmıyor? Bakın size bir ilginç tespit yapayım. Cezaevinden çıkan PKK’lilerin sayısı 3 bine yaklaştı. Pek çoğu 80’li 90’lı yıllardaki bağımsız Kürdistan şiarından vazgeçmiş. Dönüştürmüşler kendilerini. Müthiş entelektüel birikimleri var. Her biri haftada birkaç kitap okumuş, kendilerini geliştirmişler.

Buradan federasyon konusuna geçebilir miyiz? Siz federasyona karşı mısınız?

- Tabii. Ben Türkiye’de Kürt sorununun federatif bir yöntemle çözülmesinin doğru olmadığı kanısındayım. Belki 50 belki 100 yıl sonra olabilir bilemiyorum. Ama bugün Türkiye’de federatif bir çözüm uygun olmaz. Bir kere Türkiye’de Türkler ve Kürtler federal bir yapıya sahip olan diğer ülkelerdeki gibi değiller, çok iç içe geçmişler. Örneğin İstanbul bir kent ama bir Kürt kenti gibi. Türkleri ve Kürtleri farklı bir coğrafyada yaşatacak demografik bir yapı hiç olmadı Türkiye’de. Federasyona örnek verilen İsviçre federasyona bundan 800 sene önce geçti. Belçika yine öyle. Belçika’da hem dinsel, hem dilsel farklılık çok yaygın. Türkiye’nin hem coğrafi yapısı, hem Türklerle Kürtlerin dağılımları bizce federatif yapı istemini haklı ve gerçekçi kılmıyor. Biz o aydınlar bildirisinden sonra yaptığımız basın açıklamasında da bu görüşü vurguladık.

Peki, o zaman nasıl oldu öyle bir bildirinin altında imzanız yer aldı?

- Biz zaten imza vermemiştik o bildiriye. Tartışılan metin bu değildi. Ki orada İsviçre, İspanya örneği var. Türkiye ne İspanya, ne İsviçre, ne de Kıbrıs’tır. Türkiye’nin çözümü kendine özgü olacaktır. Ben iddia ediyorum demokratik cumhuriyet çözümü, en ileri federal çözümden daha ileri bir çözümdür. Geri bir çözüm değildir bu. Oradan modelleri ithal etmek değil, demokratik anlayıştan esinlenebiliriz ancak. Bizim düzeltilmesini istediğimiz metin yerine farklı bir metin yayınlandı.

Neden böyle bir şey yaptılar?

- Yaptılar çünkü eğer Leyla Zana’nın adı olmasaydı belki de hiç etki yaratmayacaktı o metin.

O zaman Kürt diasporası sizi farklı bir yere mi sürüklemek istedi?

- Acaba onlar tamamen Kürt diasporasını temsil eden bir grup mu onu da tartışmak lazım. Ama Türkiyeli Kürt aydınlar diyebiliriz. Onlar federasyonu tartışabilirler. Biz buna saygı duyarız. Ama biz doğru bulmuyoruz. Biz tüm diplomatik faaliyetlerimizde ikili görüşmelerimizde hep bunları savunduk, bunları anlattık. Biz Sayın Abdullah Gül’e, Bülent Arınç’a ne söylediysek herkese aynı şeyi söyledik. İçerde ne söylediysek dışarıda da onu söyledik. 

Kürt diasporası sizden daha radikal, daha farklı düşünüyor anlaşılan.

- Olabilir. Herkes farklı düşünebilir. Irak örneğini veriyorlar federasyon konusunda. Irak bu müdahale olmasaydı federatif bir yapı noktasına gelebilir miydi? Acaba o federatif yapıyı savunan bildiriye imza koyan arkadaşlarımız Türkiye’de federatif bir yapıyı nasıl gerçekleştirecekler?  Hangi güçle? Eğer Türkiye’ye üçüncü bir müdahale olup bir federasyona geçileceğine ilişkin bir bilgileri varsa onu da açıklamalılar. Şırnak’ta kişi başına düşen milli gelir 400 dolar, Kocaeli’nde 4 bin dolar. Bu kadar farklı gelir dağılımı olan yerde nasıl federasyon yapacaksınız? Balıkesir’de, İstanbul’da, Antalya’da yaşayan bir Kürdü nasıl bir federasyon içinde yaşatacaksınız?

Ümit Fırat, “Leyla Zana kadın olmasa bu noktaya gelmezdi” demişti. Haklı bir bakış mı bu sizce?

- Leyla Hanımın Kürt siyasal yaşamında tam 25 yıllık bir emeği var. Leyla Zana’yı Leyla Zana yapan onun güzelliği değil, onun politik birikimidir. 12 Eylül ile cezaevleri önünde başlayan, parlamentoda devam eden ve bugüne kadar süren bir çizgisi var onun. Leyla Hanım bölgede tüm istisnasız hak ihlallerinde demokratik mücadelelerde hep önde olan bir kadın siyasetçidir. Bir insanın 10 yıllık cezaevi geçmişini yok sayacaksınız, bir insanın 80’den 90’lı yıllara kadar varolan bölgede aydınlar yokken mücadele eden bir kadın geleneği başlattığını yok sayacaksınız. Bu doğru değil.

-Bildiri olayı da bir kırılma getirdi anladığım kadarıyla. Hatip Dicle farklı görüşü savundu.

- Hayır savunmadı, basın açıklamamızda onun da imzası vardı. Bizi o bağlar. Biz o basın açıklamasını yapmasaydık farklı bir tehlike de doğabilirdi. Çünkü o günlerde AB Türkiye ilişkilerinde bir tıkanmanın olacağı bu tıkanmada da Kürtler federasyon istemesi gerekçe gösterilecekti. Çünkü Türkiye’nin AB ile entegresyonunu isteyen güçler olduğu gibi karşı çıkan güçler de vardı. Tıkanma olsaydı muhtemelen şunu söyleyeceklerdi, Kürtler çok farklı bir pozisyon aldılar, bunun için de AB Türkiye’ye müzakere tarihi vermedi. O tıkanmanın faturası bizim şahsımız üzerinden Kürt halkına çıkarılacaktı. Buna engel olmak için ertesi gün basın açıklaması yaptık. Biz o bildirinin içeriğinin doğru olmadığını, o bildirinin öncülüğünü yapan kadrolara baştan söylemiştik.

Yanlış hatırlamıyorsam Yaşar Kaya da sizinle bir hesaplaşmadan söz etti.

- Yaşar Kaya bizim eski genel başkanımızdır. Biz genel başkanımızla hesaplaşmayı asla düşünmeyiz. Artık birazda hesaplaşma dili ve kültürünü terk etmek lazım. Kim, kiminle nereye kadar hesaplaşacak, yetmez mi bu hesaplaşmalar? Sonunda yaşadığımız acılar da bu hesaplaşmanın ürünü değil miydi?

Kuzey Irak’ta bir federasyon tartışması var. Kerkük’ü de içine alan bir Kürt Federe Devleti kurulması Türkiye’yi nasıl etkiler?

- Orada olabilir. Çünkü orada Kürtler, Türkmenler ve Arapların tarihsel geçmişleri çok farklı. Orada etnik dağılım bölgelerle sınırlı. Bölgesel bir federasyon oradaki koşullara uygun bir çözüm. Ama oradaki yaşam standartlarının Türkiye’ye yansıması da olacaktır. Eğer Türkiye’de Kürt sorununa çok acil kalıcı, çağdaş ve barışçıl bir çözüm bulamazsak Kuzey Irak’taki çözüm cazibe merkezi haline dönüşebilir. O zaman Türkiye’deki Kürtler de benzer bir çözümün ısrarcısı olabilirler. O nedenle hükümet hem içerdeki hem dışarıdaki Kürtlerle dost geçinmeli yanı başındaki Kürt federal devleti ile kardeşlik ve dostluk içinde olmalıdır. Bu tutum ABD ile olan gerilimi de düşürecektir.

Orası cazibe merkezi olabilir derken Kerkük’ü de içine alması halinden mi söz ediyorsunuz?

- Kerküklü ya da Kerküksüz bir Kürdistan fark etmez. Federal bir Kürdistan’ı çok etkilemez. Türkiye’deki Kürtlerin sadece kimlik ve kültürel haklarını değil yaşam standartlarını da iyileştirmeliyiz. Bunun yaşanmaması için Kürt sorununun çözümü konusunda acil bir çözüm paketi oluşturmalıyız. Paket çözüm düşünemezsek bunu karşılayan benzer çözümler esin kaynağı olacaktır.

Neler olmalı bu pakette?

- Birinci madde silahsızlanma, ikinci madde cezaevlerindekilerin salıverilmesi, üçüncü madde bölgeler arasında gelişmişlik farkının ortadan kaldırılması olmalı, dördüncü madde ekonomi olmalı, cezaevinden çıkanların ve dağdan inenlerin rehabilitasyonu olmalı. Bunlar olmazsa “Toprak bütünlüğü dedik, Misakı Milliyi tartışmayız dedik” olmadı. “O halde niye bunları istiyoruz?” diye bir sorgulama başlayabilir.

O halde size göre sorunun çözümü daha acil bir sürece girdi?

- Evet, çok acil bir sürece girdi. Pratik adımlar atılmalı. Örneğin başbakanın bir Diyarbakır gezisinde vereceği mesaj birçok şeyi değiştirebilir.

Nasıl bir mesaj?

- Biz Türkiye’de Kürt sorununun çözümüne ilişkin yeni bir sayfa açmayı düşünüyoruz. Dağdaki gençlerime sesleniyorum silahsızlanmaya yönelik bazı adımlar da atacağız. Bu mesaj bile yerini bulacaktır. Bu mesaja bir anlam biçilecektir. Ama hükümetten gelen, çözüme ilişkin en ufak bir şey yok. Bir kere hükümet Türkiye’deki Kürtlerle de, Kuzey Irak’taki Kürtlerle de artık tehdit ve şantaj diliyle değil, kardeşlik ve dostluk diliyle konuşmalıdır. Demeli ki, Kuzey Irak’taki Kürtler bizim dostumuzdur, akrabalarımızdır. Biz onlara ilişkin politikamızı da değiştiriyoruz. Yanı başımızdaki bir devlet bize dost olmalıdır, niye düşmanımız olsun? Türkiye politikasını değiştirmeli. Tabii aynı şekilde PKK da tehdit ve şantajın diliyle değil, kardeşlik ve dostluğun diliyle konuşmalı.

Orada federal bir bölge kurulması Türkiye için tehlike getirmez mi, söylediğiniz gibi?

- Hayır, tehlike getirmez. Aynı zamanda sorunun çözümü için adım atacak. Bunun mesajını verecek. Kürt sorununu çözmek bu kadar zor değil.

Politika değişikliği diyorsunuz ama Türkiye eski çizgiyi sürdürüyor, tam tersi Kerkük için askeri müdahaleden söz ediyor.

—Söylemlere çok takılmadan şunu görmek lazım. ABD’nin Ortadoğu’daki yeni stratejik partneri Kürtlerdir. Bugün bölgede de Türkiye’de de değişimin lokomotifi Kürtler olacaktır. Kürtler kendi aydınlanma sürecini başlatmış durumda, bunu Türkiye aydınlanmasına dönüştürmek istiyor. Bunun önünü açacak olan hükümettir.

Hükümet söylediğinizin tam tersine Kerkük konusunda sertleşmeden söz ediyor.

-Hükümet bunu Kürtlerle dostlukla çözmeli. Tehditle şunu yapmazsanız bunu yaparım gibi açıklamalarla değil, gidip hangi çözümün daha mantıklı olduğunu tartışmalı. Onlar konuşmaya açık. Ben devlet politikasının değişebileceğini düşünüyorum. Eğer Talabani ve Barzani’nin bölgelerinde bir diyalog süreci başlarsa iki taraf da yaklaşımını gözden geçirir. Sıkıntı, diyalogun olmaması. Oradaki bir oluşumun Türkiye ile dost olması için bir kere Türkiye’nin dost olması lazım.

Sizce Kerkük bir Kürt kenti mi?

- Kerkük Kerküklülerindir.

 İşte sorun da bu galiba. Kerküklüler kim?

—Ona da Kerküklüler karar versin.

Türkiye’nin tepkisinin bir nedeni orada PKK’nın askeri varlığının devam etmesi değil mi?

Siz de bu zemini yok edecek tedbirler alın. Demokratikleşmeyi sağlayın. Dağda silahlı gençler tehdittir değil mi? Silahsızlandıralım, tehdit olmaktan çıksın zenginliğe dönüşsün. PKK, Türkiye’nin yarattığı tarihsel bir gerçektir. Türkiye’nin Kürt sorunundaki bir değişim politikasını tartışmaya açması, ABD ile bölge ülkeleriyle olan gerginliği azaltacaktır. Türkiye bölgenin parlayan yıldızı olacaktır. Bir yasa çıkarılsın emin olun bir ay sonra o dağlara tatile gidilir. Turizme açılır.

Peki, sizce çözüm bu kadar kolay da neden hükümet bu kadar kolay çözüme yanaşmıyor?

- Nedeni çok yönlü. Bir örnek vereyim. Biz parlamentodan atıldıktan sonra Kürt sorununu dillendiren tek bir milletvekilini bulamazsınız. Şunu da önerebiliriz. Tüm bölge milletvekilleri, Kürt sorununu demokratik, barışçıl biçimde çözmek isteyen tüm siyasi parti başkanları, bizlerle birlikte Ankara’ da bir konferans yapalım. Ortak akıl oluşturalım. Buradan çağrı yapıyorum. Katılsınlar tartışalım. Kürt sorununa artık Genelkurmay karargâhlarında, Başbakanlık makam odalarında, ikili sohbetlerde, dar toplantılarda tartışılan bir konu olarak yaklaşmak yerine, Türkiye’nin çözmesi gereken bir sorun olarak yaklaşmalıyız. Biz bunu yapmazsak, hükümet adım atmazsa, yaptıracaklar zaten.

Kim yaptıracak?

- AB ile müzakereler başladığı zaman tek tek yaptıracaklar. Kendi sorunumuzu neden dıştan gelen dayatmalarla çözelim? AB'den ve ABD'den gelen çözüm ne kadar bizim çözümümüz olabilir? Bu Türkiye'nin sorunu. O nedenle biz çözmeliyiz.

Türkiye’deki AB karşıtlarının yaklaşımıyla sorayım o zaman. AB neden bunları dayatıyor Türkiye’ye?

- AB sorunlu bir Türkiye’yi niye alsın içine? İspanya, İngiltere, İtalya Belçika çözmüş. AB üyesi olan her ülke demokratikleşme standartlarını yükseltmiş. Ben sizi içime alacağım ama siz bana benzemiyorsunuz. Olmaz. AB içine alacağı bir ülkeyi kendine benzetecektir.

DTH’nin hedefi de o zaman AB ülkelerine yakın bir Türkiye yapmak…

- Yakın değil,  AB’ye tam üye bir Türkiye gerçekleştirmek. Temel amacımız o.

Seçimler bugün olsa nereden aday olursunuz?

- Şu anda siyasi haklarımızı kullanamıyoruz. Son duruşmada bu konuda halen hükümlü olduğumuza dair karar alındı. O karar değişmezse zaten giremeyiz.

Peki, gönlünüz nereden aday olmakta diye sorayım? Örneğin İstanbul?

- Bize kalsa biz artık parlamentoda kendisini daraltan bir siyaset etme arayışının içinde olmayız. Ben kendi açımdan sadece parlamentoya kilitlenmiş bir politika etme biçimini çok da anlamlı bulmuyorum. Kurum olarak reddetmiyorum parlamentoyu. Parlamento dışında da siyaset yapabilmeliyiz diye düşünüyorum. Hatta buna öncülük etmeliyiz. Siyaset; milletvekili, belediye başkanı olmak istemeden de yapılabilir.

Ama şu anda parti kurmayı hedefleyen bir hareketin içindesiniz. Bu çelişki değil mi?

- Bu hareket olgunlaştığında günü geldiğinde partileşecek. Ama günü geldiğinde bu partideki rolümüzün ne olacağını şimdiden bilmek zor. Belki parti kurulduğu tarihte siyasi yasağımız ortadan kalkar. Ama bir partiyi kurmak mutlaka o partinin içinde parlamentoyu hedefleyen bir pozisyon almak anlamına da gelmemelidir. Bizim bu hareketin içinde yer almamız demin söylediklerimle çelişen bir durum değil. Partiyi kurarız. Üye de olabiliriz. Ama milletvekili adayı olmayız.

Ama hareketin motor gücü sizsiniz.

- Önemli olan bu hareketi Türkiyelileştirmek.

Türkiyelileştirmekten kastınız ne?

- Anayasanın birinci maddesi “Türkiye devleti bir cumhuriyettir” diyor. 66. maddesi ise, “Vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” diyor. Peki kendisini Türk hissetmeyenler vatandaşlık bağı ile bağlı olmamalı mı? Peki ya Kürtse? Bu Türkiye gerçekliğine uygun bir tanım değil. Bu kavramı cesurca tartışmalıyız. Madem devletin adı “Türkiye Cumhuriyeti”dir, o zaman ulusun da adı “Türkiye ulusu” olmalı. 66. maddeye yeni tanım getirmeliyiz. O da Türkiyelilik olmalı. Türkiyeli bir Türk, Türkiyeli bir Kürt, Türkiyeli bir Laz olabilmeli insan.

Bu tanımın değişmesi Türkiyeliliğin sağlanması için yeterli mi?

- Özgür ve eşit yurttaşlar yaratmalıyız. Hemen hatırlatayım. Artık Hürriyet de bence logosundaki "Türkiye Türklerindir" sloganını gözden geçirerek çağa uygun Türkiyeli bir slogan bulmalı. Türkiye Türklerin ise Türk olmayan Türkiyelilerin ülkesi neresi? Bir de eğitim ve öğretim hakkı var insanların.

Kürtçe televizyon yayınının başlaması, Kürtçe şarkı türkülere izin verilmesi bu konuda önemli bir gelişme değil mi?

- Kürtçe yarım saatlik yayın, 80 yıldır yok sayılan bir olgunun tanınması anlamında önemli bir adım. Fakat yeterli değil. Bununla Kürtçe şarkı ve türkülerin televizyonlardan, radyolardan özgürce söylenmesi gibi bir sonuç doğmuyor. Hâlâ televizyonlarda Kürtçe şarkı söylerken çok çekinen sanatçılar var. Bir kere o alanı özgür bırakmak lazım. İsteyen istediği yerde söyleyebilmeli. TV de yayın sınırlaması olmamalı. Yerel televizyonlar bölgesel TV’ ler bu hakkı kullanabilmeli. Tekelleştiren ve tekleştiren bir yaklaşım yerine bir dil özgürlüğü olmalı. Eğitim ve öğretim diyoruz. Bir insana kendi anadilini parayla okutma gibi bir mantık çağdaş olabilir mi? Kürtçe parayla kurs veriliyor. Üniversitelerde Kürt enstitüleri kurulabilmeli, Kürt dili ve tarihini araştırma enstitüleri açılabilmeli, hatta ders olmalı. İlköğretimde seçmeli ders olabilir.

Bunlar Türkiye’yi bölmez. Birlikte yaşama gücünü daha da güçlendirir. Dünyada hiçbir ülke bunları sağladığı bunları yaptığı için bölünme duygularını ortaya çıkarmamış, aksine daha çok birlikte yaşamanın anlamlı olduğunu görmüşler. Korkudan özgürleşmeliyiz artık. Türkiye de karşılıklı güven ortamı oluşturulmalı. Türk halkı şunu bilmeli, Kürt halkı her tarihi dönemeçte Türklerin yanında olmuştur. Anadolu’nun kapıları Kürtlerle Türklerin birlikte mücadelesiyle açılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Kürtlerle Türklerin birlikte mücadelesiyle olmuştur. Türkiye AB süreci yine Kürtlerle Türklerin ortak dayanışmasıyla olmuştur. O halde biz genç cumhuriyetin eksik kalan demokratik ayağını da yine Kürtler ve Türk halkının dayanışmasıyla yeni bir çıkışa yeni bir hamleye dönüştürebiliriz.

Türkiye buna hazır mı?

- Türkiye’yi devlet olarak değil halklar olarak soruyorsanız evet. Demokratik kamuoyu bu değişime hazır. Bakın düne kadar Sayın Öcalan demek suçtu. Oysa dün bir mahkeme Sayın Öcalan diyen birkaç kişiyi beraat ettirdi. Demek ki toplumun, yargının, Öcalan’ın sayın olduğu konusundaki yargısı değişti.

Yargısı mı değişti yoksa sadece suç olmaktan mı çıktı?

- Ama bu yargısal değişimdir. Düne kadar suçtu. 1993’te Türkeş ile Birand’ın programında konuktuk. Sayın Türkeş’ten sonra Sayın Öcalan demiştim. Kızılca kıyamet kopmuştu. On yıl önce. Sen nasıl sayın dersin diye? İsmet Sezgin aynı dönemde Bay Öcalan demişti. Toplumun değer yargısı değişiyor. Geçen gün bir savcı iddianamesinde PKK’nın bağımsız devlet hedefinden vazgeçtiğine inandığını söylüyor. Bunlar değişim. Biz bunu okumalıyız. Değişime direnen mutlaka aşılacaktır. Kürtler için de demokratik kamuoyunu belirleyen aktörler için de böyledir. Kim direniyorsa ya o tasfiye olacaktır, ya da değişim sürecinde kendini dönüştürecektir.

O halde değişimden umutlusunuz?

- Tabii ben değişimden umutluyum. Neden? Çünkü bizim beslendiğimiz toplumsal kökler değişime hazır. Bunu gördüm. Bir Kürt modernitesi doğmuş, Kürt aydınlanması doğmuş. Halk, Biji Apo, Biji PKK diye slogan attığında 100 bin insan ben “Türkiye'nin bütünlüğüne evet” vaadinde bulunmuş oluyor. O bir sözleşmedir. Eğer onun stratejisine önem vermemiş olsaydı o sloganı atmazdı. Bu sevindirici bir gelişme.

O halde sizin Öcalan’ın samimi olduğundan en ufak bir kuşkunuz yok…

- Kesinlikle. Bunu taktiksel yapmıyorlar, bunun stratejik bir değişim ve dönüşüm istencinden kaynaklandığını biliyoruz. Dünya değişiyor, Türkiye değişiyor, Kürtler de değişecek. Değişimin dışında kalamayız. Aslında yaşadığımız sancılar birazda bu kalıp değişiminden kaynaklanan sancılar olarak algılanmalı. Kabuk değiştiriyoruz. Kabuk atarken incitir, çünkü altından yeni bir doku çıkacaktır.

Peki, nihai barış, kabuk değişimi tamamlanınca mı gelecek?

- Öcalan özgür olmadan nihai barış olmaz. Ama savaşsız ve çatışmasız bir dönem yaşayabiliriz.

Öcalan, serbest bırakılmalı mı? Bunu mu istiyorsunuz?

- Bugünün koşullarında uygun görülmüyor. Ama koşullar olgunlaştırılabilir. İki televizyon yayını, 15 günlük bir haber kampanyası bunu sağlayabilir. Bakın Mandela’yı örnek vereyim. Mandela cezaevindeyken De Clerck, gidip onunla görüştü, barış geldi. Eğer toplum hazırlanırsa o hazmedemeyeceğini düşündüğümüz şeyleri hazmedebilir.  Yeter ki bu, Türkiye’nin yararına görülsün.

Öcalan’ı Mandela ile kıyaslıyorsunuz…

- İlk kıyaslamayı Çiller yapmıştı.

Çiller olumsuz tarafından bakmıştı. Mandela olamaz demişti.

- Çiller sosyolojik bir gerçekliği de yok saymıştı. Mandela da bir zamanlar teröristti. Arafat da teröristti. Bu kıyaslama değil tarihsel bir tespit. Ben siyasetçiyim. Ben tarihsel olguları yok sayamam. Eğer tarihten ders almazsam günü kurtaran bir politika yapmış olurum. Bu da bize yakışmaz.

Öcalan Mandela gibi bırakılabilir diyorsunuz…

- Eğer bugün çatışmasız bir dönem yaşıyorsak Öcalan bırakılabilir. Beş sene önce linç kampanyalarının yapıldığı bir Türkiye’yi gördük. Nereden nereye geldik? Bir yandan bunu söylüyoruz, Öcalan ile örgüt arasında iletişimin yapılıp yapılmayacağını tartışıyoruz. O bağı koparmak çok tehlikeli.

Devlet örgütünü yönetmesine izin versin mi diyorsunuz?

- Ben öyle demiyorum. Ben şöyle bakarım, onun örgütü yönetmesi mi iyidir, yönetmemesi mi iyidir? Şimdiye kadar gördük örgütü yönetmesi çok daha faydalı sonuçlar doğuruyor. Peki, neden engelleniyor? Bir insanın sağlık sorunlarının çözümünü istemesi çok insani bir şey değil midir? Televizyon izleyemediğini, gazeteleri okuyamadığını söylüyor. Peki, güncel gelişmelerin dışındaki bir Öcalan mı, yoksa günü okuyabilen, ona o imkân sunulan bir Öcalan mı? Bu soruları çok ciddi sormamız lazım. Bence onu sürecin dışına iten bir anlayış barışa yarar sağlamaz.

Ama bütün bu süreçten Abdullah Öcalan'ın dışlanmaması gerektiğini düşünüyorsunuz değil mi?

- Evet. O dışlanmamalı.

Cezaevinden çıktıktan sonra dörtlü olarak davranıyordunuz. Hâlâ dörtlü olduğunuz söylenebilir mi?

- Şimdi dörtlü değil 14'lüyüz. DTH, 14 kişiden oluşuyor. Kendi aramızda parçalı olduğumuz söyleniyor. Farklı görüşler var elbette ama hedeflerimiz ortak.

Peki, şu anda dile getirdiğiniz görüşler, o 14 kişinin görüşleri mi?

- Hayır. Onların da bu görüşlere yakın düşündüklerini biliyorum. Ancak burada söylediklerim beni bağlayan görüşler.

Geçmişe baktığınızda cezaevine girdiğiniz dönemi hatırladığınızda sizin de hatanız olduğunu düşünüyor musunuz?

- Ben bir hata yaptığımız kanısında değilim. Hata ile yapılmak istenenleri yapamamak arasındaki farkı ortaya koymak zorundayız. Geçmişime bakıyorum insanlar işkence görmüş parlamento kürsüsüne gelmiş biz demişiz ki işkence size yakışmıyor. Köy boşaltılmış, köy yakılmış biz de demişiz ki bu sorunu köyleri boşaltıp yakarak çözemezsiniz. Bizler de bu sorunun toprak bütünlüğü içinde barışla çözülebileceğine inanıyoruz demişiz. Bunda bir hata yok. Ama bunu böyle değil de daha çok şey yapabilir miydiniz diye sorarsanız belki de koşullarımızı daha çok zorlayarak daha çok şey yapabilirdik. Ama süreci asla değiştiremezdik.  O süreç bize rağmen gelişti. İnsanları yargılarken şunu da görmek gerek, böyle yapmasaydınız farklı bir sonuç mu elde ederdiniz? Biz kesinlikle ne yapmak istediysek bu sürecin dışında farklı bir sürecin içinde bulamayacaktık kendimizi.

Şöyle sorayım, Leyla Hanım kürsüye çıkıp Kürtçe yemin etmeseydi de bu noktaya gelinecek miydi sizce?

- Aslında o bir yemin de değildi. Leyla Hanım Şırnak'taki seçim kampanyası sırasında söz verdi. “Ben o kürsüden Kürt ve Türk halkının kardeşliğini söyleyeceğim. Yemin töreninde de ben bu yemini Türk ve Kürt halkının kardeşliği için yapıyorum,” dedi. Ben ceza avukatlığı yaptım yıllarca. Orada kamyon kasalarında, tankerlerde yeşil sarı kırmızı renkler kullandıkları için bağlandıklarını gördüm. Diyarbakır'da, Cizre'de trafik ışıklarının renklerinin değiştirildiğini gördüm. Yeşili mavileştirdiler. Demin dedim ya, HEP'in çıkış ve kuruluş koşulları ile DTH'nin çıkış koşulları çok farklı. Çok değişti her şey.

Peki, siz ne kadar değiştiniz?

- Bizde çok değiştik. Bizde değişmeyen ne var? Koşulları daha iyi okuyabiliyoruz. 10 yıl önce parlamento kürsüsündeki konuşmalarımızı okuyun.  10 yıl önce söylediklerimizle bugün söylediklerimiz birbirine yakın şeyler. O gün de üniter yapı ve toprak bütünlüğüne vurgu yapıyor, barışçı mesajlar veriyorduk. Dünden farkımız ne? Bölgede hak ihlalleri daha az yaşanıyor. DTH de artık kimlik talepleriyle iş ve aş taleplerini birlikte ele alıyoruz. Bu talepler başat gitmek zorunda.

Artık sadece kimlik sorunu olarak görmüyorsunuz sorunu.

- Evet, kimlik ve hayatın diğer sorunları başat gitmeli. Kimlik sorununun da süreç içinde çözüleceğine inanıyoruz. Ama bunu dış dinamikler istediği için yapmayalım. Bunu ABD ya da AB dayattığı için yapmayalım.

Cezaevinden çıktığınızda hayat çok değişmişti. Ama onun dışında dikkatinizi çeken değişiklikler nedir günlük hayatta? Örneğin cep telefonu, internet yoktu siz cezaevine girerken...

- Cep telefonu tutuklandığımız hafta Meclis'te gündeme gelmişti. Henüz kullanamadan cezaevine girdik. Müthiş bir teknolojik değişim gerçekleştirmiş Türkiye. Tabii ben ondan daha önemli bir değişim gördüm. Büyük bir hoşgörü ortamı var şimdi. 10 yıl önce lokantalarda servis alamıyordum. Ya servis açmıyorlardı ya da bir saat bekletiyorlardı. Gitmek zorunda kalıyordum. İnsanlar artık demokratik haklarının tanınmasının bir tehlike olmadığını gördüler. Bence teknik değişimden çok duygudaki bu değişimi görmek lazım.

Cezaevinde okuma fırsatınız oldu mu?

- İlk beş yıl okuma yazma açısından koşullarımız çok iyiydi. Ama son beş yıl koşullarımız zorlaştı. Çünkü Türkiye'nin değişik cezaevlerinden tutuklu ve hükümlüler bizim koğuşumuza getirildi. Koğuşumuz, bağımsız koğuş olmaktan çıktı. PKK'li hastaların tedavi gördüğü bir revir koğuşuna döndü. Beş yıl içinde 500'ü aşkın PKK'li tutuklu ve hükümlü getirildi koğuşa. Kimisi kanser, kimisi başka hastalık… Revir de yoktu. Gençleri sahipsiz de bırakamazdık.

Aranızdaki ilişki nasıldı?

- Çok insani, çok iyi. Herkesin okuma saati belliydi, yatma saati belliydi. Son derece birikimli insanlardı. Dedim ya haftada iki kitap bitiriyorlardı. Entelektüel olarak geliştirmişlerdi kendilerini. Moral günlerinde kimisi saz çalar, kimisi şarkı, türkü söylerdi. Hepsi birer şairdi. Türkiye'nin bir milli maçını izliyorduk, Hollanda mıydı tam hatırlayamıyorum. Türkiye milli takımı bir gol attı, PKK'li tutuklu ve hükümlüler hep birlikte ayağa fırladı, "Gooool" diye.

Daha önce sevinmezler miydi Türkiye'nin gol atmasına?

- Asla. Düşman takım olarak bakıyorlardı. Düşmanlık kültürü hâkimdi. Evvelden TC derlerdi, şimdi Türkiye Cumhuriyeti diyorlar. Değişimden bir örnek daha vereyim, Leyla Hanımın koğuşunda bir bayan arkadaş kanserden tedavi oluyordu. Gardiyana daha önce düşman geldi derlerdi. Düşmandan sonra falanca abi, memur geldi, gardiyan geldi demeye başladılar. Değişim bu kadar etkiledi. Bunu görmek lazım. Ama bunu kıvamında tutamaz, bu beklentiyi karşılayacak adımlar atmazsak bu duygudan kopuş da yaşanır.

Abdullah Öcalan'dan size hiç mesaj geldi mi?

- Herkese mesaj gönderiyor. Başbakana dahi mektup gönderdi. Bize gelmedi. Uç bir şey söyleyeceğim, Öcalan bugün siyaset yapsa kesin yüzde 10'u aşacak bir Türkiyelilik politikası güderdi. Ve bunu da başarırdı.

O zaman bu hareketin gerçek liderinin Abdullah Öcalan olduğu düşüncesinde olduğunuz ortaya çıkıyor.

 Kongra-Gel'in gerçekliği budur tabi. Zübeyir Aydar'ın Kongra-Gel'in başkanı olması çok farklıdır. Onun Kongra-Gel'in lideri olması çok farklı bir şeydir.

DTH'nin hedefleri nelerdir?

- Bize iki eleştiri var. Diyorlar ki, bunlar HEP'ten gelen bir geleneğin devamıdır. Dolayısıyla bu parti Türkiyelileşemez. HEP'i, DEHAP'ı yaratan koşullar farklıydı, DTP'yi yaratan koşullar çok farklı. Onlar eylem ve şikâyet partisi oldular, siyasal süreç içinde de karşıtlarına benzeyen bir eğilim içine girip daraldılar. Mesela biz barış diyoruz, kendi içimizde barışık değiliz. Demokrasi diyoruz, kendi içimizde demokrasi uygulamıyoruz.  Kardeşleşme diyoruz, kendi içimizde kardeşlik hukuku yok. Biz toplumu dönüştürmeden önce kendimizi dönüştürmek zorundayız. Sonra toplumu, sonra devleti değiştirip dönüştürebiliriz. Bunu yapmadan her şeyi devletten beklemek, siyaset kurumundan beklemek doğru olmaz. O nedenli tıkandı bu partiler. Biz önce dörtlü bir çıkış yaptık, sonra eski partilerin genel başkanlarını aldık ve 14 kişi olduk. İkincisi biz Türkiye'nin her sorununu önceleyen bir yaklaşıma sahibiz. Bizim için Kürt sorunu ne kadar önemliyse Diyarbakır'da tiner kullanan 15 bin sokak çocuğunun sorunu da o kadar önemlidir. Çünkü biz bunu çözünce Türkiye'nin sorununu çözmüş olacağız. Trakya'ya, Karadeniz'e gidip toplantılar yapacağız. DTH'de başarıya götürebileceğimize inanmayanlar, SHP de dahil olmak üzere sol siyasette sosyal demokrat kulvarda siyaset yapan ya da siyasetin dışında kalmış sosyalistlere, sosyal demokratlara hatta liberallere çağrıda bulunuyorum. Onlar gelsinler Türkiye'de sola yeni bir tanımlama getirelim. Türkiye'de bu parçalı duruşu terk edip herkesi kucaklayacak bir kitle partisi kuralım. Bunu en kısa zamanda gerçekleştirelim. Bu olmuyorsa çıksın kendileri bir parti kursunlar, biz onların arkasından yürüyelim. DTH'nin Türkiyeli bir parti olması konusunda eleştiri getirenlere söylüyorum bunları. Bu arada 800'e yakın bir görüşme yaptık biz. İşadamlarından akademisyenlere, yazarlardan sanatçılara kadar. İkili, üçlü görüşmeler yaptık. Bu eleştiriler geldi bazılarından. Biz de çıkın siz yapın, Türkiye'deki siyaset boşluğunu kapatalım dedim.

Nasıl bir parti?

Gençliği de kadını da hareketimizin merkezine oturtuyoruz. Gençlere, çevrecilere ve eşcinsellere kontenjan tanıyacağız. Kadınlara belki yüzde 50'ye varan bir kota uygulayacağız. 

Peki, Türkler olacak mı partinizde?

- Türkleri kucaklamanın yolu birer Türkü vitrine aktör olarak almak değil. Biz Türkleri, Türkleri kucaklayarak yapacağız. A ilinde deprem mi oldu işimizi gücümüzü bırakıp oraya gideceğiz. Bir balıkçının mı sorunu var, onu çözmeye talip olacağız. Türkiye'nin sorunlarını çözmeye talip olarak Türkiyelileşeceğiz. Şimdi sizin vitrininizde hiç Türk yok deniyor. Eee gelmiyorlar ne yapalım? Biz de dostlarımıza bize güvenmiyorsunuz o halde öncü siz olun bizi taşıyın diyoruz.

Ne okuyorsunuz?

-Şimdi Şener Şenocaklı'nın Federalizm ve Kıbrıs uygulaması ile Murray Bookchin'in “Kentsiz kentleşme” kitaplarını okuyorum. Dönüşümlü okuyorum. Aslında okuyacak çok da zamanımız yok.

Cezeaevindeyken çok etkilendiğiniz yazarlar…

- Yaşar Kemal'in son romanlarında iki vurgusu bizi cezaevinde çok etkilemişti. Bir kabak çiçeği dolması, ikincisi “Karıncanın Su İçtiği”nde idi galiba balık tarifleri vardı. Biz son beş yılda dışarıdan malzeme getirtemiyorduk, balık da vermiyorlardı. Balık yemeyi özlemiştik

O dönemde en çok dikkatinizi çekenler kişiler peki?

- Süreyya Ayhan'ın başına getirilenleri Türkiye'de kadın bakış açısının bir ifadesi olarak algıladım. Erkek egemen anlayış o kadının başarısızlığı için müthiş bir zemin hazırladı. Sertap Erener'in Eurovizyon başarısı bizi etkilemişti, Leyla Hanım ona bir kutlama mesajı göndermişti.

Siyasette etkilendiğiniz kişiler?

- Ne yazık ki siyasette etkileyen bir aktör yok ama Erdal İnönü'nün siyaset dışı kalma kararı çok anlamlıydı. O duruşu bizi etkiledi.  Altan Öymen de çok iyi bir duruş sergiledi bizce. Siyasetler üstü kalabilmek, ya da bir müddet koltuk sevdasından uzaklaşabilmek çok önemli özellikler Türkiye'de. Bakın Sayın Bülent Ecevit yürümekte güçlük çekiyor ama siyasetten kopamıyor. Yeni ve genç aktörlerin önünü açamıyoruz. YDH’de Cem Boyner iyi bir çıkış yaptı. Ama sonuç alamadı.

Müzik ne dinliyorsunuz?

- Cezaevindeyken bizim bütün elektronik malzemelerimizi aldılar son beş senede. Bir tek Leyla Hanım da sadece daktilo olarak kullanabildiği bir bilgisayar vardı. Bir operasyonda onu da aldılar. Teyp, radyo vs. de aldıkları için müziği sadece tek dalgalı kulaklıkla dinlenebilen bir radyodan dinleyebiliyorduk. Ben Frank Sinatra, Enrico Masias, Demis Rusos severim. Benim gençlik yıllarımın şarkıcıları. Klasik müzik dinlerim. Ağıtları çok severim. Mihemed Arif Cizrawi'yi, Tahsin Taha'yı, Rojin ve Aynur’u dinlerim. Sezen Aksu ve Kayahan’ı da unutmamalıyız. Çok etkili sanatçılar. Arabada Kürtçe dinliyorum.

Kürtçe CD ve kasetlerin satmadığı doğru mu?

Bence doğru değil. Aksine patlama yaptı. Bugün Kürtçe sanatçıların program yaptığı gazinolarda yer bulunmuyor. İstanbul ve Ankara’da Kürtçe söyleyen birçok sanatçı oldukça iyi durumda.

Sözün edildiği tarih?

Faruk Bildirici / 23-24 Şubat 2005