KÜÇÜK İSKENDER

...

Uçlarda dolaşmayı seven marjinal bir şair küçük İskender. Sadece şiir değil, eleştiriden senaryoya kadar hemen her alanda ürünler veren bir kalem erbabı. Aynı zamanda beş filmde rol alıp, tutkulu okurlarına muzipçe göz kırpan bir oyuncu. Bugünlerde de şiir dolu performans geceleriyle dikkat çekiyor.

KİTAPLARIM: AKSİYON FİLMİNİN ÇEKİLDİĞİ SET GİBİ BİZİM ÜLKE

Nefes almak gibi bir şey benim için yazmak. Hani oturup da bir sanat eseri yaratmak için çaba harcamak bana yabancı bir kavram. Ben günlük koşuşturma içinde fizyolojik bir gereksinimmiş gibi üretmeye ve sanatı oraya oturtmaya çalışıyorum. Üretmek yaşamımın en önemli parçası. Kitaplarımın sayısı sanırım 50’yi geçti. 88’de sanıyorum ilk şiir kitabım çıkmıştı. 23 yılda bazen iki bazen üç kitabım çıktı. Şiirden, denemeye, günlüğe, incelemeye, senaryoya, antropolojiye, senaryoya kadar birçok alanda yazdım. Bir mizah kitabı, bir korku romanı da yazabilsem keşke. Düşünün bir ev tutuyorsunuz, ev büyük ama bir odada oturuyorsunuz. Ben o evin içindeysem evin her yeri benimdir. Sanatın içindeysem sanatın her yerinde dolaşmalıyım ben. Şu anda bir tatsız olay olsa ve hiçbir şey yazamasam, en azından 10-15 kitaplık malzeme vardır evde. Enis Batur’la çekişiyoruz bu konuda. Bu tempo bazı insanları şaşırtıyor. Ama ben her şeyden nem kapan bir insanım, yaşadığım coğrafya da buna çok uygun. Sürekli bir aksiyon filminin çekildiği set gibi bizim ülke. Sürekli bir şey oluyor.

OLGUNLAŞMA: NE SİNİRLENİYORUM NE ÂŞIK OLABİLİYORUM

Alternatif olmak ya da işte anarşist görünmek için değil ama birçok insanın klişeleştirdiği kavramları ben çok severim aslında. Mesela televizyon seyretmesini çok severim. 24 saat televizyonum açıktır benim. Filmler, kitaplar ve günceli de takip ederken bu arada kendi özel hayatımı da taşımaya çalışıyorum onun içinde. Ama 10 yıla yakındır İskender’in özel hayatı neredeyse kalmadı gibi. Hani başınıza darbe alınca hafif bir sersemlersiniz ya, kafama Türkiye çarptığı için böyle hafif sersemlemiş durumdayım. Ne eskiden olduğu kadar çabuk sinirleniyorum, ne kolay âşık olabiliyorum. Bu olgunlaşmanın ötesi bir şey, bir çürüme artık. “Orta yaşı aştıkça şiirleri durgunlaştı” demiş biri. Bence tam tersi. Eskiden hareket halindeki bir arabanın içinden şiir yazıyordum. Şimdi o hızla giden arabayı dışarıdan yazıyorum. Yine olayın içindeyim ama daha objektif bakabiliyorum. Onun ne olduğu üstüne kafa yormak için panoramayı genişlettim. Yazarken dışarıdan bakıyorum ama yaşarken içindeyim. Bakış açım eskisi gibi marjinal. Hatta daha bile sert.

TIP’TAN AYRILDIM: ASKER ÜNİFORMASI GİYİP İÇSELLEŞTİRDİM

İlaç isimlerini, tıbbi benzetmeleri şiirlerimde çok kullanmamda elbette tıp eğitimi almış olmamın etkisi var. Tıp, çok başarılı bir hayat bölümü benim için. Ayrıldığımda Tıp fakültesinde beşinci senemde 4. sınıftaydım, stajyer doktordum. Çok ani bir kararla ayrıldım. Hani bir gün sevgiliyi terk edip gitmek istersiniz, ben de bir mesleği terk edip başka bir maceraya atılmayı tercih ettim. Benimki bir parça katlanamamak ve başıma gelecekleri o anda sezmekti. Tıpta kalsam yönetimle çatışacaktım. Nasıl bazı insanlar başka mesleklerde çalışıp sanata sevgi duyar; ben de sanatın içinde kalıp tıbba ilgi duyarak kendimi şiire ve yazmaya verdim. Tıptan sonra sosyoloji bölümüne devam ettim üç yıl. O da Prens Sabahattin’leri öğrenmemi sağladı. Sosyolojideki hocam, Cemil Meriç’in kızı Ümit Meriç’ti. Askere bedelli gittim deprem sonrası. Anti-militarist çizgilerim vardı, hâlâ da var. Karşıysanız bile onun ne olduğunu görmeniz gerekli. Benim için orası da bir okul oldu. O üniformayı giyip oradaki duygunun içine girmek, oradaki vatan sevgisini algılamak, içselleştirmek çok önemliydi. Silahı elime alıp ateş de ettim. Ben solağımdır, tabii bütün silah eğitimi sağa göre yapılmış, az daha suratımda patlıyordu barut.

AİLEM: SOSYALİST KÖKENLİ BİR ANARŞİSTİM

Bir yönetmen gibi, ailemi oyuncularım gibi kullandım yazdıklarımda. Annem, kızkardeşim ve yeğenlerimle hiçbir problemim yok; babamla ablamın düğününde bir problemim olmuştu. Biraz hırçın bir adamdı ama cesurdu. 12 Eylül’de tek kitap yakmamıştı. Babıâli’nin iyi tanıdığı, Derman ağabey dediği, kitap kapakları yapan Derman Över. Baba-oğul ilişkisi çok sağlıklı gelişmedi. Cinsel yönelimlerimin hoşuna gittiğini sanmıyorum. Babamın komünist olmasından etkilendim. Ben sosyalist kökenli bir anarşisttim. İlk okumalarım için en büyük kaynak evdeki büyük kütüphaneydi. Önce babamın verdiği kitapları okudum. Daha çok toplumcu gerçekçilere yönlendirdiği için İkinci Yeni’yi, Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya’yı 18-19 yaşında okuma şansı buldum. Yaşayan en büyük şair diye bir karşılaştırma yapamam ama yaşasaydı Edip Cansever’i söylerdim. Çok severim, yani sevdiğim için büyüktür derim. Şiir okumaya ilkokul 4-5’te başlamıştım. Okumanın ötesinde o yaşta yazıyordum. Oyuncu olmak istiyordum. Babam Cem Karaca’nın plağını koyar, ben de iskemleye çıkar, playback yapardım. İlkokul 5’teyken Harbiye Şehir Tiyatrosu çocuk bölümüne kaydoldum, bir süre eğitim gördüm orada. Kabataş Erkek Lisesi’nde tiyatro çalışmaları, şiir yarışmaları sürdü. Lise sondayken darbe olunca baskıların çok ağırlaştığını gördük. Canhıraş bir kurtulma çabasıyla kendimi tıp fakültesine attım, İskender’i kendi ellerimle boğuyordum az daha.

İSTANBUL: BENİM BAŞKENTİM DE BEYOĞLU VE İSTİKLAL

Nereden bulaştıysa da Fenerbahçeliyim. Hafta sonu maçtaydım hatta. Ama 5 yıl sonra gittim ona da. Fenerbahçe’ye 20’li yaşlarımda ilk defa gittim, hani semt olarak. Çok da sevmedim çok lüks geldi bana. Çocukluğum Galatasaray ve Beyoğlu’nda geçti. Çok çeşitliliğin yaşandığı, sürekli hareketin olduğu yerlerde büyüdüm. Bu bana çok şey kazandırdı. Ailemden ayrılıp tek başıma yaşamaya başladığımdan beri de Beyoğlu, Taksim, Cihangir bölgelerinden hiç ayrılmadım. Hani sevgili Ece Ayhan, İstanbul’u o da bir ülke gibi görür ve “İstanbul’un başkenti Sirkeci’dir” der ya, bana göre İstanbul’un başkenti Beyoğlu ve İstiklal Caddesidir. Sanıyorum İstanbul’dan sonra da en sevdiğim şehir Amsterdam. Çok severim Amsterdam’ı. Çocukluğumdan beri nedensiz olaraktan fotoğrafları çok etkilerdi beni. Hiç öyle şeylere de inanmam reenkarnasyon falan ama sanki Amsterdam benim şehrimmiş gibi. Herhalde gideli 7-8 sene oluyor. Fakat şu anda Amsterdam’a gitsem sizi gezdirebilirim, gözümün önünde sokakları var.

OYUNCULUK: BEŞ FİLMDE OYNADIM AMA İDDİAM YOK

“Ağır Roman”dan sonra beni ofisine çağıran ve senaryolar üstünde konuşmak isteyen, oyunculuğumu da çok beğendiğini ifade ettiği için çok mutlu olduğum Atıf Yılmaz’ı, o projeler üstünde konuşurken kaybettik. Atıf Ağabeyle çalışmak herhalde benim için çok farklı bir dönemeç bile olabilirdi. Geçenlerde kulağıma çalındı, Sevgili Mustafa Altıoklar, “İskender sette olmayı seviyor” demiş. Doğru söylemiş. Yani sette olan insan ne yapar? Çay da taşır, yeteneği varsa oyunculuk da yapar. Şaka maka oynadığım film sayısı beş oldu. Hepsinde de amacım sette olmaktır. Oyunculukta büyük iddiam olmadı hiç. Tıbbı seçmeden önce benim derdim şiir yazan bir yönetmen olmaktı. Ama herkes nasıl seks yapabiliyor ama porno yıldızı olamıyorsa, herkes film çekebilir ama yönetmen olamayabilir. Belki biraz şanslı bir kuşağım ben, haftanın iki üç günü sinemaya götürülen, Dormen’leri izleyen bir çocuktum. Onun için eski Türk filmleri benim için hafif bir tebessümle izlenen filmler değil, hakikaten heyecanlanıyorum izlerken. Mesela mutlu sonlarda evdeysem alkışlıyorum, çok eğleniyorum. O saflığı, temizliği keyif veriyor. Aslında çok gülen bir adam değilim. Beklemediğim bir şey gördüğüm zaman kopuyorum. Hani bir fıkra da olabilir bu, bir hareket de. Evimde inanır mısınız kitaptan çok film vardır benim. Öyle kitap film satan yerlere girince alışverişe çıkmış kadınlar gibi hissediyorum kendimi. Arkadaşlarım beni zorla çıkartıyor, ne bulursam almaya çalışıyorum.

RADYO PROGRAMI: ŞİİR PERFORMANS GECELERİNİN ÇEKİRDEĞİ

TRT 2’de “Okudukça” programının içinde bir ekstra bölüm yaptım bir süre. Sonra Kent FM’de “Lağım Faresi” isimli bir program yaptık. Pazar günleri saat 8-11 arası gece canlı program sundum. Sonra sahibiyle rock müzik üzerine tartışıp canlı yayının yarısında müziği otomatiğe bağlayıp çıktık. Çok sert bir programdı, çok da eğleniyorduk. Çok da dinlenen bir programdı. Açıkçası ben çok kovalayan bir adam değilim. Radyocu olmak diye de bir amacım yoktu ama öneri gelseydi devam ederdim. Şimdi performans geceleri yapıyorum. Şiir, o performansın çekirdeğini oluşturuyor. Bir müzik grubu da oluyor ve tiyatrocu dostlarımız sahnede şiirlerden bir mizansen sergiliyorlar. Şiirin performans sanatlarıyla ilişkisini yansıtmaya çalışıyorum. Şu ana kadar Gripin, Nejat Yavaşoğulları, Raşit, Baba Zula, Teoman, Balık Ayhan gibi birçok dostla çıktık. Ayda bir kere yapıyoruz, fakat düşümü bu sene uygulamaya soktum. Türkiye’nin bütün illerine gidip şiir okumaya çalışıyorum.

ÜZÜNTÜM DİL: MURATHAN MUNGAN İLE PROBLEMİM YOK

Almanya’da yeni bir kitabım çıktı. İngiltere’de bir seçme, Fransa’da ise bütün şiir kitaplarımın çıkarılması projesi var. Başka dilde ilk basılan şiir kitabım Kürtçeydi. Sanırım önce Murathan Mungan’ın Kürtçe kitabı çıkmıştı. Ki o da o coğrafyadan iyi bir şairimizdir. Benim sevgili Murathan’la hiçbir problemim olamaz. Yaşamı algılayışımızın çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Evet, belki canciğer dost değiliz ama biraraya geldiğimizde şakalaşıp sohbet eden insanlarız. Benim problemim, kendini solcu gösterip rant sağlamaya çalışan eski solcularladır. İstanbul kökenli olup da Kürtçe’ye çevrilen son dönem Türk şairi benim. Yurtdışına sık gitmesem bile gittiğim yerlerdeki antolojilerde yer alınıyor. En büyük problemim hâlâ düzgün bir yabancı dil kullanamamak. Neye üzülürsünüz derseniz, budur. Bir de mesela bir eşcinsel şairler antolojisi çıkartamam Türkiye’de. Hayatta değilse ailesi karşı çıkacaktır ya da adım geçmesin diye kendisi rica edecektir. Anadolu’nun bir şehrinde yaşayan bir gay gencin tutunabileceği kim var Allah aşkına? Biz kendimizi saklarsak, bu insanı tek başına bırakırız. Hepimizin cinsel kimliğini açıklaması bu noktada gerek.

OKURLARIM: İLK OKURLARIM TORUN SAHİBİ OLMAK ÜZERE

Sadece yazarak hayatta kalıyorum. O yüzden geçinemiyorum demek daha doğru. Bundan çok yüksündüğüm söylenemez. Hani deniz ya da gökyüzü gören bir dairede oturamıyorum, o da olacak. Sonuçta bir etkinliğe gittiğim zaman beni okuyanlar gülümsüyorsa, tanımadığım bir şehrin sokaklarında yürürken biri “Hocam hoş geldin” diye selam veriyorsa bütün gökyüzü, bütün deniz benim oluyor açıkçası. Benim okur kitlem de bana benziyor. Kitap fuarında imza kuyruğunda punk bir kız da görebiliyorsunuz, efendi bir lise öğretmeni, başı örtülü bir kız da. Yani benim kadar dağınık görünüyor okur kitlem de. Bu beni mutlu ediyor. Demek ki belirli bir sınıfın, bir zümrenin insanın değilim. Ortak dertler bir yerde bizi buluşturuyor. Şairler normal insanlar değildir. Tanrı’nın, “Acaba bu peygamber olsa mı” diye başlayıp, sonra “Bundan peygamber olmaz” deyip yarım bıraktığı adamlar mıyız yazanlar? Bir şey söylemeye çalışıyoruz ama hep eksik, hiçbirimizin kitabı kutsal değil. Şiiri çağdaşlaştırdım ya da batırdım demek çok iddialı geliyor. Düşünün altıncı jenerasyon falan yetişiyor, şu anda 13-14 yaşında okurlarım var benim. İlk okurlarım neredeyse torun sahibi olmak üzere. Genç bir kitleyi alıp, böyle yıllarca götürebilmek büyük bir gurur kaynağı. Demek ki hayattayım, şiirim de hayatta. Ama Can Yücel yaşarken yere göğe sığdıramazdık, bugün Can Baba’nın adını anan yok. O yüzden de iddialı değilim. Nereye kalacağız ki?

İSMİM : KÜÇÜK’LÜK KİMLİĞİMLE ÖRTÜŞÜYOR

Küçük İskender ismi kimliğimle hâlâ örtüşüyor. Küçük’lükten kastım üç ana mesele üstünde; Birincisi, politik nedenlerle öldürülmüş tarihi bir karakter olması; Büyük İskender’in oğlu olması. İkincisi, küçük çırak anlamına geliyor biliyorsunuz. Üçüncüsü, cinsel göndermeler olması. Bu üç kavram benim hayatımda hep oldu. Ben bir şeyin politikasını yaparak yaşamam. Ya da ne bileyim, bu adamın bana faydası olur deyip bir editörle iyi geçinmeye çalışmam, falanca gazeteci haber yapar diye arada bir mesaj atmam. Bu tür çıkar ilişkilerim olmadığı için o Küçük’lük orada naif olaraktan kaldı. Bir de İskender de işte Can Baba’nın oğlu gibi, o da çok içer diye düşünülüyor. Evet, içkiyi çok seviyorum ama kendimi kontrol etmesini biliyorum. Söyleyişi bitirelim hemen gidelim bir yerlerde iki kadeh içelim, her zaman aklımdadır bu fikir. Çünkü bana göre sevmenin, sevişmenin, aşkın, devrimin, alkolün, sanatın saati, günü olmaz, takvimi olmaz. Ben muhabbeti seven adam olduğum için meyhane kültürünü de sevmişimdir.

BİRİ HOŞLANMAMIŞ: İKİ KİRALIK KATİL DÜŞTÜ PEŞİME

Yazdıklarım birilerinin hoşuna gitmemiş. Yıllar önce iki kiralık katil takıldı peşime. İçlerinden biri yan masada oturup gençlerle sohbetimi dinlemiş. Paltosunun altında silahıyla oturuyormuş. Dinlemiş dinlemiş, yapamayacağına karar vermiş. Dışarı çıkmış uyarmak için telefonla oturduğum kafeyi aradı. Öyle konuştuk. “Ben yapamıyorum, dönüyorum, ama arka kapı varsa oradan çık çünkü bir kişi daha peşinde.” Tabii tatsız bir konu. “Ben Hrant olmak istemiyorum” derken, korkmamdan değil. Hrant’ın arkasından üzülen kardeşlerimize saygım var ama ben taraftar edasıyla “Hepimiz falancayız” denmesini sevmiyorum. Üç gün sonra unutuluyor, iz bırakmıyor. Arkamdan üzülecek insanlar mutlaka olacaktır. Onların üzülmesini istemem. İşte şiir okusunlar, içki içsinler, şakalaşsınlar, sevişsinler isterim. Ben toprağı ziyan etmekten korkuyorum, gömülmek bile çok anlamsız bana göre. Yer işgal etmek ve “Hepimiz Küçük İskender’iz” tadı taşıyan bir cenaze töreni istemem. Bugünlerde bir hayvan mezarlığı peşindeyim. 15 yılımı paylaştığım kedim yaşlandı artık. Adı Zozi. Çok güzel bir iletişimimiz var, Zozi ile çok mutluyum. Birçok insandan daha çok seviyorum.

ÇEKER GİDERİM: TÜRK İSLAM CUMHURİYETİ KURULDU

Valla henüz ismi konmadıysa dahi bir Türk İslam cumhuriyetinin kurulduğuna inanıyorum. Kaç yıldır bu hükümet baştaysa o zaman kuruldu. Bu noktada “Vah vah gitti memleket” demeye gerek yok, zaten memleket o raydaymış. Halkın çoğunluğu istiyorsa bir referandum daha yapılıp ismi dahi değiştirilebilir, bence sakınca yok. Ben çeker giderim o başka. En azından bir uçak dolusu insan gelir herhalde bizimle. Bu bir karamsarlık değil. Fakat düşünün, bir performans gecesi yapıyorum, oraya 24 yaşın altındakileri alamıyorum. O kitle gelemiyorsa, ben kime şiir okuyacağım? Afişlerimizin altında kocaman “Artı 24 uygulaması vardır” diyor. Demek, o afişleri gençlerin gittiği kafelere, üniversitelere asmaya gerek yok. Huzurevlerine asacağız, belki e hastanelerin geriatri servislerine. Sonra da demokrasi var, hadi şiirini oku.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 27 MART 2011