MÜFİT ÖZDEŞ: SOMALİ, LİBYA, AFGANİSTAN GİBİ PROBLEMLİ BÖLGELERİN BÜYÜKELÇİSİ

...

Emekli büyükelçi Müfit Özdeş, gençliğinde kalecilik ve de gazetecilik yapmış, diplomasi yıllarında da asla salon adamı olmamış farklı bir kişilik. Somali, Kuzey Irak, Libya ve Afganistan gibi problemli bölgelerde görev yapmış, zor görevlerin insanı. Kriptolarda bile alaycı üslubunu elden bırakmayan Özdeş, yaşadıklarına eğlenceli tarafından bakmaktan da geri durmuyor.

DEDEMİN ADI: AYNI İSİMDEKİ KUZENİM BİLİM KURGU YAZARI

Ben İstanbulluyum. Teşvikiye’de doğdum, Nişantaşı’nda oturduk. Mutlu azınlıktanız yani. Ama içinden çıktığım halde bir türlü onlara intibak edemedim. İlkokul üçüncü sınıftan liseye kadar yatılı okudum. Lisede, önce Amerikan mektebine gittim oradan kovulunca İngiliz mektebine geçtim. Babam Rıfat Özdeş, Demokrat Partiliydi. Babam, büyükbabam, babamın büyükbabası hepsi Kuvayi Milliyeci. Büyükbabam Lütfi Müfit Özdeş, Atatürk’ün Harp Okulu’ndan sınıf arkadaşı, sonra da yakın arkadaşlar. Büyük babamdan dolayı bana Ahmet Müfit adını vermişler. Babam ile amcam geçinemezdi, biraz da ondan o da oğluna aynı ismi vermiş. Bari birine Lütfi de. Öbür Müfit Özdeş devrimciydi. Süper zekidir. ODTÜ’yü kazandı. Atıldı, girip bir daha birincilikle kazandı. Yusuf Aslan, Hüseyin İnan falan Filistin’e gitmişler bunlar dönüşte yakalandılar. 12 Eylül’den evvel Norveç’e kaçtı. Şimdi İstanbul’da. Bilimkurgu romanlar yazıyor. Çok da güzel yazıyor.

GAZETECİLİK YAPTIM: CÜNEYT ARKIN VE FİLİZ AKIN’I BİZ SEÇTİK

Benim hevesim vardı gazeteciliğe. İyi de yazı yazardım. Özcan Ergüder aile dostumuzdu bizim. 27 Mayıs günü sokağa çıkma yasağı vardı. 29 Mayıs’ta Kim dergisine gittim. Kim dergisine stajyer muhabir olarak başladım. O zaman lise ikideydim. O arada Artist mecmuası çıktı. Kim’in sanat eleştirmeni Hayati Asılyazıcı vardı. “Bak iyi para da veriyorlar, sen buraya da röportaj yap” dedi. Evdekiler, Kim’i biliyorlardı ama Artist’e röportajları gizli yapıyordum. Bilseler kızarlardı. Bir de artist yarışması açıldı; Cüneyt Arkın ile Filiz Akın’a oy veren jürideydim. Türkan Şoray ile ilk röportajı ben yaptım. O zaman 16 yaşındaydı daha. Ayasofya’daki topların önünde fotoğraflar çektik. Seneler sonra Stockholm’e geldiğinde “1961’de seninle röportaj yapmıştık” deyince bozuldu, yaşı ortaya çıkıyor diye. Okulda dergi çıkardığımız Tunca Aksoy diye bir arkadaşım vardı. “Hariciyeci olacağım” diyordu. Zorla beni mülkiye sınavına soktu. Dışişleri’ne girmeye hiç niyetim yoktu. Benim niyetim gazeteci ve oyun yazarı olmaktı. Gerçi sonunda gene kalemimle kazandım. Dışişleri’ne harika raporlar yazdım! Tunca kazanamadı ama ben kazandım Mülkiye imtihanını. Aldım onu Artist mecmuasına götürdüm. Ankara’ya geldikten sonra da gazeteciliğe devam ettim. Peder, Halk Partili gazetelerde çalışmama bozuluyordu, Yeni İstanbul gazetesinde parlamento muhabirliği işi buldu bana. Artist’te röportajlara devam ediyordum. Tunca, yazı işleri müdürü olunca yazılarımı kullanmamaya başladı.

KALECİLİK: HARİCİYE’YE GİRDİĞİMDE DE FUTBOL OYNADIM

Lisedeyken okul takımında kaleciydim. 61 senesinde geldim Mülkiye’ye. O ilk sene çaktım tabii. Ne derse girdim ne bir şey. Mülkiye’de bir tek Mümtaz Soysal’ın seminerlerine gittim, ötekiler çekilmezdi. Ankara’da önce Kalabaspor diye bir takıma gittim. Mülkiyespor’un futbol şubesi kurulunca oraya yedek kaleci diye geldim. Kaleci Deniz Gökçe’ydi. İyi de kaleciydi. Üniversite liginde Akademi takımıyla yaptığımız maçta iki sene ceza yedi Deniz. Adam yokluğundan takım kaptanı oldum. Biraz da futbolun sayesinde okudum. Ankara korkunç sıkıcı bir yerdi, hâlâ da sevmem. 67’de Mülkiye’yi bitirdim döndüm İstanbul’a. Askere gideyim dedim, seneye gel dediler. Ne yapacağım derken yaya olarak İstanbul’u gezdim. “Git Hariciye’nin imtihanına gir, kazanırsan 500 lira veririz” dedi annemle üvey babam. “İmtihanı kazanayım, hiç değilse sevgilime bir çizme alırım” dedim. Gittim kazandım imtihanı. Bu sefer evde manevi baskı başladı. On liralık harçlığı da kestiler. Git işe başla diyorlar. Bu arada ilk defa kıymetim bilindi, Mülkiye’den aradılar. “Maçlar başlıyor neredesin” dediler. Hoşuma da gitti ilk başta. Dışişleri’nde, iki seneye yakın uluslararası ekonomik kuruluşlar dairesinde çalıştım. Top oynamaya devam ettim. Hariciye memuru futbol takımında kaleci! “Oynama” dediler ama “Size ne spor yapıyoruz” dedim. Bir gün geldim bakanlığa. Hademeler, beni görmüşler maçta. İnanmamışlar, “Bunlar beyefendi, futbol oynamazlar, bunlar tenis oynar” demişler. Toplam 11 yıl futbol oynadım. Antrenör oldum, kulüp başkanı oldum. Kulüp başkanlığı, Somali’de iş yapmaktan daha zor.

ASKERLİK: ÖZEL HARP DAİRESİNDE KURS GÖRDÜM

Bir gün Mülkiyeliler Birliği’nde oturuyordum Deniz Gökçe geldi. Şişiniyor. Ne o öyle dedim. “Ben komandoyum. Sana da tavsiye ederim hayatta son spor yapma imkânı” dedi. Oraya nasıl gidiliyor? Baktım spor enstitüsü mezunlarını falan alıyorlar, komando olmak için torpil yaptım. Meğersem bir normal gönüllüler var bir de Özel Harp Dairesi’nin eğittikleri. Bu kontenjandan gittim. Komando eğitiminden sonra gayri nizami harp kursuna gittim. Bu meslek hayatımda çok işime yaradı benim. Ankara’ya kursa geldik. Demek gladio oymuş. Türkiye’yi Ruslar işgal edecek diye anlatıyorlar. Bir gün “Siz bunları anlatıyorsunuz da Amerikalıların işgal etmeyeceği ne malum?” dedim. Tartışınca adam çaresiz kaldı, “Sizin kurs masraflarınızı bile onlar karşılıyor” dedi. Ört ki ölem yani. 18 ay sürdü benim askerlik. Eğirdir’e, Manisa’ya gittim.

LİZBON: ÇEKMECEMİ KARIŞTIRMASIN DİYE KAPAN KOYDUM

Askerden sonra beni Dışişleri’nde Protokol dairesine verdiler. Sanki beni kesiyorlar! Yan yürüyen adamlar böyle yengeç gibi. O arada Finlandiya cumhurbaşkanı İngiltere kraliçesi geldi, beni cinler basıyor. Bağdat’ta bir yer boşaldı gider misin dediler. 1972 başında Bağdat’a gittim. Irak enteresandı. Ben gittim, Saddam darbe yaptı, ikinci adam oldu. Kuzey Irak’ı gezdim o zaman. Kürt kadar Türk vardı orada. Şimdi ne oldular bilemem. O arada hükümet değişti, üvey babam Orhan Eyüboğlu Başbakan Yardımcısı oldu. Bağdat’a bir telgraf. O zaman baş kâtibim. “Müfit Özdeş istişare için Ankara’ya gelsin.” Geldim, “Niye çağırdınız” dedim. “Tayin zamanın gelmiş. Nereye gideceğini sana soracakmışız. Bir de annen seni özlemiş git onu gör” dedi. “Ayıp değil mi, bunu nasıl yaparsınız” dedim, vurdum kapıyı döndüm Bağdat’a. Sonra Lizbon’a gönderdiler beni. Karagöz’ün Yalova sefası gibi bir sefaret. Çıldıracaktım orada. Büyükelçi Fuat Doğu, MİT Müsteşarlığı yapmış, 12 Mart’ta oraya sürgün etmişlerdi. Gelen mektuplar açılır okunurdu. Karıştırmasın diye kapan koydum çekmeceme. Bir şeyden de anlamıyordu.

İRAN: PASTARLAR ARABAMI ARADI

Ben İran’dayken burada büyükelçi sınır dışı edildi ya. Ona karşılık olarak Pastarlar, Türkiye’ye gelirken benim arabamı aradılar. Bana tarihi eser kaçakçısı dediler. İran’da çarşıda görüp aldığım bakır bir tepsi vardı, bir özelliği yoktu. Ne tarihi eser olacak? Pastarlar, arabada ne varsa aldılar. Gürbulak’a yakın bir yerdeydim, ben de geri döndüm. Hükümet beni iki ay sonra aldı, Londra’ya gönderdi. İyi yerlerde de görev yaptım ama benim diplomasi anılarım öyle salon anıları değildir. Kuzey Irak, İran, Libya, Afganistan, Somali’de görev yaptım, iyi yerlere de gittim. Kokteylleri hiç sevmem. Hele oturmalı yemekten nefret ederim. Yemek verdim de ya küçük masada verdim ya da açık büfe düzenledim. Bana “Deli Müfit” demeleri kalecilikten kalmadır. Ayıp olmaz, deliysek deliyiz. Büyükelçiye bana deli derler diyordum o da oltaya geliyordu yok efendim siz deli değilsiniz falan. Ben hiç evlenmedim. 15 günden fazla kimseyle oturamam.

SOMALİ: ÇEVİK BİR, “BEN BURADA NE YAPARIM” DEDİ

Ben Londra’dan döndüm. Bizde büyükelçi olmak için iki sene elçi unvanıyla görev yapmak lazım. Dokuzda git beşte çık benim işime gelmiyordu. “İyisi mi ben evde oturayım bana perakende iş verin” dedim, tamam dediler. Bir telefon geldi. “Osetya’ya bir AGİT heyeti gidiyor, onunla gideceksin” dediler. Kim bu heyetin başkanı? Amerikalı bir binbaşıymış. Ben Dışişlerinde elçi unvanıyla iş yapan bir kişiyim. Bir binbaşının emrine girer miyim? “Ama Amerikalı” dediler. Giderdin gitmezdin derken sonra ortaya çıktı ki Rusça istiyorlarmış. Öyle kurtardık. Ondan sonra “Genelkurmay’a git, Somali’ye bir birlik göndereceğiz, onun hazırlıklarını yap” dediler. 1992’nün kasım ayı. Nairobi Hilton’da Amerikalı irtibat subayı ile buluşulacak falan. Bizim askerler tören üniforması götürüyorlar! Dokuz subay ve ben Nairobi’ye indik. Mogadişu’ya Amerikan uçağıyla gideceğiz. Gittim İtalyan büyükelçiliğine. Vaziyetin ne kadar felaket olduğunu onlardan öğrendim. Bir subaydan bir kamuflaj ceketi aldım bir de bot buldum. Neyse gittik Somali’ye. Mogadişu maazallah. Limanda bir yeri tutmuş Amerikalılar. Bir de havaalanı. Onun dışı düşman arazisi gibi. Bir Somalili geldi, “Ben celdum.” Babası gemiciymiş, Rize’de evlenmiş. Bunu da yanına getirtmiş, Somali karışınca git annene bak diye oğlanı göndermiş. Amerikalılardan bir çadır bulduk kavga dövüş. Yiyecek içeceği de onlardan alıyoruz. Sonra Pakistanlılara sığındık. İki ay öyle yaşadık orada. Bizim birlik gelince rahat ederiz diyorduk. Tersi oldu, şehirde gezmem için bir jeep bile vermediler. Mogadişu’ya bir kere girebildim o da Amerikalılar, iki Somalili grubun görüşmesine bizi çağırdıklarında. Çevik Bir komutan olunca Mogadişu’ya yeniden gittim onunla. Baktı etrafa. “Müfit bey ben burada ne yaparım?” dedi. “Paşam bütün hıncınız bize mi? Bir Mamak, bir Ziverbey köşkü, halledersiniz” dedim. Somali’de biz bir şey yapmadık. Amerikalılar da yapmadı. Seyrettiler sadece.

LİBYA’YA GİDİŞİM: “O GİDERSE SAVAŞ ÇIKARIR” DEMİŞ

Kuzey Irak’ta, Zaho’da dert dinleme bürosu kurduk. Askeri harekâtın insani boyutu ile ilgilendim. Onur Öymen taktı bana. Bosna’ya büyükelçi gidecekken göndermedi. “Müfit’i gönderecektik Bosna’ya ama barış geliyor. O gidince harp çıkarır” demiş. Derken hükümet değişti Ecevit başbakan yardımcısı oldu. Beni tanıyordu. Fakat iki kararname çıktı, ben yokum. Ahmet Tan, Ecevit’e söylemiş, “Makedonya’ya gidiyorsun” diye telefon etti. Arkasından altı ay geçti, haber yok. İlber Ortaylı iyi arkadaşımdır, o Ecevit’e söyledi sonra. Meğer Ecevit, beni Makedonya’da biliyormuş. Ecevit, İsmail Cem’i çağırmış, “Müfit bey ne oldu” demiş, “O Makedonya’da “ demiş. Şükrü Sina ne Makedonyası o burada” demiş. Neyse bana telefon geldi büyükelçi oluyorsun. “Yeni Zelenda’ya gideceksin” dediler kabul etmedim. Neyse 98’de Libya’ya büyükelçi oldum. Gideli altı ay oldu. PKK’yı yürüttüler resmi geçitte. Şimdi gitti orayı da karıştırdı diyecekler diye düşündüm. Ama sonra açtım telefonu, “Ya siz beni çağırırsınız merkeze ya da ben geliyorum” dedim. Ondan sonra ne kadar PKK’lı varsa topladılar. Türkler, Libyalılarla İtalyanlar’a karşı savaşmış. Şimdi Libya’da NATO operasyonuna katılmak eski mirası yiyip bitirmek anlamına gelir. Maalesef Libya da Afganistan gibi olacak.

LADİN: AFGANİSTAN’DA BAŞUCUMDA KALAŞNİKOF ASILIYDI

Aklımın ermediği Usame Bin Ladin’in yanında silah olmaması. Öyle bir adamın yanında silah olmaz mı? Afganistan’da benim başucumda bir kaleşnikof dururdu. Ermeniler’in saldırdığı dönemde de tabancayla gezmiştim. Ya bu adamı daha önce yakalayıp koydular oraya. Ya da baştan beri konu mankeniydi. Karanlık ilişkiler yumağı. Ben Afganistan’dayken Taliban dahil sıcak bakmıyordu Ladin’e. El Kaide ile Taliban’ın ilişkisi zoraki evlilik gibi. Tanıdığım bir işadamı, Celalabad yakınında bir handa kalmış. Herifler orada 11 Eylül’de kulelerin yanmasının kasetini koyup karşısında göbek atıyorlarmış. Aslında kimse 11 Eylül’ü takmıyordu, herkes Afganistan’ın başına ne geleceğine bakıyordu. Kabil zaten harap durumdaydı. Hiçbir şey yok. Hayat uyuşturucu. Bırak dağları, şehir merkezlerinde bile NATO askerinin kontrolü yok. Bizim askerin kafasına çuval geçirdiler ya. Amerikan elçisini de severdim, Türkolog. Onun adamlarının kafasına tüfek çevirttim ben de. Herifler arabalarından indiler öyle hiç kıpırdatmadan yarım saat kadar beklettim.

AFGANİSTAN: DIŞİŞLERİ, YAZDIĞIM KRİPTOLARA KIZDI

Afganistan’dan 2004’te oradan döndükten sonra iki sene merkezde kaldım. Sonra emekli oldum. “Ulusal uzmanlar grubu” diye on beş günde bir Ecevit’in evinde toplanırdık. Rauf Denktaş, Hulki Cevizoğlu, İlber Ortaylı, Ahmet Tan da katılırdı. Beş sene önce emekli olduktan sonra bir iş yapmadım. Arkadaşlarıma gidip geliyorum. Kriptoları saklasaydım ne iyi olurdu. Dışişleri ile alay etmeye başlamıştım. En son Afganistan’dan yazdıklarım. Döndükten sonra bir mektup geldi Dışişleri’nden. Attım bir kenara. 15 gün sonra bir arkadaşım geldi ona okuttum. “Yazdıkların yenilir yutulur değil ama zor yerlerde görev yaptığın için problem yapmıyoruz” diyormuş. Tepem atmıştı benim. Hikmet Çetin, oraya NATO Genel Sekreteri’nin en kıdemli sivil memuru unvanıyla tayin edildi. Özel temsilci de değil. Buraya geldim Tenis Kulübü’nde gördüm. Hikmet Çetin’e “Bu görevi kabul etmeyin” dedim. NATO, Hikmet Çetin’in Türk kimliğini kullanıp kendi itibarını yükseltmeye kalktı orada. Hikmet Çetin gelmeden ben Taliban dâhil herkesi kapı kapı gezdim. Oralarda “Türküm” deyince bütün kapılar açılıyordu. Taliban ile konuşuyordum dolaylı olarak. Tam döneceğim günlerde Türk mühendis Hasan Önal kaçırıldı. Dört gün büyükelçilik girişindeki kulübede bekledim sabahlara kadar. Sıkıntıdan tabii. Neyse sonunda bıraktılar. O mühendis ile sonra Türkiye’de görüştüm, AKP’ye geçmişti. İzmirliydi galiba.

KADDAFİ: AYASOFYA’DA NAMAZ KILDIRMAK İSTEDİ

1999 Haziran’ıydı sanırım. Kaddafi, Türkiye’ye gelip, Ayasofya’da 100 bin kişilik bir cemaate namaz kıldırmak istedi. “Türkiye’nin İslam aleminin lideri olduğunu göstermek için bunu yapacak” dediler. Ayasofya için izin isteyince ben de “Ayasofya hassas konu. Onun yanında Sultanahmet Camii var, namazı orada kıldırır. Bir de Anıtkabir’e gider saygı duruşunda bulunur” dedim. “Tamam” dediler. Geldim buraya Dışişleri Bakanı İsmail Cem “Olmaz” deyince Bülent Ecevit’e gittim, o zaman Başbakandı. Ondan onay alınca Diyanet İşleri Başkanı M. Nuri Yılmaz’a gittim. Onu da razı ettik, her şey hazırlandı. Buradaki Libya Büyükelçisi korktu, “Müfit Bey, 100 bin kişi bulamazsam bu beni mahveder” falan dedi. “Zaman darlığı nedeniyle bunu seneye bırakalım” dediler, sonra 11 Eylül oldu, öyle kaldı o iş. Aslında olsa çok güzel olurdu.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 12 HAZİRAN 2011