LEMİ BİLGİN

...

Lemi Bilgin, toplam on yıla yakın bir süredir Devlet Tiyatroları Genel Müdürü. Ama "Evet efendim"ci bir bürokrat olmadığı için de iki kez görevden alınıp mahkeme kararıyla makamına dönen bir tiyatro insanı. Onu bir bürokrat olarak görmek yanlış olur. Lemi Bilgin, tiyatronun büyülü evreninde öncelikle oyuncu olarak var olmuş, kendini sahnede kanıtlamış, yıllarca üniversitelerde oyunculuk öğretmiş, şimdi de devletin tiyatrolarına genel sanat yönetmenliği yapan bir sanatçı. Hürrem dizisi, Cihan Ünal ile Hande Ataizi’nin oyunu bu denli tartışılırken üstada başvurmak elzem olmuştu.

KONSERVATUAR: OYUNCULUĞU TUTKUYLA AŞKLA SEÇTİM

Babam memurluktan ayrılıp, gazete çıkarıyor. Sonra siyasete atılıyor. Milletvekili seçilince Erzurum’dan Ankara’ya geldik. Daha evimiz tam yerleşmemişti, annem dört kardeşi elimizden tuttu tiyatroya getirdi. Küçük Tiyatro’da, "Yoklar Dağındaki Nar" adlı oyunu izledik. O güne kadar hiç görmemiştik, büyülü bir dünya ile karşılaştık. O tanışmayla kalmadı, Ankara’da ne kadar oyun varsa hemen hepsine gitmişizdir. Lisede Hamlet’i okuyunca da "Bunu oynamam için tiyatrocu olmam lazım" dedim. Evde o kadar çok politika ve gazetecilik konuşuluyor ki, abim Nazmi gazeteciliğe ilgi duydu. Ama ben uzak kaldım. Babam hukukçu olmamı çok istiyordu. İstanbul Hukuk’a girdim. Sonra yazın bir sabah erken kalktım, konservatuara nasıl giriliyormuş bir bakayım dedim. Kimseye bir şey söylemeden sınava girdim ve kazandım. Babama nasıl söyleyeceğim diye heyecanlıydım. Yanına gittiğimde Büyükada’da bir yemek masasındaydı. Babam, "Oğlum hukuk fakültesinde okuyor" diye tanıştırdı herkesle. Herkes "Ne güzel" falan derken fırsat bu fırsat diye düşündüm. "Baba, bir de konservatuarı kazandım" dedim. Masadan biri hararetle kalktı, geldi sarıldı, "Tebrik ederim gerçekten kazandın mı? Ne kadar muhteşem" dedi. Hani o ünlü "Fahriye abla" şiirini yazan Ahmet Muhip Dranas’mış. Masadaki diğer edebiyatçılar da tezahüratta bulununca babam da bir şey demedi. O olay daha okula başlamadan konservatuara büyük bir aşkla bağlanmamı sağladı. Hukuka da üç yıl kadar devam ettim. Fakat sonra konservatuar ağırlaşınca hukuku bıraktım. Şimdi af çıkıyor bugünlerde. Niyetim var, belki hukuku da bitiririm.

GÖREVDEN ALINMA: HAYIR EFENDİM DEYİNCE AYKIRI DÜŞÜLÜYOR

İdarecilik aslında mesleğin en kötü tarafı. Ben oyuncuyum. Şimdi oynayamıyor olmak beni çok üzüyor. Devlet Tiyatrosu’nda idarecilik yapmanın birinci şartı mesleki otoritedir. Genel Sanat Yönetmeni olarak gidersiniz bir oyunun provasına "Bir dakika bu kötü olmuş. Sen bunu böyle yap" dersiniz. Mesleki otorite gerekir ki sizi dinlesinler. 98’de genel müdür oldum. Altı bakanla çalıştım bugüne kadar. Tanışana, yapıyı anlayana kadar başlarda bir anlaşma dönemimiz geçiyor. Devlet Tiyatroları kendi yasası olan ve işin gereği olarak içişlerinde bağımsız bir kurum. Bakana "Hayır efendim bunu yapamayız" dediğiniz zaman aykırı düşüyorsunuz Sanat ile siyasetin anlaşması kolay olmuyor. Sanat emir ya da istekler doğrultusunda yapılan bir şey değil. İsmimizin başında da devlet olunca, hükümet ile devlet karışıyor. Biz devlet tiyatrosuyuz. O zaman bakan, alışılmışın dışında bir istekte bulunmuştu. Yanlışı anlattık, "Olamaz" dedik. Oradan başladı. Ağır bir tabir olacak ama bazen Türkiye’de teftiş terörü yaşanıyor. Müfettiş geliyor, görevden alınmanız isteniyorsa ona göre teftiş yapıyor. Daha ben görmeden raporlar bazı gazetelerde haber oldu. Görevden alınınca sadece Devlet Tiyatrosu değil, bütün sanat camiası bu mücadeleye sahip çıktı. DT’de üst düzey yöneticilerin tamamı istifa etti. Bu alışıldık bir durum değildi. Mahkeme kararıyla göreve iade edilmemin üçüncü saatinde yetkim içindeki bütün yöneticileri geri getirdim. Sanat kurumlarının kültürel ve sanatsal birikime sahip olan bakanlarla çalışması bir şans. Ertuğrul Günay Bey ile üç yıldır çok iyi, çok verimli çalışıyoruz. Tiyatronun Türkiye genelinde yaygınlaşması adına sahne sayımızı son iki yılda 38’den 54’e yükselttik.

İLK OYUNUM: TİYATRO BROŞÜRÜ KİMLİK YERİNE GEÇTİ

İlk profesyonel oyunumu, ilk kez oyun seyrettiğim Küçük Tiyatro’da oynadım. "O Güzelim Kaymaklı Dondurma Rengi Elbise" adlı oyun. Kenan Işık, Mazhar Alanson, Mehmet Atay ve Ali İpin ile birlikte ilk provanın heyecanı. Biz oyunu çalışırken 12 Eylül oldu, iki üç gün evde kaldık, sonra devam ettik tabii. 1 Ekim’de prömiyerimizi yaptık. Oyundan sonra çıktım tiyatrodan, yürüye yürüye Kızılay’a gittim. Bindim bir otobüse. Beşevler’de çevirme oldu. Kimlik! Kimlik yok üzerimde. Anlatmaya çalıştım. Anlatmanın imkânı yok indirdiler aşağı. Otobüsteki orta yaşlı bir çift, "Bir dakika" dedi. "Biz beyefendiyi biraz önce seyrettik, kendisi oyuncu. İşte elimizde de oyunun broşürü var." Astsubaydı herhalde. Bir bana baktı, bir de broşürdeki resme. Evet doğru! Aman dediler, "Bir daha unutma", bıraktılar. Tiyatro broşürü kimlik yerine geçti. İlk geceden böyle bir anım var işte.

AKREP İLE ÖDÜL ALDIM: İLK YAKIN PLAN ATATÜRK’Ü BEN OYNADIM

Kuzenim Eşber Yağmurdereli’nin, hapisteyken dört sayfalık bir öyküsü vardı. Okuyunca "Bundan çok güzel oyun olur" dedim. Olurdu olmazdı derken bayağı zorladım. Hatta dedim ki, "Kör olmak senin için büyük avantaj. Seni dünyanın en güzel yerine de götürsem körsün hücrede de olsan körsün" dedim. O da bana bu öyküyü anlattı: "Bir gün gardiyan geldi duvara kepçenin tersiyle vurdu. Ne oluyor, ne oluyor? Akrep dedi gitti. Sonra ben bir çıtırtı duysam, akrep var diye endişeleniyordum. Battaniye yüzüme değse, akrep mi var, yere basacağım, akrep mi var?" Oyunun ilk sahnesi bu oldu. Ondan sonra da Rutkay Aziz’in rejisiyle Altan Erkekli ile AST’ta oynadık. Evet, Eleştirmenler Birliği’nin en iyi oyuncu ödülünü aldım. Bütün rollerimi severek oynadım ama bazıları farklıdır. Akrep en sevdiğim oyunlardan biri. Budala’yı da, Kim Korkar Hain Kurttan’ı da çok severek oynadım. Evet, ilk yakın plan Atatürk oynayan aktör benim. Atatürk rolü söz konusu olunca hep akla geldim. Elbette bundan onur duyuyorum.

TELEVİZYON: ŞÖHRET OLMAKTAN KORKTUM

Gazoz Ağacı; TRT için çektiğimiz bir film. Uzun yıllar televizyonda seslendirme yaptım. Tiyatro ve hocalık daha ağır bastı, diziye pek vaktim olmadı diyelim. Teklifler geldi. Son zamanlarda da geliyor. Belki şöhret olmaktan da korktum. Asıl beslendiğimiz yer tiyatro bizim. Tiyatronun meşakkatli bir kulvarı vardır. Ancak daha kalıcıdır. Dizilerdekilerin çoğu bizim oyuncular. Asli görevlerini aksatmamaları kaydıyla izin veriyoruz. Tabii iyi oyuncular ile yapılan diziler daha iyi oluyor. Eskiden perde açıldığında şunun sesi bunun sesi diye bir fısıltı olurdu salonda, şimdilerde ise şu dizideki oyuncu bu dizideki oyuncu diye fısıldaşıyor seyirci ama hepsi üç dakika. Sonra sahnede iyi iseniz varsınız, sadece şöhret yetmiyor. Tiyatro izleyicisi sanıldığı gibi öyle meşhur görmeye gelen seyirci değildir. Oyuncular, burada bir yılda kazandığını orada bir ayda kazanıyor. Biz de haksızlık ediyoruz. Oyun oynayan, oynamayan, az oynayan çok oynayan başrol oynayan aynı maaşı alıyor. Böyle bir eşitlik, aslında eşitsizliktir. DT’de yapısal değişiklik yapmak istiyorum. Ama yasa değişikliği yapmak kolay değil.

ÖZEL HAYATLAR: İYİ OYUN DAĞIN BAŞINDA BİLE KAPALI GİŞE OYNAR

Cihan Ünal ile Hande Ataizi’nin oynadığı oyunun, gazetelerde yer alan sevişme sahnesi bütün bir oyunun sadece bir anıdır. Öyle bir hale geldi ki, hep işin magazin tarafı ön plana çıkıyor. Kötü olan şu, bu tür sahneler ön plana çıkarılınca, bazı tiyatrolar da bunu kullanarak gişe yapmaya çalışıyorlar. Yoksa her oyunda açık sahne de olabilir, çıplaklıkta. Eğer estetik içindeyse güzeldir. Basın da bu konulara hep magazin tarafından bakıyor. Türkiye’de tiyatronun seyirci sorunu yok. Canlı, diz dize, nefes nefese yapılan bir sanat olduğu için insana hele de bizim insanımıza çok yakın geliyor. Yeter ki iyi tiyatro yapılsın. İyi oyunu, dağın başında da oynasanız kapalı gişe oynuyor. Son yıllarda tiyatroya yoğun bir ilgi var. Tiyatro sayıları artıyor. DT olarak biz yıllardır Türkiye’nin her yerine turneye gidiyoruz. İnatla düğün salonlarında, köy meydanlarında, sinemalarda oynadık. Son zamanlarda hemen her yerde bir tiyatro sahnesi, bir kültür merkezi yapılmasında, yapmış olduğumuz turnelerinde katkısı var.

HÜRREM DİZİSİ: BİZ DE GAYRİ RESMİ HÜRREM’İ OYNUYORUZ

Hürrem dizisiyle ilgili tartışmalar bir noktada hoşuma gidiyor. Bu kadar gündeme gelmesi iyi. Ama sonuçta bu bir oyun, bir dizi. Bunu gerçekleri ortaya çıkaran bir belgesel gibi almamak lâzım. Bunu bir mesele haline getirmeyi doğru bulmuyorum. Kişisel olarak beğenip beğenmemek ayrı. Bir aşk hikâyesi üzerinden anlatmaları da doğal, sonuçta seyircinin ilgisini çekecek bir nokta bulmaları lazım. "Gayri Resmi Hürrem" Van Devlet Tiyatrosu’nda dört yıldır oynuyor. O oyunda öyle harem sahneleri yok ama harem olgusu var tabii. Ankara’da da Genç Osman oynuyoruz. Hemen her yıl repertuarımızda tarihi bir oyun bulunur. Seyirci tarihi oyunlara her zaman büyük ilgi duyar.

KÜRTÇE OYUN: SAHNELERİMİZDE HER DİL VAR

Biz zaten oyunlarımızda yeri geldikçe Kürtçe bir diyalogu, Kürtçe bir ezgiyi kullanıyorduk. Kürtçe oyuna sahnemizi açmamız, Kürt açılımı zamanına denk geldiği için çok fazla ilgi çekti. Güzel de oynadılar. Bizim işimiz Türkçe oynamak. İstesek de, başka dilde oynayamayız biz. O başka bir eğitim işi. Türkçesi düzgün olanlara bile beş yıl diksiyon dersi verip o dili iyi kullanmalarını öğretiyoruz. Uluslararası festivallerimizi de düşünürsek, zaten bütün dillerde oyunlar sahnelerimizde oynanıyor. Karadeniz’de 12 yıldır uluslararası tiyatro festivali yapıyoruz. Azerbaycan ve Ermenistan’ı da çağırdık. Önce biraz gergin duruyorlardı, sonra hemen düzeldi. Sanat zaten insanların iyi ve güzel olanı tanıması, kötü ve çirkin olanı da kendisinden uzaklaştırması için var.

CÜNEYT GÖKÇER HOCAMDI: ÖĞRENCİLERİMLE GURUR DUYUYORUM

Üniversite yıllarım tam 74-79 arasında geçti. Türkiye’nin hareketli olduğu yıllar. Aktif olarak siyasetin içinde değildim. Ama her gün olayların içinden geçiyorsunuz. Lise yıllarında sol görüşü benimsedim. Zaten sanatla ilgilenince okuduğunuz oyunlar, kitaplar sizi farklı bir dünyanın içine çekiyor. Mezun olur olmaz, Cüneyt Gökçer beni çağırdı. O zaman genel müdürdü ve hocamızdı. "Asistanım olur musun" dedi. Büyük bir onurla kabul ettim. 30 küsur yıl yanından hiç ayrılmadım. O bakımdan çok şanslıyım. Cüneyt Gökçer, bence dünyada yetişen nadir tiyatroculardan biridir. Baba oğul kadar yakındık birbirimize. İki kızı olduğu için bana "Olmayan oğlum" derdi. Konservatuarda ve Dil Tarih’te hocalık yaptım. 88’de doçent oldum. Cüneyt Hoca ile beraber, Bilkent’te Tiyatro Bölümünü kurduk. 30 yıl boyunca, öğrencilerimle hem hoca hem arkadaş, hem de aynı sahnede meslektaş olmanın mutluluğunu yaşadım. Onları oyunlarda, sinemada ve televizyonda izlediğimde gurur duyuyorum. Şimdi işler yoğun olduğu için derslere ara verdim ama öğrencileri özlüyorum.

EŞİM BALERİN: YILLARCA AYAKLARINI GÖSTERMEDİ BANA

Eşim Ilgın ile konservatuarda tanıştım. Bale bölümünün primasıydı. Ünlü bir Rus hocası vardı. "Gel seninle Bolşoy’da, solist dansçı olarak sözleşme yapalım" dedi. Nişanlıydık, gitmedi. Ben çok şanslıyım. 30 yıldır evliyiz, evin bütün yükünü, hep eşim üzerine almıştır. Hiç ev anahtarı taşımam. Anlamsız bir şey belki ama hep kapıyı çaldığımda, eşimin kapıyı açmasını isterim. Başka biri bana zor tahammül ederdi belki de. Bale yaptığı süre içerisinde ayaklarını göremedim, gizlerdi, göstermezdi ayaklarını. Baleyi bıraktıktan sonra görebildim ancak. Bale dünyanın en estetik sanatı ama çok ağır bir sanat. Ayakları mahvoluyor. Ne bileyim tırnaklarını sökerler, ayakları hep yara bere içindedir. O ayakkabılardan kan içinde çıkar ayakları...

İSMİM: AİLECE İSİMLERİMİZ FARKLI VE AZ BULUNAN TÜRDEN

Lemi, parıldayan, ışık saçan anlamında. Abimin adı Nazmi, kafiyeli bir isim düşünülürken teyzem, İstanbul’dan telgraf çekiyor, "Lemi’nin doğumu hayırlı olsun" diye. Seviyor, Lemi ismini koyuyorlar. Ailece isimlerimiz farklı, az bulunan isimler. Ben Lemi, eşim Ilgın, kızım Birben. Nişanlıyken bir çocuğu gördük çok sevdik. İsmi Birben’di. Doğduktan sonra isim düşünürken, kızımın yüzündeki küçücük beni gördük. O zaman ismi Birben olan çocuğu hatırlayıp, biz de o ismi koyduk kızımıza. Kızım evli, İstanbul’da çalışıyor. Her sabah özlemle uyanıyorum.

GECELERİ YÜRÜRÜM: DOKUNMA HASTALIĞIM VAR

Gece geç vakitte yürümek çok hoşuma gider. Hemen her gece ikide üçte, o sessizlikte yürürüm. Hele yabancı bir ülkede, bilmediğim bir şehirde yürüyerek kaybolmayı çok seviyorum. Bir dokunma hastalığım vardır, güzel olan her şeye dokunurum. Gözlerim onu anlamaya yetmiyormuş da ellerimle daha iyi anlayacakmışım gibi mutlaka dokunmak isterim. Tiyatro sahneden, insanların akıllarına ve ruhlarına dokunmaktır aslında. Bunu da oyuncuyla yaparsınız. Gerçekten daha gerçektir sahne. Ülkemin her ilinde her gece bir perde açılsa… Bu benim hayalim hem de çabam…

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 6 ŞUBAT 2011