OLAĞANLAŞAN OLAĞANÜSTÜLÜKLERE KARŞI AĞLAMA SEANSLARI

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 55

OLAĞANLAŞAN OLAĞANÜSTÜLÜKLERE KARŞI AĞLAMA SEANSLARI

Üniversite öğrencilerinin bindiği otobüs, Konya Karapınar yakınlarında bir tankerle çarpıştığında yine bir bayram tatiliydi. Otobüsün kapıları açılamayınca alevler içinde kalan 49 genç yanarak ölmüştü.

Türkiye, 49 genç insanının ölümüne yas tutmadı. Kazaya yönelen medya ilgisi de sadece iki gün sürdü. Üçüncü gün bütün ülke rutin gündemine döndü, yakınları dışında herkes unuttu ölenleri.

Garip bir tesadüfle 24 Ekim 1997’deki bu kazadan bir kaç gün sonra Güney Afrika’da da bir trafik kazası yaşandı. Benzer bir kazaydı. Orada da bir otobüs, başka bir araçla çarpışmıştı. 30 kadar insanın öldüğü bu kaza ülkeyi ayağa kaldırdı. Güney Afrika’da, Türkiye’den farklı olarak bir günlük "ulusal yas" ilan edildi.

Afrika’nın ucundaki bu gelişme, Türkiye’yi yönetenlerin hiç mi hiç dikkatini çekmedi. Orada bütün ülke ölen insanlar için yas tutarken bizde hükümet, ulusal yas ilanını gündemine dahi almadı. Dahası, kaybedilen yaşamlarla ilgili göstermelik bile olsa üzüntü belirten bir mesaj yayınlamadı, hiçbir reaksiyon göstermedi.

Sanki trafik kazalarında ölmek olağandı. 12 Eylül öncesinde silahlı çatışmalarda insanların ölmesi kadar olağandı. O zaman çeşitli kentlerde öldürülenlerin sayıları alt alta eklenir, bilanço tek sütunda duyurulurdu: "Terör olaylarında dün toplam ... kişi öldü."

Trafik kazaları da O hale geldi. Bilançolar, yine tek sütunluk haberlere indirgendi: "Trafik kazalarında dün toplam ... kişi öldü." Ölen insanlar birer "toplam"dan ibaret görüldü. Trafik kazalarında ölmek olağanlaşınca, insanları "adet" olarak sayıp, toplam olarak yazmak da olağanlaştı.

Onlarca, yüzlerce değil binlerce, hatta on binlerce insan öldü trafik kazalarında. Son on yılda trafik kazalarında ölen insan sayısı 100 bini aştı. Yine de hiçbir ölümün ardından ulusça oturup gözyaşı dökmenin yolu açılmadı, bütün ölümler "olağan" karşılandı.

Derken Türkiye, 17 Ağustos 1999’da "olağan" karşılanması mümkün olamayacak Körfez depremini yaşadı. Hâlâ kesinleşemeyen rivayetlere göre 40 bin kadar insanını 45 saniyede kaybetti bu ülke. Ama sanki ülkeyi yönetenler de depremin altında kalmışlardı, sesleri birkaç gün sonra ancak duyulabildi. Fakat ulusal yas ilan etmeyi yine akıl edemediler. "Ulusal yas ilan edilsin" çağrılarını da ya duymadılar, ya da duymazdan geldiler.

Gerçi 17 Ağustos sonrasında bütün Türkiye, hükümetin kararına gerek kalmaksızın mateme bürünmüş, bu topraklarda yaşayan her insan acıyı hücrelerinde hissetmişti. Ancak hükümetin böylesine büyük bir dehşet karşısında bile ulusal yas ilan etmemesi, bayrakları ölen insanların anısına saygı için yarıya indirmemesi algılama sorunu yaşandığını gösteriyordu. Duyargaları nasır tutmuştu acıyı hissedemiyorlardı...

Üstelik Cumhuriyet Türkiyesi’nin ulusal yas geleneğini de vardı. Mustafa Kemal Atatürk’ün Etnoğrafya Müzesindeki geçici mezarında toprağa verildiği gün olan 21 Kasım 1938’de bir günlük ulusal yas ilan edilmişti. O gün bayraklar yarıya indirilmiş, okullar ve kamu kuruluşları tatil edilmiş, eğlence yerleri de kapatılmıştı. Sonraki yıllarda da kimi yabancı devlet adamlarının yaşamlarını yitirmelerinin ardından ulusal yas kararları alınmıştı.

Geçmişteki bu örneklere rağmen bir ülke 40 bin insanı öldüğünde ulusal yas ilan etmezse başka ne zaman ulusal yas ilan edebilir? Madem bütün ölümler olağan, o halde bu sorunun yanıtı, hiçbir zaman olmalıydı. Hiçbir zaman!

Fakat öyle olmadı. Türkiye’de binlerce insanın ölümüyle harekete geçmeyen hükümeti, Amerika’daki 11 Eylül saldırısı kendine getirdi. Ne zaman ki, ikiz kulelerde üç bin insan öldürüldü, o zaman bizim hükümet ayıldı. ABD ve dünyadaki birçok ülkeyle birlikte 13 Eylül’ü ulusal yas günü ilan etti, bütün Türkiye’de bayraklar yarıya indirildi.

Hani Başbakan değişmiş olsa, yeni politikalar uygulandığı ve insani duyarlılıkların farklılaştığı açıklamaları yapılabilirdi. Ama Başbakan her iki olayda da aynıydı. 17 Ağustos’ta da Ecevit Başbakandı, 13 Eylül’de de.

Elbette yaşamını yitiren üç bin Amerikalı için ulusal yas ilan edilmesi gerekirdi. Ancak ne olmuştu da kendi insanlarının ardından karalar bağlamayan hükümet, Amerikalılar ölünce yas kararı alma basiretini sergileyebilmişti?

Tabi Türkiye’nin "Büyük Birader"e bağımlılığından, ekonomik krizden çıkabilmek için IMF’den alınan milyar dolarların etkisi gerekçe gösterilebilir. Doğrudur da, ulusal yas ilanında "diz çökmüş bir ülke" olmamızın da payı vardır elbette.

Ama bence asıl neden ölümlerin Amerika’da meydana gelmesinin Türkiye’de bile "olağanüstü bir olay olarak" algılanması. Amerika’daki ölümlerin olağanüstülüğünü -dış etkenlerle zorunlu olarak da olsa- fark eden hükümet kendi ülkesindeki binlerin, on binlerin ölümünü olağan görüyordu maalesef.

Trafik kazalarında ölümleri kendi içlerinde olağanlaştırmasalardı, son on yılda Türkiye’de trafiğe çıkan araç sayısı üç misli arttığı halde yine de otomobil satışını teşvik etmez, ülkenin varını yoğunu otoyollara yatırmazlardı. Üretimi artırma bahanesiyle bütün sektörleri es geçip yine otomobilde KDV oranlarını indirmezler, "Patates tarlalarını otomobil tarlası yaptık" diye övünemezlerdi.

Karayollarını oto mezarlıklarına, kentleri de büyük oto parklara çevirip, bunu da ülkenin kalkınması gibi sunamazlardı. En azından Karapınar’daki yargıcı, ölen gençlerin haklarının aranması mücadelesinde Mercedes firmasına karşı yalnız bırakmazlardı.

Trafikte yaşanan ölümlerin olağanüstülüğünü fark edebilmek için Amerika’dan vahiy gelmeyeceğine göre, farklı bir yöntem bulmak gerekli. Öyle bir yol bulmalıyız ki, ölümlerin olağan karşılanmaması gerektiğini, hatta bütün ölümlerin olağanüstü olaylar olduğunu bize yeniden hatırlatsın; özellikle de bu ülkeyi yönetenler insani duyarlılıklarını yeniden kuşansın.

Bence o sihirli yöntem, dini bayram tatillerinden sonraki ilk iş gününü "trafik kazalarında ölen insanlar için ulusal yas günü" ilan etmek. Ancak böyle bir ulusal yas günü sayesinde uzaktaki acıyı, kendi tenimizde, içimizde hissedebiliriz.

Düşünün, her bayram tatilinde ülkemizin yolları kan gölüne dönüyor. Ve biz sevinç, mutluluk günleri olması gereken bayram tatillerinde son 22 yılda 7 bin insanın yaşamını yitirmesi olağanmış gibi umursamıyoruz.

Oysa bu kesinlikle olağan bir durum değil ve başta bu ülkeyi yönetenler olmak üzere bütün ulus halinde, bayram tatillerindeki trafik faciasının olağanüstülüğünü artık fark etmeliyiz.

Birkaç yıl süreyle dini bayramlardan sonra "ulusal yas günü" ilan edilmesi, olağanüstülüğü fark etmemizi sağlayacaktır. Çünkü ulusal yas günleri, bir yerde toplu ağlama seanslarıdır ve galiba bizim bu tür seanslara ihtiyacımız var.

Hem böylece belki hayatımızda olağanlaştırdığımız ne kadar çok olağanüstülük olduğunu da anlarız. Ne dersiniz, olağanüstülükleri olağan görmemek önemli bir başlangıç olmaz mı?

Faruk Bildirici / Tempo / 20-26 Aralık 2001