KÖKLERİNİ BU TOPRAKLARA SALANLAR DA KAÇIYORSA

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 48

KÖKLERİNİ BU TOPRAKLARA SALANLAR DA KAÇIYORSA

Her an battı batacak gibi görünen paslanmış, kırık dökük teknelerdeki yaşamlar bizden değiller ya umurumuzda bile olmadı nice zaman. Cehennemden kapağı zor atmış bitik insanlar olarak Fransa ya da İtalya kıyılarına vurduklarında fark ettik onları.

Kaş sahillerinde batan teknede ölenler, ancak genç ve de güzel sevgilisini kaybeden Kuzey Iraklı gencin gözyaşlarının fotoromanı halinde girdi gündemimize. Ah bir de ölen kadının dekolte bir fotoğrafını bulabilseydik!

O zaman gazetelerimiz, televizyonlarımız o fotoğrafı yeniden, yeniden yayınlar; talihsiz sevgilinin vücudunun her santimetrekaresini, Çankaya önünde soyunan Gonca Uyanık’ın poposunun kıvrımları gibi zorla ezberletirlerdi bize.

Arada kaynadı gitti ama geçen ay Kuşadası sahillerinde yakalanan teknedekilerin çoğu bizdendi. Evet bizden! Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıydılar.

Jandarma, teknede bulduğu bütün "memleket kaçkınlarını" iskeleye dizmişti. Akrabalar, aileler hemen kendini belli ediyordu. Anne babalar, çocuklarını sarıp sarmalamış, karı kocalar birbirine sokulmuş, görünmez tehlikelerden korunmaya çalışıyorlardı. Giysilerinin içinde büzülmüşlerdi.

Henüz yirmili yaşlarında olan iki genç de vardı aralarında. Farklı yaşları nedeniyle onca kalabalığın içinden hemen seçilen iki genç, birbirlerine değmemeye, hatta aralarında biraz mesafe bırakmaya özen gösteriyordu. Belli ki, sevgili değillerdi, tesadüflerdi onları yan yana getiren.

Kamera önlerinde durdu. Önce genç kıza uzandı mikrofon. "İki kere devlet memurluğu sınavına girdim. İkisinde de kazandım ama sonra iptal ettiler, işe giremedim" dedi kız.

Kıvırcık saçlı delikanlının sorunu da işsiz kalmaktı. "Liseyi bitirdim ama iş bulamadım." Sonra boynunu büküp önüne baktı. Üzgündü. Televizyon muhabiri, ikisine birden sordu. "İnsan memleketini bırakır gider mi?" Kız, elini yüzündeki sivilceler üzerinde gezdirdi, hüzün yüklü gözlerini kameradan kaçırdı. Yanıt vermek istemiyordu.

Kameranın kendisine döndüğün fark eden delikanlı ise gazetecinin gözüne baktı bir an. Gözbebeklerinde aradığı, sorunun yanıtı değildi. Gazetecinin yanıtını bildiği soruyu neden sorduğunu, neden illa ona söyletmek istediğini anlamak istiyordu. Ruhunu yakalayamadı muhabirin. Kameranın parçası haline geliveren bir meslek erbabıydı o.

Denize çevirdi başını. Ümitlerini besleyen engin mavilikten de beklediği desteği alamadı. Kameraya döndü, kızgınlığını sözcüklerin arasına saklayarak yanıtladı soruyu:

- Biz de memleketimizi bırakıp gitmek istemeyiz ama burada hiçbir ümidimiz kalmadı...

Küçük söyleşi burada bitti, kamera iskeledeki kalabalık ve teknenin üzerinde dolaştı ağırdan. Sonra Jandarma, "memleket kaçkınları"nın tek tek ifadesini aldı.

Peki, ne oldu sonra? Ne olacak, onlar da diğerleri gibi serbest bırakıldı. Nereye? Geldikleri yere. Ümitsizlik batağına...

Benzer bir tablo, geçen hafta bir kere daha yaşandı. İnsan kaçakçılarının, İtalya diye kandırarak Türkiye sahillerine bıraktıkları mültecilerin arasından yine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları çıktı.

Onlar da aynı işlemlerden geçirildiler, ifadeleri alındı ve yine geldikleri kente geri gönderildiler.

Halbuki bu insanlar, geleceğe, ülkelerine, her şeye ama her şeye güvenlerini yitirmişlerdi. En önemlisi, peşinde koşacak hayalleri kalmamıştı.

Şimdi ne yapacak o insanlar? Ya Avrupa’ya kaçabilmek için yeni yollar arayacaklar ya da çaresizlik içinde oradan oraya savrulacaklar. Kaderleri nereye götürürse oraya gidecekler.

Önceleri Irak, Afganistan, İran, Pakistan ve de Afrika’dan gelen mülteciler, Türkiye üzerinden geçiyordu ve kimse onlara gözyaşı dökmüyordu. Ama şimdi her şeyi geride bırakıp kaçmaya çalışanlar kendi insanlarımız.

Daha ne kadar gözlerimizi kapatabileceğiz bu drama? İlla binlerle sayılacak kadar çoğalmaları mı lazım onları ve de içinde bulunduğumuz gerçeği fark edebilmemiz için?

Haydi itiraf edelim. O insanların kaçmaya çalışmakta hiçte haksız olmadıklarını hepimiz biliyoruz. Kim bilir kaçmayı şu an gönlünden geçirip de bu topraklara güçlü köklerle bağlandığı için harekete geçemeyen kaç insan vardır yanımızda yöremizde.

Herhalde bu ülkede yaşayanlar, ne kuruluş yıllarında, ne de ikinci dünya savaşı döneminde kendini bu denli çaresiz, bu denli umarsız hissetmemişti. Başta bu ülkeyi yönetenler olmak üzere hiç kimse, bir gün, hatta bir saat sonra ne olacağını, neyle karşılaşacağını bilmiyor ki!

Sanırsın hep beraber bir varile binmişiz. Varil yokuş aşağı, tangır tungur yuvarlanıyor. Sarsıldıkça canımız yanıyor; ah uhlar işitiyoruz sağımızdan solumuzdan. O kadar. Kimseler bağırıp çağırmıyor, tepki göstermiyor.

Herkes varilin yuvarlanışının nerede, ne zaman biteceğini merak ediyor. Varil durduğunda nasıl bir yerde olacağız? Herkes oraya odaklanmış, nefesini tutmuş bekliyor, kurtulmaya bile çabalamıyor.

Bense içimden bir öfke dalgasının giderek yükseldiğini hissediyorum. Yıllar önce caddelere düşüp, sesim kısılana kadar bağırdığım günleri özlüyorum. Arkadaşlarımla kol kola girer, sokaklarda dalgalar halinde yürürken ses tellerimiz iflas edene değin bağırırdık. O günlerin en iyi yanı, yorgun argın eve döndüğümde hücrelerimde hissettiğim dehşetengiz tatmindi.

Sonraları mitinglere dışarıdan bakar oldum. Neyi değiştirecekler ki, böyle sloganlar haykırarak diye de küçümserdim. "Ne olacak yani, yorulduklarıyla kalırlar, kimseler dinlemez onları" diye düşünüyordum her seferinde.

İşçiler, memurlar, öğrenciler, geliyorlar, sloganlarıyla Kızılay’ı inletip, kemikleri sızlayarak dönüyorlardı geriye. Gerçekten de istediklerini elde edemiyorlardı çoğu kez.

Artık ben de yeniden sokağa, kırlara nereye olursa olsun çıkıp bağırmak istiyorum. Yeniden kazanmak istediğim tek şey, umudum...

Faruk Bildirici / Tempo / 1-7 Kasım 2001