MUSTAFA BALBAY

...

SİLİVRİ DE MÜZE OLACAK BİR KUŞAK SONRA BAMBAŞKA ŞEYLER ANLATACAK

Mustafa Balbay’ın cezaevinde üçüncü yılı doldu bugün. 5 Mart 2009’da ikinci kez gözaltına alındığında Cumhuriyet gazetesi Ankara Temsilcisiydi; şimdi ise yazarlığının yanı sıra CHP İzmir milletvekili. Ama bu da onu “Silivri mahkûmu” olmaktan kurtaramadı. “Hükümsüz” bir cezanın infazını çekiyor cezaevinde. Duruşmada ayaküstü bağırarak aktardım sorularımı, sonra avukatlar aracılığıyla sorular ekledim. Balbay da el yazısı notlarını göndererek yanıtladı beni.

ÇOCUKLUĞUM: İLK OYUNCAĞIM TÜRKÇEYDİ

1960’ta Toroslar’ın eteğinde güzel bir kasabada doğdum. Burdur’un Yeşilova ilçesi Güney kasabası, Salda gölünün az ötesinde bir tepenin eteğinde kuruluydu. Bizim kuşak radyo ile büyüdü. Radyo kuşağıyız. Radyodan dinlediğim türküleri ezberleyip söylemek en büyük eğlencemdi. Zamanla türkülerin sözlerini evimizin önünden geçenlere, komşularımıza göre değiştirmeye başladım. Kahkahalarla gülenler, arada bozulanlar olurdu. Her tepki beni keyiflendirirdi. Sözcükler benim için bugünün yap-boz oyunu gibiydi. Bilinçli kullandığım ilk oyuncağım Türkçeydi diyebilirim. Çocukluğumdaki o alışkanlık gazetecilik tarzımın bir parçası oldu. Bazen yazıda kelime oyunu yaptığımı kontrol okuyuşunda fark ediyorum.

SEYAHAT: BABAMIN ŞOFÖRLÜĞÜ BENİ GEZGİN YAPTI

Babam mesleğini çok severek yapan bir kamyon şoförüydü. Gittiği yerleri ballandıra ballandıra anlatırdı. Yaz tatillerinde kardeşim Suat’la dönüşümlü olarak babamın yanında seyahat ederdik. Böylece bende yeni yerler görme aşkı yerleşti. Gazeteciliğimin yanına koşulları zorlayıp gezginliği de koydum. Uzun süre yıllık izinlerimi önceden planladığım ülkeleri gezerek geçirdim. İnsan görmeden öğrenebilir ama görmeden sevemez. Kıtaları dolaştıkça bütün dünyayı sevdim. 80 kadar ülke gezdim. 26 kitabımdan 8’i gezi notları. Başlangıçta gezilerin beni bu kadar eğitip dolduracağını düşünmemiştim. Hapiste o gezileri tekrar yaşıyorum. O gezi birikimi gazetecilikte çok işime yaramıştı, gelecekte de siyasette işime yarayacağına inanıyorum.

ÜNİVERSİTE: HEP HEDEFLER KOYDUM KENDİME

1971 Burdur depreminden sonra ailece Aydın’ın Nazilli ilçesine göçtük. Annem-babam hâlâ orada. Ortaokul ve liseyi Nazilli’de bitirdim. Öğretmenlerimin Fen bölümünü seçmemi istemelerine rağmen Edebiyat bölümünü seçtim. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne büyük bir istekle kaydımı yaptırdım. Birinci sınıfta kendime şu görevi verdim: “Bu okulu birinci bitireceksin.” Dört tam puan üzerinden 3.91’le birinci bitirdim. Böyle bir hedef koyup başarmak yaşamımın en belirleyici kilometre taşı oldu. Cumhuriyet’te İzmir’den Ankara’ya, Ankara’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Ankara’ya yeni görevlerle kent değiştirirken kendime hep, “Koy önüne hedefini, çalış, başarırsın” diyordum.

MARATON: AHDİM VAR SAMSUN MARATONUNDA KOŞACAĞIM

Nazilli Lisesi’ndeyken atletizm takımındaydım. 1500 ve 3000 metre engellide koşuyordum. Bugünün futbol yorumcusu Rıdvan Dilmen de 800 metrede koşuyordu. Beden Eğitimi öğretmenimiz Keramettin Hoca, gönlü hep futbolda diye Rıdvan’a kızıyordu. Ege Üniversitesi’nin de atletizm takımında 5-10 bin metre koşucusuydum. 1977-980 döneminde Mehmet Yurdadön, Mehmet Terzi, Ahmet Altun’un hep ilk üçe girdiği Türkiye yarışlarında altıncılığa kadar çıkabildim. Gazeteciliğe başlayınca atletizmi istikrarlı sürdüremedim ama 1988 ile 1995 arasında altı kez Samsun maratonunu koştum. 1992’dekini unutamıyorum. Sovyetler Birliği çökmüş, bir dizi yeni devlet çıkmış, Gürcistan’dan Ukrayna’ya pek çok ülkeden atlet gelmişti. Koşu öncesi ısınırken Samsun muhabirimiz fotoğrafımı çekti. Bunu gören Hürriyet muhabiri de çekmek istedi. “İyi bir atlet olmadığımı, gazeteci olduğumu” söyledim. “Yine de bende bir iki kare bulunsun” deyip çekti. Onu gören öteki muhabirler de çekti. Yabancıların tümü en iddialı atletin ben olduğumu düşünüp koşu başlangıcında yanımdan ayrılmadılar. Hapsin ilk günlerinde havalandırmada yürüyordum. Zamanla koşmayı başardım. 5 adıma 14 adımlık dikdörtgen benim için gökyüzüne açılan bir koşu bahçesi oldu. Üniversite yıllarımdan bu yana ilk defa haftada altı gün düzenli spor yapıyorum. Bir saat koşu, 40 dakika kültür fizik. Şimdi ahdim var; çıkınca bir kez daha Samsun maratonu koşacağım. Hükümetin “2B” yasası varsa benim de var. Benim “2B” yasam; “beden” ve “beyin” sağlığı! Bunda sporun büyük payı var.

HAPİSHANE: HASRET AŞKIMIZI ÇOĞALTTI

Hapiste her şeyin öyle ya da böyle çözümünü buldum. Beden ve beyin sağlığını korumak için mevcut durumu mutlak sayıp, bir yaşama düzeni kurdum. Hiçbir duygunun beni sarıp sarmalamasına izin vermedim. Hasret hariç. Aile hasretini yaşayan bilir. Çocuklarımla birlikte ikinci bir “büyüme” hayal etmiştim. Şimdi ayda bir kez bir saatlik açık görüş en büyük bayram. Hasret, eşim Gülşah ile aşkımızı güçlendirdi, çoğalttı. Kızım Yağmur her görüşte boyunun ne kadar uzadığını bana sarılarak karşılaştırıyor. Oğlum Deniz haftada bir 10 dakikalık telefon hakkının niçin daha uzun olmadığını anlamıyor. Hasretle baş etmekten çok onunla geleceğe bakmak, umutlar üretmek istiyorum.

YALNIZLIK: BİR YILDIR TEK BAŞINAYIM

Yalnızlık, göreceli bir kavram. İnsan yüzlerce kişinin arasında da kendisini yalnız hissedebilir. Hapiste yalnızlık ise adeta elle dokunulur ve oturulup muhatap olunur bir kimliğe bürünüyor. Nâzım Hikmet’lerden, Aziz Nesin’lerden süre gelen hapishane edebiyatının başlıca pınarı koğuş yaşamıdır, öteki koğuştakilerle kurulan bağlardır. Silivri’de bizlere yönelik tam bir yalnızlaştırma uygulaması var. Üç yılı dolan tutukluğumun ilk 1.5 ayını ve son bir yılını tek başıma geçirdim. Yalnızlıkla birlikte insan olağanüstü iç yolculuklara çıkıyor. İnsanın vücut kimyasındaki değişimin ışık hızından daha çabuk olabildiğini böyle öğrendim. Hapishane bana ateşi tutmayı, buzu yutmayı öğretti. Yalnızlık da perdeleri kaldırıp her şeyi olduğu gibi görmemi sağladı; vefalı, gerçekçi, acımasız bir dost oldu. İleride hapishanelerden bu yönde eserler çıkacak.

DİSİPLİN: 2-2-7 DÜZENİNDE OYNUYORUM

Silivri’de günlük oyunu 2-2-7 düzeninde oynuyorum. İki saat gazete okuma, iki saat spor yapma, yedi saat okuyup yazma. Duruşma olmadığı zamanlarda bu düzeni büyük ölçüde koruyorum. Özgürlükte böyle bir planlamaya uymam olanaksızdı. Zamanın arkasından koşardım, oradan oraya yetişmeye çalışırdım. Şimdi zaman kavramı da çok değişti. Saatler çabuk geçiyor, gün bitmiyor. “Disiplin özgürlüktür” sevdiğim bir sözdü. Hapiste özgürlüğü beklerken zamanı belli bir disiplin içinde kullanmak, hoş bir özgürlük paradoksu yaratıyor içimde. Özgürlükte yılda 2 kitap yazmayı zorunlu bir görev olarak vermiştim kendime. Bu görevi hapiste de yerine getirdim. 2012’nin ilk kitabı Mart ayında 27. kitabım olarak raflarda yerini alacak. Üretme duygusunu diri tutmak, hapiste ayakta kalmanın en önemli ilaçlarından biri.

ZAMAN KAVRAMI: CEZAEVİNDE GECENİN SAATİ YOK

Hapiste nasıl zaman dilimleri farklı işliyorsa, gece gündüz kavramları da değişiyor. Bazı geceler bir kitap sarıyor seni. Zaman senin. Sabah 08.00 sayımından sonra da uyuyabilirsin. O zaman oku sabaha kadar; ışıl ışıl olsun için dışın. Bazı sabahlar bütün duygular toplu ziyarete geliyor. Hasret zaten hep yatağın dibinde kapının önünde. Belirsizlik Esenboğa sisi gibi. Kendini 5 adıma 14 adımlık havalandırmaya atarsın. Bir bakmışsın hüzün yağıyor. Tepede güneş parlasa bile gecedir. Böylesi zamanlarda ille de gündüze zıplamak için zorlamam kendimi. Bilirim ki yaşam sevincimi, yaşama bağlanma duygumu besleyen her şey çok az sonra birdirbir oynayarak gelecek.

İNTİKAM: NEFRET DUYGUM YOK ALDIĞIM DERS ÇOK

Bütün yaşadıklarıma karşın içimde pozitif bir enerji var. Yakın geleceğin belirsizliğine karşın ileride yapabileceğim çok şey var, duygusuyla doluyum. Arada bir kendimi tartıyorum; herhangi bir intikam ya da nefret duygusu yok. Takılıyorum kendime; “Sahiden mi, hiç mi yok” diye. Gerçekten yok. İnsan böyle bir duyguya kapılırsa, yaşamını tümüyle ona göre şekillendirir. Daha doğrusu yaşamını bu duygular yönlendirmeye başlar. Oysa benim başka hayallerim var. Yıllar önce Hiroşima’da Atom Bombası Müzesi’ni gezerken orada görevli gence, “Amerikalılara düşman mısın” diye sorduğumda şu yanıtı almıştım: “Hayır, ben ülkelere değil, savaşa düşmanım.” O söz, benim de rehberim oldu. Geleceğe ilişkin hayallerim var, ama elbet bugünleri de unutmayacağım. Aldığım çok ders, öğrendiğim çok şey oldu. Özellikle ilk duruşma günlerinden beri beni mahkeme salonunda hiç yalnız bırakmayanların hakkını nasıl ödeyeceğimi bilemiyorum.

SİYASET: KALEMİMİ BIRAKMADAN CHP’DE OLMAK İSTİYORUM

Gazeteciliği yaparken hep halkın içinde olmayı da istedim. Ankara gazeteciliği ağırlıklı olarak kurumlarla muhatap olmayı gerektirir. Ben özellikle salon toplantılarıyla, kitap fuarlarıyla insanlarla yüz yüze gelmeye çalıştım. Bu konferanslarda bana, “Neden siyasete girmiyorsunuz” diye sorarlardı. Yanıtım şu olurdu: “Siyaseti önemsiyorum. Lütfen sizler siyasete girmeyi düşünün. Bu ülkenin iyi, işini seven gazetecilere de ihtiyacı var. Benim hayallerim Cumhuriyet’le, gazetecilikle...” Böylesine ağır bir siyasal saldırı beni siyasetin içine taşıdı. Kalemi bırakmadan CHP içinde de bütün enerjimle var olmak istiyorum. Bir Cumhuriyetim var, iki oldu. İkisinin de kökü, gücü ve sorunları birbirine benziyor.

NOTLARIM: HER TÜRLÜ MESLEKİ ELEŞTİRİYE AÇIĞIM

Gazeteciliğin ilk basamağı ve en son basamağı muhabirliktir. Mesleğin her aşamasında muhabirliğiniz kadar varsınızdır. Haber müdürlüğü, Ankara Temsilciliği, köşe yazarlığı görevlerini hep bu anlayışla yaptım. Bu anlamda yüzlerce haber kaynağım oldu. Türkiye’nin gündemi neyse benim gündemim de oydu. Tabii ki haber kaynaklarım da ona göre biçimlendi. Pek çok gazetecinin yaptığı gibi “off the record” görüşmeler de yaptım. Yazılmak ve yazılmamak üzere yaptığım görüşmelere ilişkin notların tümü aynı anda kopyalanıp yeniden üretilmiş. Hemen hiçbiri benim görüşlerim olmayan bu notlardan “terör faaliyeti” üretildi. Her türlü mesleki eleştiriye açığım ama “Bu notlar terör faaliyetidir” diyen varsa sözüm şu; Bana ilk taşı hiç off the record görüşme yapmamış bir gazeteci atsın!

CİNAYETLER: TERÖRİST DİYE SUÇLANMAYA HAZIR DEĞİLDİM

Abdi İpekçi öldürüldüğünde İletişim Fakültesi ikinci sınıftaydım. O gün mesleğe olan ilgimde milim eksilme almadı. Bunu, mesleğin bir gerçeği olarak kabul ettim. Yıllar geçti. 1995’te Cumhuriyet’te Uğur Mumcu’nun sütununda yazmaya başladım. 1980’li yılların ikinci yarısında Cumhuriyet’in İzmir Bürosu’nda çalışırken, yaz tatili için Ayvalık’a gelen Uğur Mumcu’nun yazılarını telefonla ben alırdım. Erika marka daktilonun sesleri hâlâ kulaklarımda. Yıllar geçti. 1999’da gazetedeki oda komşum Ahmet Taner Kışlalı da, Mumcu gibi hain bir terör saldırısı sonucu katledildi. Yerini doldurmak değil, bayrağı yerde bırakmamak için sütununda yazdığım Mumcu ve yan yana çalıştığımız Kışlalı’nın katli, beni de benzer saldırıya hazırlıklı olmaya itmişti. Terör saldırısına uğramaya hazırdım ama terörist diye suçlanmaya hazır değildim. Ne yazık ki, ölüm ve hapis ülkemizde hâlâ gazetecinin meslek hastalığı. Bu hastalıkların 21. yüzyıla sıçramamasını isterdim.

DEMİR PARMAKLIK: GÖKYÜZÜNE 80 GÖZ

Silivri’deki gibi L tipi cezaevleri öncekilerden farklı. Adalet Bakanlığı buna “Oda Tipi” diyor. Kollarını açıp biraz esnetince iki duvarına da dokunabildiğin bu odalara biz hücre diyoruz. Hücrenin kapısı koridora, demir parmaklıklı tek penceresi de havalandırmaya açılıyor. Bakınca duvar ve gökyüzü göründüğü için ben “gökyüzü penceresi” diyorum. İlk işim demir parmaklıkları saymak olmuştu. Tam 80 gözü vardı. Arada bir o gözlere tutunup gökyüzüne bakmak iyi geliyor. Silivri, coğrafi olarak Balkan ikliminin tam sınırıymış. Bulutlar çok hızlı hareket ediyor. İçinden ne geçiyorsa bulutlar ona benziyor.

HAYALİM: ÇIKINCA YAPMAK İSTEDİKLERİM O KADAR ÇOK Kİ

“Çıkınca ilk yapmak istediğim” diye sıralayacağım o kadar çok şey var ki. Burada her yer beton ve demir. Sabah uyandıktan sonra gece yatana dek ayakkabı giymek zorundasın. Kışın hep botlayım. Ev sıcaklığını özledim. En çok ailemle evde olmayı özledim. Geçenlerde kızıma çıkınca neler yapacağımızı, nerelere gideceğimizi sıralarken sözümü kesti, “Baba sen eve gel, karşımda otur yeter” dedi. Belli ki, evdekilerin de en büyük özlemi bu. Ankara’da Botanik parkında, Seğmenler parkında, ODTÜ ormanında ağaç dostlarım var. Çıkınca önümün duvarlarla kesilmediği o alanlarda koşmak, koşmak istiyorum. Bir de yazı aramızda su katınca beyazlayan sofralarda sohbeti özledim.

SİLİVRİ MÜZESİ: 4 YIL HAPİS 10 YIL CEZANIN KARŞILIĞI

Tutukluluğumun dördüncü yılına giriyorum. Söylemeye dilim varmıyor ama bu süreçte içimdeki en büyük yara hukuka olan inancımın sarsılması. Hapiste hukuk üzerine çok kitap okudum. Tarihte hukukun kullanılarak nelerin yapıldığını başka bir gözle inceledim. Silivri yargılamalarında o kadar çok hukuksuzluk var ki, en kötüsü buna alışıldı. Türkiye tarihindeki siyasi davalara bakın; bugün hangisine “Hukuki bir yargılamaydı” denilebiliyor? Hiçbirine. İşte Silivri de öyle olacak. Biz bugünün gerçeklerine bakmaktan çok, geçmişin yasını tutmayı seviyoruz. Bir kuşak sonra Silivri Müzesi bambaşka şeyler anlatacak. İnfaz sistemimize göre 4 yıl hapis 10 yıllık cezaya karşılık geliyor. Bu ucu açık yargılamanın, iddianamesi, delili, klasörü bir yana tek gerçeği var; cezaya dönüşen tutukluluk. Herhangi bir karşılaştırma yapmak istemem ama Başbakan 4 aylık hapishane yaşamını her fırsatta dile getiriyor. Bunu hukuksuzluk, yargının siyasallaşması ve büyük haksızlık olarak anlatıyor. Ben ise girdiği seçim bölgesinde oyların yüzde 50’sini almış bir milletvekili olarak tutukluluğun dördüncü yılına giriyorum. Başbakan kaldığı Pınarhisar Cezaevinde koğuşunu, koğuş arkadaşlarını kendisi seçti. 30 bin kişinin ziyaretine izin verildi. Ben ise tecritteyim. Demek ki damdan düşenin halini damdan düşen anlamıyormuş. Damdan düşen, bu yolla fazla zarar görülmediğini bildiği için gökdelenden atmak istiyormuş.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 4 MART 2012