Medyanın umurunda mı ölüm oruçlarındaki ölümler?

...

Ölüm oruçları, Çağdaş Hukukçular Derneği davası sanıklarından Avukat Ebru Timtik’in hayatını kaybetmesinin ardından girdi yaygın medyanın gündemine. Ölümüyle ilgili haberler birkaç gün sürdü, sonra unutuldu gitti.

Oysa ölüm oruçları bitmedi, cezaevlerinde hâlâ bedenini ölüme yatıranlar var. Bu insanlar ölene değin haber bile olamıyorlar. Şakran Cezaevindeki mahkumlar Özgür Karakaya ve Didem Akman, “adil yargılanma ve cezaevi koşullarının düzeltilmesi” talebiyle ölüm orucuna başlamışlardı. 3 Eylül’de hastaneye kaldırıldıklarında 198 gün olmuştu eyleme başlayalı. Yine yaygın medyanın gündeminde yoklar.

Maalesef bu ülkede ölüm oruçları yaygın medya görmezden gelse, hiç ilgilenmese de devam ediyor. Her ölüm gibi bu ölümler de çeşitli sorunlara tekabül ediyor. Gazeteciliğin ölüm oruçlarının ardında yatan o sorunları bulup, ilgililerin dikkatini çekerek, uyararak ölümleri engellemesi gerekli.

Gazetecilik soruları

Medyanın ölüm oruçlarına insani açıdan bakmaktan ne denli uzak olduğunun en somut örneği avukatlar Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal’ın “adil yargılanma” talebiyle başlattıkları ölüm orucu hakkındaki haberler.

İktidar yanlısı medyada Ebru Timtik’in ölümünün ardından “terörist olduğu, gizlendiği bir bölmede aranan DHKP-C’li Kamile Kayır ile birlikte yakalandığı, DHKP-C terör örgütünden talimatla ölüm orucuna başladığı” yazıldı. Bir insanın ölümünden dolayı en ufak üzüntü belirtisi yoktu haberlerde. Neredeyse hak ettiği havası vardı.

Sabah, “CHP yine şaşırtmadı. DHKP-C’li Avukat Ebru Timtik’e sahip çıktılar”, Yeni Şafak, “Teröriste ağıt”, Türkiye, “CHP’nin terör seviciliği bitmiyor”, Akit, “Ölüm açlığı talimatı DHPK-C’den gelmiş” başlıkları kullandı. Sosyal medyada Ebru Timtik’in şehit savcı M.Selim Kiraz’ın öldürülmesinde kullanılan silahları Adliyeye soktuğu da öne sürüldü.

DHKP-C’nin bir terör örgütü olduğuna, terör eylemleri yaptığına dair bir kuşku yok. Ama Ebru Timtik, dosyası Yargıtay’da olan, henüz kararı kesinleşmemiş bir davanın sanığı. O nedenle bu haberlerle ilgili olarak gazetecilik adına sorulması gereken sorular var:

• Ebru Timtik’in terörist olup olmadığına gazeteciler mi karar verir? Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nde yer alan “Yargılama sürecinde haberler her türlü ön yargıdan uzak ve kesinlikle doğruluğundan emin olunarak sunulmalıdır. Gazeteci yargı sürecinde taraf olmamalıdır. Yargı kararı kesinleşmedikçe, şüpheli ya da sanık suçlu ilan edilmemelidir” ilkesinin Ebru Timtik için de uygulanması gerekmez miydi?

• Yargılama sonunda Ebru Timtik’in, terör örgütü üyesi olduğuna karar verilmiş olsa ve ölüm orucu talimatını DHKP-C’den almış olsa bile bu ölümü hak ettiği yolunda yayın yapmayı doğru, haklı ve meşru kılar mıydı?

• Gazetecilik için herhangi bir insanın hayatı her türlü amacın, maddi ve manevi çıkarın, siyasi ya da sosyal ilişkinin üzerinde değil midir? Ebru Timtik’in düşüncesi ve yaptıkları onaylanmadan sadece yaşam hakkının savunulamaz mıydı?

• Ölümünü beklemek yerine onu bu yoldan döndürmeye çalışmak ve yetkilileri onu hayatta tutacak girişimlerde bulunmaya yönlendirmek daha doğru olmaz mıydı?

Umarım gazeteci arkadaşlar, bu soruların yanıtlarını serinkanlı biçimde düşünürler. Asıl mesele, görüşlerine ve konumuna karşı çıkılan bir kişinin bile yaşam hakkına saygı duyulması ve gazeteciliğin temel ilkelerinin herkese eşit biçimde uygulanmasıdır.

Ebru Timtik adil yargılandı mı?

Kaldı ki, Ebru Timtik ve ÇHD üyesi avukatların yargılandığı davada adil yargılama yapılmadığına dair kuşkular da dile getiriliyor. İstanbul Barosu’ndan yapılan açıklamada, Ebru Timtik hakkında şehit Savcı M.Selim Kiraz’ın öldürülmesiyle ilgili bir suçlama bulunmadığı vurgulandı. Baro açıklamasında “adil yargılama ilkesi”yle ilgili ihlallere dikkat çekildi:

“M. Selim Kiraz’ı şehit eden eylem, İstanbul Barosu tarafından en ağır şekilde lanetlenen bir terör eylemidir. Bugün de aynı anlayış içinde bulunan Baromuz, her yıl Savcımızı anmakta ve onun isminin yaşatılmasına verdiği önemi her yıl özel olarak vurgulamaktadır.

Avukat Ebru Timtik özelinde savunduğumuz değer, adil yargılanma ilkesidir. Bu alanda ülkemiz yargısının çok ciddi bir sorun yaşamakta olduğu, tüm hukukçuların malumudur. İstanbul Barosu olarak bu tartışmaların dışında kalmamız beklenemez.”

ÇHD davasındaki tüm duruşmaları izleyen Cumhuriyet gazetesi muhabiri Seyhan Avşar da Twitter’da bu davada “gariplikler” olduğuna dair paylaşımlarda bulundu:

“12 Eylül 2017’de düzenlenen operasyon ile 17 avukat tutuklandı. Bir yıl sonra avukatlar İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargıç karşısına çıktılar. Karar duruşmasında mahkeme heyeti sanık avukatlar hakkında tahliye kararı verdi.

Sonrasında avukatlar tahliye kararına rağmen saatlerce tahliye edilmedi. Bir gariplik olduğu belliydi. Sabaha doğru bırakıldılar. Duruşma savcısı C.T.K., karara itiraz etmiş mahkeme aynı gün avukatlar hakkında yakalama kararı çıkarmıştı. Gözaltına alınan avukatlar yeniden tutuklandı.

Tahliye kararını veren heyetin başkanı Kadir Alpar ve üye hâkim Serkan Baş hemen başka mahkemelerde görevlendirildiler. Bu yaşanan bile bu davanın nasıl ilerleyeceğinin göstergesiydi.

Sonrasında ise avukatları yargılayacak heyetin başkanlığına kamuoyunun yakinen tanıdığı hâkim A.G. getirildi.

Avukatlar duruşmalarda dinlenmediler. Jandarma avukatları darp ederken mahkeme başkanı bu duruma seyirci kaldı. Müdafi sayısı üç ile sınırlandırıldı. Avukatların tüm talepleri tek tek reddedildi. İzleyiciler duruşma salonunu alınmadı.

Yargılanan avukatlar, talep ile ilgili söz istedikleri için salondan atıldı. Peşinden de avukatları savunan avukatlar salonu terk etti. Mahkeme başkanı bomboş salonda gizli tanık sorguladı. Reddi hâkim talepleri ise reddedildi. Karar duruşmasına iki avukat dışındaki sanık müdafileri katılmadı. Kararını açıklayan mahkeme heyeti bütün sanıkları hapis cezalarına mahkum etti. Adalet Bakanlığı bu dosya karşısında kör, sağır, dilsiz olmayı tercih etti.”

Ayrıca dava sırasında mahkeme heyeti, sanıkların talepleri sürerken savcıdan mütalaasını vermesini istemiş, bu isteğin üç kez tekrarlanmasına rağmen mütalaasını bildirmeyen savcı değiştirilmişti. Yeni gelen savcının hızla mütalaasını bildirmesinin ardından karar veren mahkeme gizli tanık ifadesini de kanıt kabul etmişti.

Her insanın yaşamı değerlidir

İstinaf Mahkemesi de cezaları düşük olan beş sanık hakkındaki kararı onaylarken 5 yılın üzerinde ceza alan 11 avukatın dosyasını Yargıtay’a temyize gönderdi. Bu arada “terör örgütü üyesi oldukları” gerekçesiyle mahkûm edilen Ebru Timtik ile Aytaç Ünsal, 5 Şubat 2020’de bazı sanık avukatlarla birlikte “adil yargılanma” istemiyle başlattıkları açlık grevini 5 Nisan’da “ölüm orucu”na çevirdiler.

Dosyanın görüşüldüğü Yargıtay 16. Ceza Dairesi “bağışıklık sisteminin çöktüğü ve salgın koşullarında hapishanede kalmasının risk oluşturduğu” gerekçesiyle yapılan tahliye talebini reddetti.

İstanbul Adli Tıp Kurumu, muayene sonucunda her iki avukat için "Hapishanede kalamaz" raporu verdi. Rapor, tahliye taleplerini belirten dilekçelerle mahkemeye sunuldu ama İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi, 30 Temmuz'da tutukluluk hallerinin devam etmesine ve tıbbi takip ve tedavilerinin ilgili cezaevleri idaresince sağlanmasına karar verdi. Bu karardan sonra Timtik ve Ünsal İstanbul'da hastaneye kaldırıldı.

Anayasa Mahkemesi, Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal’ın tahliyesi için 10 Ağustos’ta yapılan başvuruyu “îki avukatın sağlığının tehlikede olmadığı” gerekçesiyle reddetti. Ama Ebru Timtik, bu karardan 17 gün sonra hayatını yitirdi.

Ebru Timtik’in ölümünün ardından Aytaç Ünsal’ın babası Nihat Ünsal, “Vicdan sahibi herkesi oğluma sahip çıkmaya çağırıyorum. Oğlum ölmesin” çağrısında bulundu. Eleştirel ve bağımsız medyada yayımlanan haberler sayesinde baba Nihat Ünsal, kamuoyunun dikkatini oğlunun durumuna çekmeyi başardı. Ancak ondan sonra Yargıtay 16. Ceza Dairesi, 3 Eylül’de Adli Tıp Kurumu’nun “sağlık durumunun cezaevinde kalmasına uygun olmadığı” raporunu dikkate alarak infazın durdurulmasına ve tahliye edilmesine karar verdi. Oysa Ebru Timtik için de aynı yönde rapor verilmişti ama onun tahliyesi için harekete geçilmemişti.

Aytaç Ünsal, tahliye edildikten sonra ölüm orucunu sonlandırdığını açıkladı, tedavisine başlandı. Böylece bir hayat kurtarılmış oldu.

Örgüt ölümlerden destan yazıyor ama

Açlık grevleri ve ölüm oruçlarının tarihi hayli eski ülkemizde. 1996 yılında F Tipi cezaevlerine geçişe karşı yapılan “ölüm orucu eylemleri” sırasında 12 mahkûm yaşamını yitirdi. Yine aynı gerekçeyle 2000 yılında cezaevlerinde başlayan ölüm oruçlarını sonlandırmak amacıyla yapılan ve “Hayata dönüş” adı verilen operasyonda 2 asker, 30 tutuklu hayatından oldu. Bu dönemdeki ölüm oruçlarında yaşamını yitirenlerin sayısı tam olarak bilinemese de 70’den fazla olduğu öne sürülüyor.

Son dönemde de ÇHD davasındaki avukatlar gibi DHKP-C üyesi oldukları iddiasıyla yargılanan Grup Yorum üyeleri Helin Bölek ve İbrahim Gökçek, ölüm orucu sonucu hayatlarını kaybetti. Bu kişiler, gerçekten öne sürüldüğü gibi DHKP-C örgütünün talimatıyla mı ölüm orucuna başladılar? Bunu kesin olarak bilemiyoruz ama bu örgütün ölüm oruçlarını eylem biçimi olarak kabul ettiği ve Helin Bölek, İbrahim Gökçek ile Ebru Timtik’in ölümünün üzerinden destanlar yazdığı, propaganda yaptığı Avrupa ülkelerindeki web sayfalarından görülebiliyor.

O çevrelerde ölüm oruçları kutsansa da gerçek şu ki, gencecik insanlar birbiri ardına yitip gidiyor. Üstelik de uğruna yaşamlarını ortaya koydukları taleplerin gerçekleşmesi konusunda ilerleme sağlayamıyor ölümleri.

Buna rağmen başkalarının da onları izlemesini, ölüm oruçlarının sürmesini insan aklı kabullenemiyor. Ölüm orucu bir eylem biçimi olamaz, olmamalı. Hiçbir insan kendi bedenini ölüme yatırmamalı.

Fakat ne yazık ki, devleti yönetenler de ölüm oruçlarının sonlanması için yeterli girişimde bulunmuyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “açlık grevine giden avukatları bu kararlarından vazgeçirmek için devlet üzerine düşeni yapmıştır” sözlerinin aksine “teröristlere her şey müstahak” anlayışıyla bu ölümler izlenmekle yetiniliyor. Anayasa’nın ikinci maddesindeki “Türkiye Cumhuriyeti’nin insan haklarına saygılı bir hukuk devleti olduğu” ilkesi unutuluyor ve devletin vatandaşını yaşatma yükümlülüğü yerine getirilmiyor.

Gazeteciler, devleti yönetenler gibi davranmak yerine insan yaşamına değer vermeli. Elbette ölüm orucuna prim vermemeli ama -kim olursa ve ne yapmış olursa olsun- bir insanın daha ölüp gitmesine de seyirci kalmamalı. Ölümlere alkış da tutmamalı…

Faruk BİLDİRİCİ / 8 Eylül 2020