KILIÇDAROĞLU KEMAL BEY'İ ANLATIYOR

...
Fotoğraf: Hasan Tüfekçi /Hürriyet

    CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile iki uzun söyleşi yaptık. Yaşam öyküsünü anlattığı bu söyleşi, Hürriyet'te 27-30 Haziran 2010 tarihlerinde dört bölüm halinde yayımlandı.

    Kılıçdaroğlu, bu söyleşilerde önce Kemal, sonra Kemal Bey, ardından da Kılıçdaroğlu olduğu günleri anlattı. Yazı dizisini de kendisinin bu anlatımlarını esas alarak hazırladım. Tabii vurgulamalıyım, ona göre, “Kılıçdaroğlu ve Kemal Bey” tanımları, “Tayyip Bey ve Recep Bey”den farklı olarak tek bir dönemi, tek bir kişiliği ifade ediyor.

İSTİKLAL MARŞININ ON KITASINI EZBERLEDİM / 1

  Tapu memuru Kamer Bey, her akşam ocak başında kitap okurdu. “Kerem ile Aslı”, “Hazreti Ali’nin Cenkleri”, “Ebu Müslümi Horasani” gibi kitapları heyecan içinde dinlerdi çocukları. Yatma vaktine kadar sürerdi okumaları.

    Çocuklar, ertesi akşamı iple çekerdi. Yemekten hemen sonra ocak başındaki yerlerine geçer, babalarının kitabı alıp arkası aynalı 14 numaralı gaz lambasının önüne oturmasını beklerlerdi.

    Kitap okumaya misafir geldiği akşamlar ara verilirdi. Lamba söndürülür, lüks lambası dolaptan çıkarılırdı. Lambanın zayıf ışığına alışan çocuklar için lüksün yanması evin şenlik yerine dönmesi demekti. Bir kenara oturur, bu kez babalarının misafirlerle sohbetini dinlerlerdi.

    Kamer Kılıçdaroğlu, evdeki otoriteydi. Ailenin yaşamı da onun tayinleriyle birlikte alt üst olur, sürekli taşınıp dururlardı. O nedenle ailenin ikizleri Kemal ve Adil,  ilkokula Van’ın Erciş ilçesinde başladı. İlk üç sınıfa orada gitti; fakat dördüncü sınıfı Tunceli’de, beşinci sınıfı ise Bingöl’ün Genç ilçesinde okudu.

    İlkokuldan itibaren ikizlerin yolları birbirinden ayrıldı. Adil, sınıfta kaldı. Kemal ise sınıfı geçerek yoluna devam etti.  Adil, okul hayatında hep Kemal’i geriden takip edecekti. Dünyaya da Kemal’in peşinden gelmişti. Tunceli’nin Ballıca köyünde, 17 Aralık 1948 günü birkaç dakika sonra doğmuş olmasına rağmen hep “ağabey” diye seslenecekti ona.

Uzun önlükler tahta çantalar

       Erciş’te ilkokula başladıkları gün Kemal için unutulmaz bir gündü. Belleğinde kalan o güne dair en önemli görüntü tahta çantası ve uzun önlükleri:

   “İlk gün çok uzun siyah önlükler giymiştik. Evde tembihlemişlerdi, sakın çantalarınızı kaybetmeyin diye. İlk teneffüse elimizde çantalarla çıktık. Baktık diğer öğrencilerin elinde yok, sınıfa gidip çantalarımızı bıraktık. Diğer çocukların önlükleri de kısaydı. Akşam eve gittiğimizde anneme kızınca önlüklerimizi düzelttiler.”

Şiir yazdı

   Kemal, ders çalışmayı seven, meraklı bir öğrenciydi. Dersler dışındaki aktivitelere de katıldı. İzcilik koluna girdi, bir “yavru kurt” oldu. Öğretmenler, özel günlerde, bayramlarda şiir okuma görevini de hep ona veriyorlardı. İlk ezberlediği şiirlerden biriydi İstiklal Marşı. Sadece ilk iki kıtasını değil, 10 kıtasını ezberledi, bir müsamere sırasında çıktı kürsüden okudu. İlerleyen yıllarda Kemal, şiir de yazdı:

    “Bir hafta vardı hiç unutmuyorum, fakat öğretmenler açlıkla ilgili şiir bulamamışlardı. Ortaokuldaydık. Ben açlıkla ilgili bir şiiri yazdım ve götürdüm. Öğretmen ‘Çok güzel olmuş’ dedi. Gençlik yıllarında şiirler devam etti. Elazığ’da Ticaret Lisesindeyken Turan gazetesine şiirler yazdım. Şimdi çok net hatırlamıyorum yazdıklarımı. Saklamadım da.”

Karpuz tarlası kiraladı

  Kemal, Genç’te ortaokulu okurken yaz aylarında hiç evde oturmadı. Her öğleyin tren istasyonundaydı. Tren yolcularına salatalık ya da soğan kabuğuyla boyadığı yumurtaları satıp para kazandı. Tuğla ocaklarında da çalıştı. Ortaokul son sınıfta daha büyük bir işe girişti. Genç’in karpuzu meşhurdu, Murat nehri kıyısındaki tarlalarda harika karpuzlar yetişirdi. Kemal de, o yaz bir arkadaşıyla beraber bir karpuz tarlası kiraladı. Zevkli bir anıydı o tarlada yaşadıkları:

   “Bize düşen görev de, işte gece karpuzları korumak için tarlaya gidip orada yatmaktı. Götürüp satmıyorduk şehrin içine. Diyelim ki Bingöl’deki birlikten askerler karpuz almak için gelirlerdi, onlara satardık. Kilosu 5 kuruştu. Biz para verip kiralamadığımız için bize çok sembolik bir ücret düşerdi.”

     Yaz aylarının en büyük eğlencesi Murat nehri kıyısında dolaşmak, nehirde yüzmekti. Halbuki babası, nehirde yüzmeyi yasaklamıştı. Hem boğulma tehlikesine, hem de babasını kızdırma pahasına Kemal, arkadaşlarıyla nehre gidip yüzmekten vazgeçmezdi.

Baba dayağı

    Bu da akşamları babasından dayak yemek demekti. Kamer bey, “katı bir Anadolu erkeği görünümünde”ydi. Kararları kendi başına alırdı. Ailenin Karabulut olan soyadını değiştirme kararı da bunlardan biriydi.  Bütün aile Karabulut soyadıyla devam ederken, Kamer Bey, 1950’de mahkemeye başvurarak Kılıçdaroğlu soyadını almıştı. Nedeni de köydeki hemen herkesin soyadının aynı olmasıydı, bu benzerlik rahatsız etmişti. O tarihte küçük bir çocuk olan Kemal, ailedeki bu soyadı değişikliğini sonradan öğrenmiş:

        “Bütün amcalarımın soyadı Karabulut. Amcama mektup yazarken Mehmet Karabulut eliyle Mehmet Karabulut diye yazdığımı hatırlıyorum. İkinci Mehmet Karabulut’a parantez içinde muhtar yazardık. Hiçbir zaman gidip babamıza sormadık, niye değiştirdin? Çünkü çocuktuk.

Soyadı değişikliği

        Kılıçdaroğlu soyadı, dedemizden geliyor. Dedemiz Hüseyin Cebeli. O dönemin halk kahramanı tipi birisi. ‘Kılıçlı eşkıya’ diye adlandırılıyor. Soyadı Kanunu olmadığı için aile Cebeligiller olarak tanınıyor. Rahmetli babam bundan esinlenerek de Kılıçdaroğlu koymuş olabilir.

      Ailemin Horasan’dan geldiği söyleniyor. Konya Akşehir’e yerleşiyorlar. Ailenin büyüğü Seyyid Mahmudi Hayrani’nin türbesi orada. Rivayete göre, Şah İsmail’le Yavuz Sultan Selim arasındaki savaştan sonra bunlar Adıyaman, Malatya ve bir kolu da Dersim’e, Tunceli’ye gidiyorlar. Türkmen boyu bunlar.”

   Her ne kadar Kürt olduğu iddiaları ortaya atılsa da Kemal, ailesinin köklerinin Kureyşan aşiretinin “Türkmen boyu” olduğu bilgisine sahip. Kureyşan, aynı zamanda, Aleviliğin en önemli ocaklarından biri. Anne tarafı ise Areli aşiretinden. Annenin nüfustaki ismi “Yemuş”. Oysa herkes gibi oğlu Kemal de onu hep Nimet adıyla biliyordu:

     “Anneme Yemuş demezdik, rahmetli babam, bütün komşular, herkes Nimet diye bilirdi. Ben de anneme sordum. Yemiş koymak istemişler, nüfus memuru Yemuş yazmış. Herkes etnik kimliğiyle uğraştı, acaba nedir, ne değildir diye. Sonuçta o benim sevgili annem. Öyle bir şey olsa söylerim, yok.”

   Nimet hanımın ikisi kız, beşi erkek yedi çocuğu oldu. Bunların dışında iki çocuğunu da doğumdan sonra yitirdi. Yedi çocuktan sadece Kemal, üniversite okudu. O zaten diğer kardeşlerinden farklıydı. İlkokuldan liseye kadar hep birincilikle bitirdi okulları.

     Kemal, Murat Nehri kıyısına oturur, babasının getirttiği Cumhuriyet gazetelerinden Malkoçoğlu çizgi romanlarını okurdu. Sonra gazetedeki Fikret Otyam’ın röportajları dikkatini çekti. Yıllar sonra Otyam’ın resimlerine ilgi duymasında o röportajların etkisi de olacaktı. Bir süre sonra da Çetin Altan’ın yazılarını keşfetti, bazı yazıları kesip saklıyor, sınıftaki arkadaşlarına okuyordu.

       Kitap okumaya ise Teksas, Tommiks ve ardından Kerime Nadir’in romanlarından başladı. Lise 1’de de Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini sonra da klasikleri okudu. İnce Memed, hayatının unutulmazlarından biri oldu.

Hayali doktorluktu

     Genç’te lise yoktu. Kamer beyin, Tunceli’de lise müdürü olan bacanağına mektup yazdı, kayıt tarihlerini bildirmesini istedi. Ama beklediği cevap bir türlü gelmedi. Cevabın geciktiğini fark ettiklerinde lise kayıtları dolmak üzereydi. Kemal, Elazığ’da yeni bir ticaret lisesi açıldığını öğrendi o sırada. “Oraya kaydını yap, bir ay sonra naklen alırız buraya” dediler. Kemal, bu lise seçiminin hayat çizgisini değiştirdiğini ancak liseyi bitirdikten sonra anlayacaktı:

    “Bir ay sonra öğretmenler, öğrencimizden çok memnunuz kaydını vermeyiz dediler ve ticaret lisesinde kaldım. Liseye gidip doktor olmak gibi bir idealim vardı. Fakat Ticaret lisesini bitirince anladım ki, sadece iki yerde sınava girebiliyorum. Eskişehir İktisadi Ticari Bilimler Akademisi, bir de Ankara. Önce Eskişehir’i kazandım, 50 lira para verdim kayıt parası için. Ankara’yı kazandığım belli olunca gidip kaydımı aldım, parayı istedim ama vermediler.”

       Kemal Kılıçdaroğlu, Ticari İlimler Akademisi’nde okumak üzere Ankara’ya ayak bastığında yıl 1968’di. Gençlerin ayakta olduğu fırtınalı yıl.  

KUTU/1/ EN BÜYÜK PİŞMANLIĞIM

   En büyüğümüz olan ablam (Feride Çakmak) hiç okula gitmemiş zaten. İkinci kız kardeşimiz (Fikriye) bizden küçüktü. O çevrenin koşullarında okuyan kız çocuklarına farklı bakılıyor, biz de kendimizi o kültürün bir parçası olarak görüyorduk. Biz erkek çocuklar, ‘İlkokulu bitirdikten sonra okumasına gerek yok’ diye itiraz ettik. Bu hayatımın en büyük pişmanlıklarından birisidir. Keşke okuyabilseydi, farklı yerlere gelebilseydi. O yapıyı sonra kırdık tabii. Benim, diğer kardeşlerimin kız çocuklarının hepsi okudu. Benim kızlarım Aslı ve Zeynep üniversiteyi bitirdi. O çevreden çıkınca hayatı, gerçeği daha farklı görüyorsunuz. Kültürün bir parçası olarak kız çocuklarına miras da verilmezdi. Rahmetli babam hayattayken Tunceli’deki iki dükkanı sattı, kardeşlere dağıttı. Gayrimenkul da kaldı babamdan. Biz kardeşler oturduk, kız kardeşlerimize de verelim diye karar verdik, böyle bir adalet sağladık.

KUTU 2/ RAKI İÇME ADABINI BABAM ÖĞRETTİ

İlk rakıyı babamla içtik. Belli bir yaşa geldikten sonra rahmetli babam bize içki içmenin adabını öğretti. İşte rakıyı böyle doldurursunuz, suyu böyle koyarsınız, içkiyi böyle içersiniz diye. Daha sonraki yıllarda sosyal içici dediğimiz, yani bir yerde bir işte toplantı olur, bir kokteyl olur bir kadeh alırsınız öyle içtim.

KUTU 3/ MENDERES’İN İDAMINA ÜZÜLDÜK

  27 Mayıs’ı hatırlıyorum. Evimizde bir radyo vardı, Bingöl’ün Genç ilçesindeydik. Akşamları canlı olarak verilirdi duruşmalar. Hep ‘Sanıklar getirildi yerlerine oturdular’ gibi klasik bir cümleyle başlardı. Her akşam tekrarlandığı için bu bölüm belleğimde kaldı. İdamlar olduğunda küçük bir kasabadaydık, çoğu kişi ertesi gün idamın olduğunun farkında bile değildi. Çoğu evde radyo yoktu. İdamdan herkes üzüntü duydu. Ailemiz CHP’liydi, amcam bir dönem CHP Tunceli İl Başkanlığını yapmış eskiden ama onlar da üzüldü.

EŞİME AŞK ŞİİRLERİ YAZDIM / 2

   68’in o fırtınalı günlerinde Ankara’ya gelmiş, kendisini birdenbire öğrenci hareketlerinin içinde bulmuştu Kemal. İlk katıldığı eylemlerde, bütün öğrenciler “Ticari İlimler Akademileri Fakülte olsun” ya da ders notlarıyla ilgili sloganların altında toplanıyordu.

     Eylemler giderek siyasi içerik kazandı, sloganlar hızla değişti. Öğrenciler arasında kamplaşma başladı. CHP’li aileden gelen, lisede Çetin Altan ve Fikret Otyam okuyan Kemal de kendini sol saflarda buldu. İlk günlerde İsmail Beşikçi’nin “Doğu Anadolu’nun Düzeni”, İsmail Cem’in, “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi” ve Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” kitaplarını okudu. Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim dergisinin hiçbir sayısını kaçırmadı. Dergiyi alır almaz yutarcasına heyecanla okuyordu.

Potin parka ve sarkık bıyıklar

    Kemal, Fikir Kulüpleri Federasyonu yerine Sosyal Demokrasi Dernekleri Federasyonu’na yöneldi. Federasyonun Bilim Kurulu’na girdi. Bir yandan orada faaliyet gösterirken bir de yine sosyal demokrat eğilimli arkadaşlarıyla birlikte Toplumsal ve Kültürel Eylemler Derneği’ni kurdu. Bu dernekte sonradan Diyarbakır Belediye Başkanlığı yapacak olan Turgut Atalay da vardı. Derneğin amacı, “Türkçenin yabancı dillerden arındırılması”ydı. Okulda düzenledikleri konferanslara Sadun Aren gibi isimleri davet ediyorlardı. Akademide bir oda bile tahsis edilmişti derneğe. Bir hocanın odasında faaliyet gösteriyorlardı. Kemal, postane dışında ilk kez orada telefonla konuştu. Olaylar giderek tırmanınca “Arı Türkçeci”lerin oluşturduğu bu dernek kayboldu gitti.

       Artık o da kasket takan, potin ve parka giyen, uzun favorili, sarkık bıyıklı tipik bir solcu gençlerden biriydi. Daha çok boğazlı kazak giyiyordu.     Akademide düzenlenen boykotlara katılmakla kalmıyor, amfide düzenlenen toplantılarda çıkıp konuşuyordu. Kemal, kalabalıklara konuşma tecrübesini orada kazandı.

Döven Ülkücülerin aldığı kimlik

      Yürüyüşleri de kaçırmıyordu. Sol yumruklarını havaya kaldırıp, “Tam bağımsız Türkiye” sloganları atarak, Kızılay’daki Zafer Anıtı’na kadar yürüyorlardı. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi öğrenci liderlerini birkaç kez yürüyüşlerde görmüştü ama hiç tanışıp konuşma fırsatı olmamıştı.

   Kimi zaman yürüyüşler Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne kadar uzanıyordu. Bazen orada da eylem düzenleniyordu. Bir gün oradaki eylemden dönerken Kemal’i, iki kişi çevirdi. Ülkücülerin kontrolündeki bir okula götürdüler. Kısa bir sorgunun ardından üzerini aradılar. Okul kimliğini ve “Toplumsal ve Kültürel Eylemler Derneği” kartını görünce solcu olduğuna hükmettiler. 5-6 kişi aralarına alıp fena halde dövdüler onu. Bereket henüz silah kullanılmıyordu.

  Kemal, hemen yakındaki Hacettepe Hastanesi’nin acil servisine gitti. Bir süre orada kaldı ama ertesi gün Ticari İlimler Akademisi’ne gittiğinde hala gözlerine kan oturmuş, yüzü şişti. Merak edenlere olayı anlattı:

     “Özdemir Bozkurt’un diye bir arkadaşım vardı. Böyle böyle oldu diye anlatınca kızdı. Çünkü yapım gereği kimseyle kavga dövüş etmem.  Özdemir, iki gün sonra okul kimliğimi alıp getirdi. ‘Bizim ülkücüler yapmış’ dedi. Dövenlerden birisinin unvanının Koçero (Muammer Sözügüzel) olduğunu söylediler, Ama kimdir nedir bir daha hiç görmedim.”

Bahçeli’yi ayakta karşılarlardı

O günlerde onca olaya rağmen yine de ülkücü ve solcu gençler, okulda aynı kantinde yan yana oturabiliyorlardı. Kemal, sınıf arkadaşı Devlet Bahçeli’yi de o günlerde tanıdı:

    “Devlet Bahçeli’yi tanıyorum. Sınıf arkadaşıydık. Ama onu çok fazla derslere girerken görmedim. Özellikle ülkücü grup içinde saygınlığı vardı. Onu şuradan hatırlıyorum: Kantine geldiği zaman diğer ülkücüler ayağa kalkarlardı. Bizim sol gelenekte öyle bir şey yoktu, kimse kimseyi ayağa kalkıp karşılamazdı. Öyle anlaşılıyor ki, o hiyerarşi içinde önemli bir konumdaydı. Başlangıçta kavgalar yoktu aslında. İşgalden sonra şiddet olayları başladı. Ülkücüler okula geceden girmişlerdi. Sabah geldiğimizde okul işgal edilmişti. Biz giremedik.  Devlet Bey’i bir eylemin içinde hiç görmedim, samimi söylüyorum hiç görmedim. “

   Kemal ise Devlet Bahçeli’nin tersine derslerini hiç aksatmıyordu. Yürüyüşlere, eylemlere katılmasına rağmen gelmediği gün sayısı 1-2’yi geçmezdi. Çalışkan bir öğrenciydi.

     Hatta bir Fransızca dersinin sınav sorularını Kemal’e hazırlattı. Derse gelen dönemin DPT Müsteşarı Memduh Aytür, ona güveniyordu. Fransızcayı lisede iyi öğrendiği için derslerden muaftı.

Parasızlıktan kahvaltı yapamıyordu

     Üniversitede en büyük sorunu parasızlıktı. Babası Kamer Bey, ayda 300 lira gönderiyordu. Kemal’in bütçesi günde 10 liradan fazla harcamaya izin vermiyordu. Sinema, kitap, gazete ve dergilere ayırdıktan sonra geriye pek fazla bir miktar kalmıyordu. Kemal, “Babamın gönderdiği parayla ay sonuna kadar mutlaka idare etmek zorundaydık” diye anlatıyor o günleri:

     “İlk yıllarda dayımlarda kalıyorduk, sorun yoktu. Son sınıfta Tapu Kadastro yurduna çıktığımızda orada ekonomik durum zorladı. Sabahları kahvaltı yapmazdık. Bazı arkadaşlarla beraber sadece öğle ve akşam yemeği yerdik. Kebap en ucuzu olduğu için Beşevler ve Kızılay’daki Kebap 49’un müdavimiydik. Kebabın gelmesi geç sürüyordu, o arada gelen kadayıfı önceden yer bitirirdik. Bir akşam, arkadaşlarımızın hiçbirisinde para yoktu. Aç kalmıştık. Birisi  Ufuk Yurdunda kalan Mehmet Topçu’nun memleketten yeni döndüğünü söyledi. Oraya kadar kilometrelerce yürüdük, elektrikli ocakta bulgur pilavı pişirip yedik. Yine yürüyerek döndük. Yediğimiz pilavı da eritmiş olduk.”

      Zaten ailenin bütçesi sınırlıydı. O yüzden yaz tatillerinde memleketleri Tunceli’ye bile gidemiyorlardı. Kemal, dedesini bile yıllar sonra Ankara’ya geldiğinde görebildi.

 Davulcuya verecek param yoktu

1968-69 yılları olabilir. Adil, evden kaçıp Adana’ya çalışmaya gitmiş, orada nişanı olacak. Adana’ya gittim. Adil, ‘Sende para var mı’ dedi. Zaten bir 50 liram vardı, çıkardım verdim. Ben bir yerde kullanacak, üstünü bana verecek diye düşünüyordum. Nişan oldu, davulcu geldi önüme. Para atmam lazım, ama bende para yok. Hayatta keşke yer yarılsa da içine girsem dedim. Kıpkırmızı oldum. Gerçi öğrenciyiz, paranın olmaması makul karşılanabilirdi ama davulcuya bunu anlatma şansımız yoktu. Sonra ben de Adil’e kızdım, “Yahu en azından yarısını bozdurup bana verseydin” dedim.

Eşime aşk şiirleri yazdım 

Ben Akademi’de birinci sınıfta okurken İzmit’e gittik dayımla beraber. Teyzemin kızını ilk kez orada gördüm. O lisede okuyordu. Sonra oradan İstanbul’a gittik, İstanbul’u ilk kez o zaman gördüm. Sevim, sonra Basın Yayın Yüksek Okulu’nu kazanıp Ankara’ya geldi. Bir gün Kızılay’da karşılaştığımız zaman söyledim ona konuşacağız diye. Ben hesap uzmanlığını kazandıktan sonra arada mektuplaştık. Kendisine aşk şiirleri de yazdım. Eşim saklıyor onları hala.  Teklif etmenin zor olduğunu biliyorum ama bir gün bu cesareti gösterdik. 1970’lerde şimdiki gibi akraba evliliklerinin risk oluşturacağına dair bilgimiz yoktu. Herkes ona Sevim diyordu. Evlenirken nüfustaki kaydını gördüm, Selvi yazıyordu orada. Ben de Sevim diyorum. Ben İstanbul’a tayin edilince aramızda bir mutabakat oldu, o okuldan ayrıldı. Sonra aflar çıktı biliyorsunuz çocuklar olduğu için onlardan yararlanamadı. Hala arada bir beni suçlar.

KUTU 3/ ÜNİVERSİTEDE HALK OZANLARINI DİNLERDİK

Çocukluğumuzda ağabeyim okulda saz çalmayı öğrenmişti. O saz çalarken biz de merakla dinlerdik. Üniversitedeyken öğrenci eylemlerine halk ozanları çağrılırdı. Hukuk Fakültesinin Amfisinde diyelim ki Kul Hasan, Aşık Mahsuni Şerif veya Ruhi Su geldi. Giriş için herhangi bir ücret ödemiyorsunuz zaten. Onlar politik içerikli türküler söylerlerdi, biz de gider dinlerdik. Ruhi Su, çalarken salonu uyarırdı hiçbir gürültü olmasın diye. Büyük bir sessizlikle Ruhi Su’yu dinlerdik. Aşık Mahsuni Şerif’in konserleri daha hareketli olurdu. Slogan da atılırdı. Hiç unutmuyorum, Hacettepe’deki bir konserine katılmıştık. O dönem “Yuh Yuh” Türküsü çok meşhurdu. O söylerken arkadan “yuh yuh” sesi geldi. Mahsuni acaba bana yuh mu çekiliyor diye baktı bir an. Sonra anladı o türküyü de söyledi. Şimdi gene halk türkülerinden hoşlanıyorum. Türk sanat müziği de, aslında klasik müzik de, yani yeri zamanı ortamı olunca dinliyoruz.

KUTU 4/ BABAMIN ANLATTIĞI ÖYKÜ

     Yaşlı bir adam her gün gelir padişaha. “Padişahım Allah size uzun ömür versin” der, Padişah da ona bir sarı altın verirmiş. Vezir bunu çekememiş, gidip Padişaha. “Bu adam elini ağzına tutarak konuşuyor. ‘Padişahın ağzı o kadar kötü kokuyor ki bir sarı altını almak için mecburen bunu yapıyorum’ diyor.” Padişah buna çok kızıyor. Ertesi gün yine geliyor adam. Yine elini ağzına kapatarak “Padişahım, Allah size ömür versin.” Padişah, bir sarı altın, bir de kağıt veriyor. “Bunu götür haznedara ver, o sana daha fazla altın verecek” diyor. Adam kağıdı alıp çıkıyor. Vezir kapıda bekliyormuş. “Nedir o?” diyor. Vallahi padişah böyle dedi. Vezir kağıdı alıyor, kendisi gidiyor. Meğer kağıtta “Gelenin kellesini vurun” yazıyormuş, vezirin kellesini vuruyorlar. Padişah bakıyor, aynı adam tekrar geliyor sabah. Padişah bu kez bağırıyor, sen böyle demişsin. O da haşa diyor; “Padişahım, benim nefesim sizi rahatsız etmesin diye böyle yapıyorum.

   Babam bunu anlatır, derdi ki, “Siz doğru durun, eğri belasını bulur.” Arada bir tekrarlardı bunu. Bu öykü beni çok etkilemiştir.

SELİMİYE KIŞLASINA HESAP UZMANI ÇAĞIRDILAR BEN GİTTİM / 3

Hesap uzmanlığı sınavını kazandığını öğrendiği an Ulus’tan Kızılay’a kadar koştu. Sınava birlikte hazırlandıkları arkadaşları Milli Kütüphane’deydi. Sevincini onlarla paylaşmak istiyordu. Zor bir sınavdı bu. Bütün fakültelerin son sınıf kitaplarını okuyarak, günlerce geceli gündüzlü çalışarak hazırlanmış, emeğinin karşılığını almıştı. Hayatının yol ayrımında olduğunun farkındaydı. Hesap Uzmanlığının bir kariyer mesleği olduğunu biliyordu:

      “Koşa koşa Milli Kütüphaneye geldim, arkadaşlarıma haber verdim hesap uzmanlığını kazandığımı. Onlar kucakladılar beni. Beraber çalıştığımız arkadaşlardan Turgut Atalay Maliye müfettişliğini, Mehmet Topçu bankalar yeminli murakıplığını, Abdurrahim Tanrıkulu gelirler kontrolörlüğünü kazandı. Yani herkes bir yeri kazandı. “

      İlk atandığı yer İstanbul’du. Karaköy’deki binaya giderken kravat takmayı akıl edememişti, üstelik hafif sakallıydı. Üstad diye adlandırdığı bir meslek büyüğü, onu karşısına oturttu. “Kemal bey, öğleden sonra bir mükellefe gideceğiz. Bir kravat takar ve sakalınızı keserseniz iyi olur” dedi. Sınava girerken favorisini ve sarkık solcu bıyıklarını düzelttirmiş olan Kemal, o gün görünümünü bir kez daha çekidüzen verdi. Karaköy Alt Geçidi’ne indi, orada traş oldu ve bir kravat satın alıp öyle döndü. O ilk gün taktığı kravatla hesap uzmanlığı boyunca bütünleşecek, kravat bir parçası olacaktı:

     “Sonra epeyce kravatım oldu. Antalya’da o sıcakta bile kravat takardık. Sadece hafta sonları kravatsız dolaşırdım. Hesap uzmanlığı, çok tutarlı, sağlıklı yapmaya koşullandırır insanı. Üstadlara saygı temel kuraldır. Üstadlarla ilişki, askeri bir hiyerarşi gibidir. Örneğin Antalya turnesi sırasında lokantaya giderdik, üstad ne yemek yerse biz de aynı yemeği yerdik. Üstad kabak tatlısı ısmarladı, ben hiç kabak tatlısını sevmezdim. Yedim elbette ama yediğim en güzel kabak tatlısıydı. Ondan sonra sevdim kabak tatlısını. Böyle bir yapısı var bu mesleğin.”

İskenderun’da inceleme

    Memur olduğu için 12 Eylül öncesindeki olayları uzaktan izlemekle yetindi. İstanbul’da genel arama yapıldığı gün onun Taksim’deki evini de aradı askerler. Bir şey bulamadılar tabii.

      12 Eylül askeri müdahalesini komşunun uyarısıyla öğrendi. Kalktı televizyonu açtığında Kenan Evren konuşuyordu. Birkaç gün sonra vapurla Karaköy’e geçerken sessizlik dikkatini çekti. O sessizlik içinde bir genç, herkese bildiri dağıtıyordu. 12 Eylül’de yaşanan idamlar, baskıları üzüntüyle izledi Kemal Bey. Sonunda da o dönemin Anayasasına referandumda “Hayır” oyu verdi. Böyle bir yönetimin getirdiği Anayasayı kabul etmeyi vicdanına sığdıramamıştı.

    Askeri dönemde Hesap uzmanlığının düzeni aynen sürdü. Sık sık farklı illere incelemelere gidiyorlardı. Kemal Beyi en çok etkileyen 1980 veya 81’de İskenderun’da bir filtre fabrikasında yaptığı incelemeydi:

    “Çok ciddi bir ihbar vardı. Çift defterler kullanıldığı söyleniyordu. Mahkemeden karar alıp, aramalı inceleme yaptık. 4 ay sonra o tarihte yazılmış en büyük vergi kaçakçılığı raporunu yazdım. Aradan yıllar geçti, SSK Genel Müdürü olarak İskenderun’a gittiğimde başhekimler, sigorta müdürleri karşıladı. Baktım o şirketin sahibi Admon Azrak da orada. Admon Bey dedim, “Herhalde yazdığım raporun rakamı az geldi, onun için mi buradasın?” Hayır dedi, “Buraya gelmemin nedeni, bana karşı hiç adaletsizlik yapmadınız. Her odaya girişimde ayağa kalktınız, buyur otur dediniz. Bu olay meslek hayatımda beni en çok etkileyen olaylardan biridir.”

Bakanlara konuşma metni yazdı

        Devlet tarafından dil eğitimi için Fransa’ya gönderilmesi, tam bir tatildi onun için. Poitiers Üniversitesi’nde geçen o bir yıl içinde sakal bile uzattı. 8 bin frank aylık aldığı için hayatının ekonomik açıdan en rahat dönemini geçirdi. Hem para biriktirdi, hem de arkadaşlarıyla Fransa, Hollanda, Almanya, İngiltere dolaştı durdu.

     Döndüğü yıl bir akşam, Hesap Uzmanlar Kurulu Başkan Yardımcısı Niyazi Adalı, Kemal Beyin evine geldi.  “Öğrenciliğinde hiç gözaltına alınma tutuklanma falan oldu mu?” diye sordu. Kemal,  “Yok olmadı” dedi, “Hayrola niye soruyorsun” diye de ekledi. Adalı, “Gelirler Genel Müdürü Aykon Doğan, ‘Bana cevval bir hesap uzmanı bulun’ dedi, aklımıza sen geldin” cevabını verdi. O görüşmeden sonra Kemal’e Ankara yolunu açan takvim işlemeye başladı:

     “Aykon Beye söylemişler, o da ‘Nereli bu arkadaş?’ demiş. Tuncelili deyince, “Nereden buldunuz Tunceliliyi? Ben askerlere Tuncelili desem gözleri gider gelir’ demiş. Arkadaşlar, ‘Bize çalışkan, tuttuğunu koparan bir hesap uzmanı bulun dediniz biz de bulduk’ demişler. Aykon Bey, İstanbul’a geldiğinde beni çağırdı, görüştük. ‘Hazırlan Ankara’ya gidiyoruz’ dedi. Ben ‘Efendim ben evliyim, en azından eve haber vereyim’ dedim. ‘O zaman yarın sabah gel’ deyip kapattı konuşmayı. Müthiş bir kar-kış vardı. Ertesi gün cumartesiydi, trene bindim, Ankara’ya geldim. Gittim odasına “Ha geldin mi Kemal. Git dinlen pazartesi gelirsin.” Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Bari bıraksaydınız hafta sonu orada kalsaydık diyemedim. Ankara’ya gelişim böyle oldu. Sekiz ay hiçbir görevim olmadı. Bir gün Aykon Bey, bir konuşma metni hazırlamamı istedi. Çok beğendi. Sonra hayatımın önemli kısmı bakanlara ve genel müdüre konuşma metni hazırlamakla geçti.

      Gelirler Genel Müdürlüğü’ne “güneş batmayan imparatorluk” deniyordu. Günün 24 saati çalışan bir mekanizma vardı orada. Kemal Bey de önce daire başkanı sonra da genel müdür yardımcısı olarak geceli gündüzlü çalıştı. Katma Değer Vergisi uygulaması başlarken sistemi oturtmak için ter döken ekipteydi.

Bakanla kavga sigara bıraktırdı

Maliye’den Bağ-Kur Genel Müdürlüğü’ne geçiş önemli bir değişimdi onun için. Dönemin SHP’li bakanı Mehmet Moğoltay’ın teklifine, üstadlarına sorduktan sonra olumlu yanıt verdi. Zaten Bağ-Kur’da çok kalmadı, bir yıl kadar sonra SSK Genel Müdürlüğü’ne atandı.  Adıyla bütünleşecek olan bu görevde gelen bakanlarla sürekli çatıştı. Buna rağmen en uzun süre Genel Müdürlük yapan kişi oldu. En sert kavgayı Refah-Yol hükümeti döneminde yaşadı:

“Rahmetli Necati Çelik’in gönderdiği ilk görevden alma kararnamesin dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel iade etti. Belki de Türkiye’de ilktir, Bakan basın toplantısı düzenleyerek beni suçladı. Demirel, ikinci kararname gittiğinde imzalandı ve ben Müsteşar Yardımcılığına atandım. Görevden alındığım gün sigarayı bırakmaya karar verdim. Güçlü olmam lazımdı, yargıya başvuracaktım. Ondan sonra da hiç sigara içmedim, bıraktım. Bana öyle bir katkısı oldu o olayın.  Bazen günde 1 paket içerdim, bazen 3-4 tane. Evde sigara içmezdim. Göreve iade davasını kazandım. Savcılığa intikal eden hakkımdaki dosyalarla ilgili de savcılık takipsizlik kararı verdi.

Akit’in logosu benim

    Bu sırada aleyhimde yayın yapan gazetelere tazminat davaları açtım. Akit gazetesinden aldığım tazminatlarla Atatürk rozeti yaptırıp bakanlıktaki arkadaşlarıma dağıttım. Sonra paralarımın bir kısmını alamadım. Çünkü kaçıyorlardı. Onun üzerine Akit’in logosu üzerine tedbir koydurdum Patent Enstitüsünden. Şu anda Akit’in logosu bana ait. Mahkemede tedbir kararı var.”

   1999’a kadar devam etti SSK Genel Müdürlüğü. Kendi isteğiyle emekli olurken niyeti siyasete girmekti.

KUTU/ DERSİM’DE ORANTISIZ GÜÇ KULLANILMIŞ

Bizim evde anlatılmazdı ama işte çevreden, arkadaşlardan, amcalarımdan dinlerdik o acı olayları. Yanlış hatırlamıyorsam babamın halası yaşamını yitiriyor, onun dışında bizim aileden hayatını kaybeden yok.  Bu konuyu araştırma gereği duydum. Lise yıllarından başlayarak yerel tarih konusunda ciddi bir merakım vardı. Tarih Vakfı’nın, dokümanlarını, kaynaklarını toplamaya çalıştım. Canlı kişilerle konuştum. Tarihçi Cemal Kutay ile görüştüm. O dönemde Başbakan olan Celal Bayar’ın konuyu çok iyi bildiğini söyledi. Ben randevu alacağım, gelirsiniz beraber gideriz dedi. Cemal Kutay randevu alınca beni çağırdı, gittim. 1986’ydı sanırım. Kutay’a güzel de bir badem ezmesi almıştım. Dedi ki, “Celal Bayar hasta, görüşme şansımız olmayacak.” Ben de içimden kızdım. “Herhalde beni atlattı” dedim. Otobüsle Ankara’ya dönerken yolda haberleri açtı şoför. Celal Bayar’ın hastaneye kaldırıldığını söyledi. Sonra Celal Bayar taburcu olmadan vefat etti ve o görüşme hiç olmadı. O görüşme olsaydı belki çok şey öğrenecektim.

İhsan Sabri Çağlayangil ile görüşmemi sağlayan bir yeminli mali müşavir arkadaşımdı. Onun ricası üzerine randevuyu Cavit Çağlar aldı. Çağlayangil’in Yalova’daki evinde buluştuk. Bir arkadaşın radyo teybiyle gitmiştim. O konuştu, banda aldım. O döneme ait güzel bilgiler verdi. O yaşta müthiş bir hafızası vardı. Ben o bütün bilgileri, bendeki dokümanları araştırma yapan güvendiğim bir arkadaşıma devrettim, artık onlar yazarsa yazarlar diye.

    Şimdi kanaatim şu: Orada feodal düzenin bozulmasını istemeyen gruplar var. Ama çok ciddi bir orantısız güç kullanılan bir hareket var. O hareket içinde kadınlar da, yaşlılar da, çocukların da öldürüldüğü bir olaydı. Son derece dramatik bir olay. Bu Dersim tarihinin bir parçası. Mustafa Kemal, Dersimliler isyan etmesin diye özel bir yasa da çıkarmış. Askere gitmeyecekler, vergi vermeyecekler diye ama o feodal düzenin getirdiği olaylar üst üste gelince böyle dramatik bir sonuç ortaya çıkmış.

KUTU/ASKERLERLE ARAMALARA KATILDIM

   “İstanbul Grup Başkanı Cemal Türkoğlu, bir gün yanına çağırdı.“Kemal, Selimiye’den bir hesap uzmanı istemişler, sabah oraya uğra, bak bakalım nedir?” dedi. “Hayatımda ilk kez Selimiye Kışlasına gidiyordum. Bir sürü yoklamalardan geçtik, komutanın çağırdığı odaya gittim. Hareketli bir tartışma vardı, tek sivil bendim. Konuşmalardan bir yere gidip baskın düzenleyeceğimiz belliydi ama kimse bir şey söylemedi.

Sonra işte binildi askeri araçlara. Çapa Tıp Fakültesine gittik. Onun önünde indik arabalardan, başhekimin odasına gidildi. Herkese talimatlar yağdıran komutanın gözü bir ara bana takıldı. ‘Sen niye bekliyorsun? Git muhasebeye el koy’ dedi. Gittim muhasebe müdürünün odasında oturdum. Bana hastanenin geliri, gideriyle ilgili bir tablo çıkarmasını istedim. Yarım sayfalık bir rapor hazırladım, kışlaya götürdüm. “Bu rapor kısa” dedi. Ne kadar olması lazım? 1,5 sayfalık olsun dedi. Gittim ek bilgiler alıp raporu uzattım. Götürüp verdiğimde evet işte rapor dediğin böyle olur dedi. Okumadan ama. Ondan sonra çok yere gittik. Hep beni istediler. O raporları ne yaptıklarını da bilmiyorum.

KUTU/OĞLUM DEVRİM FIRAT’I KAYBETTİM

Hayatımın en acı günü ilk oğlumuz Devrim Fırat’ı kaybettiğimiz gündü. Ben askerdeyken eşim babamların yanına Ağrı’nın Patnos ilçesine gitti, orada doğum yaptı. Oğlumuzu İstanbul’da sarılıktan kaybettiğimizde daha bir yaşını doldurmamıştı.

    Askerlik dört aylık kısa dönemdi. İlk 15 gün geç gittik zaten.  İzmir Bornova’daki kışlada üniformaları giyince yanımızdaki arkadaşımızı bile tanıyamadık. Uçaksavar topçusuyduk. Yine Maliye’den arkadaşlarla beraber güzel bir askerlik yaptık. Bir otelde dolap kiralamıştık. Hafta sonları gider orada sivil kıyafetlerimizi giyer, İzmir’i gezerdik. Bir hafta sonu Foça’ya, bir başka hafta sonu Karşıyaka’ya giderdik. Bir anlamda yaz tatilini orada geçirdik.

EMEKLİ OLDUKTAN SONRA EHLİYET ALDIM /4 

1999 seçimleri öncesinde karar aşamasına gelmişti Kemal Bey. Artık siyasete girmek istiyordu. 26 yıllık bürokratlığı sırasında sosyal demokrat camia ile iyi ilişkiler kurmuş ama siyasetten de uzak durmuştu. Sadece Susurluk sonrasında “Sürekli aydınlık için 1 dakika karanlık” eylemine katılıp evde ailesiyle birlikte ışık yakıp söndürmüştü.

       Çalışma Bakanı Nami Çağan, DSP’nin etkili ismi Hüsamettin Özkan’dan onun için randevu aldı. Özkan, “Parti bu konuda nasıl karar verebilir bilmiyorum. Kararlı mısın?” diye sordu. Kemal Bey emindi kararından. “Siyasete girmeye kararlıyım” dedi. Emeklilik dilekçesini verip DSP’ye başvurdu.

    Gazetelerde “DSP’nin yıldızları” arasında da adı geçti, yazıldı çizildi. Fakat o başkaca bir görüşme yapmadan beklemeyi yeğledi. DSP’nin milletvekili aday liseleri açıklandığında şaşırdı. Listede adı yoktu” Hem de hiç yoktu. Özkan’ın “parti” diyerek imada bulunduğu Rahşan Ecevit, Kemal Beyi, alt sıralara bile koymaya gerek görmemişti.

Trafik polisi kulağına fısıldadı

     Artık yeni bir hayat uzanıyordu önünde. Bütün gününü vereceği bir işi yoktu. Erken yaşta emekli olmuştu, geri dönmeye de niyeti yoktu. Eve ve çocuklarına daha çok zaman ayırmaya başladı. Kerem ile birlikte sinemaya, hamburger yemeye, sahaflara ve resim sergilerine bile gidecek zamanı buldu. Bürokrat arkadaşlarıyla bir dostunun İncek’teki evinde düzenlenen hafta sonları buluşmalarına gitmeye başladı. Evde ailecek yapılan Pazar kahvaltılarına daha bir keyifle oturdu. Evdeki divana uzanıp kitaplar okurken kendini yeniden hayata dönmüş gibi hissediyordu.

    Yeni yaşamının önemli sorunlarından biriydi araba konusu. O güne değin bir bürokrat olarak önce belediye otobüsü ve servisle sonra da makam arabasıyla işe gidip gelmişti. Hiç araba kullanma ihtiyacı olmamıştı neredeyse. Önce çocuklarla oturup bir araba almaya karar verdiler. Ardından Kemal beyin 52 yaşında ehliyet alma serüveni başladı:

    “Sincan’da bir arkadaş bulundu. Kitabı okudum, yazılı sınava girdim. Sonra araba verdiler, beceremedik ama biraz torpil yaptılar, ehliyet verdiler. Trafiğe hemen çıkmadım. Uzun süre bir hocayla direksiyon çalıştım. Sonra bir sabah hava alanına gittim. Akşam geç saatte geldim, arabaya bindim. Arabanın farları nereden yakılıyor onu bilmiyorum. Düğmeleri çevirdim yola çıktım. Pursaklar’dan sonra polis durdurdu. ‘Arkadaş, bütün lambaları yakmışsın, ortada sis mi var?’ Ehliyeti ve ruhsatı verdik. Bir polis geldi yanıma, sizi bir yerden tanıyorum dedi. Dedim ben emekli memurum. Sonra hatırladı. ‘SSK Genel Müdürü değil misiniz? Ne arıyorsunuz burada” dedi.  Dedim valla lambaları yakmışız, polis ehliyeti aldı. Olur mu öyle dedi. Gitti benim ehliyetimi ve ruhsatımı getirdi. O polisler gittikten sonra da kulağıma eğildi, “Bizde sosyal demokratlara ceza yazılmaz” dedi. DPT için kamu harcamalarıyla ilgili bir çalışma yaptı. Bu çalışmanın bir bölümü Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı.

  Bu sırada Hacettepe Üniversitesi’nden öğretim üyeliği teklifi gelince zevkle kabul etti. Sosyal güvenlik derslerine başladı. Onunla da yetinmedi tabii:

“Vatandaşın Vergisini Koruma Derneği’nin başkanlığına seçildim. O dönem yine pek çok yolsuzluk dosyasını açıklıyorduk kamuoyuna. Bir de vergilerin nerelere harcandığını sorguluyorduk. Bir televizyon programı yaptım bir ara. O süre içinde Sabah Gazetesinde köşe yazarlığı yaptım, sosyal güvenlikle ilgili yazılar yazdım. Sonra dönemin Bakanı Yaşar Okuyan’ın rahatsızlığı nedeniyle o kesildi. Bana onun müdahale ettiği söylendi.

Deniz Baykal’ın daveti

Bir gün Bülent Tanla aradı. CHP’nin Bilim Yönetim Kültür Platformu’na yolsuzluk raporu hazırlamasını istiyordu. Raporu hazırladı Kemal Bey ve CHP’nin kapıları ona açıldı:

      “Deniz Bey telefon etti. ‘Bizimle çalışmak ister misiniz’ diye sordu. ‘Benim için onur olur’ dedim ve CHP’ye öyle girdim. Girdikten sonra hemen zaten Kurultay vardı. Kurultayda Parti Meclis’ine seçildim, oradan da MYK’ya girdim. Sonra Deniz Bey, İş Bankası Yönetim Kurulu’na  önerdi. 5-6 ay kadar orada görev yaptım.”

   2002 seçimleriyle birlikte de CHP saflarından meclise girdi. Milletvekili olarak Plan ve Bütçe Komisyonu’nda çalıştı. Komisyonda muhalefetin etkili isimlerinden biriydi.

    2004’te Baykal’a karşı hazırlanan “İktidara Yürüyüş Harekete” başlıklı bildiriye imza vermekten de geri durmadı. Partide değişim taleplerinin dile getirildiği o bildiriye imza verenlerin çoğu tasfiye oldu. Sadece üç kişi, Kemal Kılıçdaroğlu, Muharrem İnce, Mevlüt Aslanoğlu devam edebildi yoluna.

     Baykal, Kemal Beyi 2005’te yeniden milletvekili listesine koymakla kalmadı. Grup Başkanvekili seçtirerek siyaset sahnesinde spotların önüne çıkmasını sağladı. Kemal Bey pek de gönüllü davranmadı bu göreve. Bunu duyan Baykal, “Komisyonda biraz rahata erdi galiba” dedi, Genel Merkez’e çağırıp, “Grup Başkan Vekili olacaksın” talimatı verdi.

Kılıçdaroğlu doğuyor

İşte bu dönemde “Kemal Bey”, “Kılıçdaroğlu” haline geldi. Onu siyasetin Kılıçdaroğlu’su yapan asıl faaliyeti, birbiri ardına yolsuzluk dosyaları açması oldu. Hep de AKP iktidarının önemli isimlerini hedef aldı. Önce Şaban Dişli’nin parti yönetiminden istifa etmesini sağladı. Sonra Almanya’daki Deniz Feneri e.V davasını takibe başladı. AKP’nin iki numaralı ismi Dengir Mir Mehmet Fırat’ı da bir televizyon düellosu sonrasında istifaya mecbur bıraktı. Bir televizyon düellosunu da Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ile yaptı.

    Bu dönemde hemen tüm zamanını gelen belgeleri incelemeye, araştırmaya verdi. Kitap okumaya bile ancak yollarda arabanın arkasında giderken zaman bulabildi. Çok istemesine rağmen günlük tutamadı bir türlü. Sinemaya da Can Dündar’ın “Mustafa” ve Zülfü Livaneli’nin “Veda” filmleri dışında gitme fırsatını bulamadı.

     2009 yerel seçimleri gelip çattığında o artık CHP’nin Genel Başkanı’ndan daha çok ilgi gören ismiydi. Baykal, onu beklentilerin tersine Ankara’dan değil İstanbul’dan belediye başkan adayı gösterdi. Kılıçdaroğlu, adaylığı açıklandığı andan itibaren Gürsel Tekin ile yoğun bir kampanyaya girişti. Kravatsız bir siyasetçi olarak çıktı halkın önüne. Sonunda kazanamasa da CHP’nin İstanbul’daki oylarını yüzde 25 artırdı.

    Yine de sessizce Grup Başkanvekilliğine döndü.  O dönemde kendisi dışında hemen herkes onda Genel Başkanlık potansiyeli görüyor, bunu açık açık da söylüyordu. Buna rağmen Kılıçdaroğlu, öne atılmadı, kararlı biçimde bekledi. Ta ki, Baykal’ın CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etmesine kadar da öyle sürdü bu tutumu.

Özel gömlek

     Baykal’ın istifasından sonra önce aday olmadığını söyledi. Sonra Önder Sav ile görüşmenin ardından ani bir kararla adaylığını açıkladı. Sav’ın desteğini il başkanlarının desteği izledi ve hava birden Kılıçdaroğlu’na döndü. Hem de öyle ki, kurultay günü gelip çattığında sorun artık nasıl seçileceği değil, kurultayda ne giyeceğiydi. Kurultay sonrasında en büyük yankı yapan da konuşması, genel başkan seçilmesi değil de o günkü gömlek seçimi oldu.

         ”Yaşar Tüzün, ‘Spor kıyafetle çıkarsan çok daha iyi olur’ dedi. Çünkü salon, çok sıcak olur, kravat takarsan sıkıntı yaratır. Gittiğimiz mağazadan ayakkabı, pantolon, ceket aldım. O kıyafete hangi gömlek uyabilir dedik. Tezgahtarlar gittiler bu gömleği getirdiler, biz de aldık. Gömleğin fiyatını da bilmiyordum, tümü için ödeme yaptım. Böyle bir marka gömleğin olduğunu, gazetelerden öğrendim ben de.”

     CHP Genel Başkanı seçildikten sonra en çok “Gandi” diye anıldı. Kimileri ise “Başbakan Kemal”, “Devrimci Kemal” gibi sıfatlarla andı onu. Ama o bunların hiçbirine gerek olmadığı kanısında. “Kemal denmesi yetiyor” diyor. Kılıçdaroğlu ile Kemal Bey kişiliklerinin birbirinden farklı olmadığına emin çünkü.

KUTU 1/ BAYKAL İLE İLGİLİ GÖRÜNTÜLER

Sabahleyin Meclis’e geldim, baktım arkadaşım Ali Kılıç sekreterlikte oturuyor. İçeri girdik beraber. “Deniz Bey’le ilgili bir kaset var, haberin var mı” diye sordu. “Hayır haberim yok. Emin misin” dedim. “Evet, herkes seyrediyor” dedi. İnterneti açtı, “Google’a girersen görürsün” dedi. Ama görmedik Google’dan. Sonra bir arkadaşımız telefon etti, bir başka siteden gördük. Tabii özel hayata müdahalenin ne kadar yanlış olduğunu söyledim ve öyle kaldı. Görünce zaten bir şok yaşıyorsunuz. Deniz Bey’in istifasını da televizyondan öğrendim.”

KUTU / ÖNDER SAV’IN ROLÜ BÜYÜK

Önder (Sav) Bey ile bir internet sitesinde yayınlanan röportajını konuşmadık. Ama Trakya’da gezerken bana metnin 1. bölümünü verdi. Bunlar yayınlandı haberin olsun diye. Aldım otobüste süratle baktım, tümünü okuma şansım da olmadı. Gerçekten Önder Beyin büyük rolü oldu. Beni ikna etmesinde, belki diğer çabaları da oldu, ben perdenin gerisini çok fazla bilmiyorum zaten. Ama bir rolünün olduğu kesin. Ortak aklın egemen olduğu kolektif bir duyguyu yaratabilirsek, Parti gerçek kimliğine kavuşmuş olur. Beklentim de o. CHP’nin bir kurumsal kimliği var ve hepimizin o kurumsal kimliğin üzerine titremesi gerekiyor.

KUTU/ TARİFELİ UÇAĞA BİNECEĞİM

Parti bütçesini mümkün olduğu kadar ekonomik kullanmaya özen gösteriyoruz. Eğer tarifeli seferler varsa onları kullanacağız. Ama seçimlerde çok zorunlu olur, bir günde üç yere gitmek gerekiyorsa belki özel uçak kullanırız.

Mercedes makam arabasını kullanmıyorum. Çünkü toplumdaki Mercedes algısı farklı. Zaten partideki bütün araçlar yenilenecekti. O nedenle dedim ki, Mercedes almayalım, diğer araçlar neyse bana da ondan bir tane alın dedim.

KUTU/ YEMEK YAPAMAM

Yemek seçmem. Akşam ne olursa onu yerim. Çok planlı programlı değilim, evde dağınık bir insanım aslında. Eşim o yüzden çok şikayet eder. Eğer eşim burada yoksa bulaşıklar birikir, yatakları toplamayız, çamaşırlar birikir. Yemek yapamam, öyle bir alışkanlığım yok. O zaman yoğurt ekmek yerim. Üstüne biraz da şeker ekerim, müthiş güzel keyifli bir yemek olur. Makarna yapmayı da bilmiyorum da ama yumurta kırabilirim tabii.

KUTU/HAYATININ EN’LERİ

- Hayatta en büyük korkunuz nedir?

- Başarısızlık herhalde.

 - En çok neye dokunmaktan hoşlanırsınız?

 - Hayata.

- En sevdiğiniz yemek?

- Bamya. Lisedeyken o kadar acıkmıştım ki kendimi bir lokantaya zor attım. Orada ilk kez yediğim bamya hayatımın en güzel yemeklerden birisi oldu.

- En sevdiğiniz tarihi kişilik?

- Klasiğin ötesinde bir cevap verilebilir Mustafa Kemal.

- En sevdiğiniz film?

- Marlon Brando’nun “Queimada”, Adada İsyan.

- En sevdiğiniz sanatçı, müzik?

- Sabahat Akkiraz.

- En iyi dostunuz?

- En iyi dostum eşim.

- En sevdiğiniz koku?

- Gül, hanımeli ve iğde.

- En sevdiğiniz ilk üç şair?

- Nazım Hikmet, Ahmet Arif ve Enver Gökçe.

- En sevdiğiniz üç yazar?

- Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve Orhan Pamuk.

KUTU/ TEKNOLOJİ İLE ARAM İYİDİR

Bilgisayar kullanıyorum, mail atıyorum, alıyoruz, haberleşiyoruz, internet sitelerine giriyorum. Maliye Bakanlığına girdiğimiz yıllarda ilaçlı fotokopi vardı. Fotokopi bir ilacın içinden geçerdi ve öyle alırdınız. Klasik daktilolar vardı. Arkasından daktiloların yarı elektronik olanları çıktı. Sonra Gelirler Genel Müdürlüğü’ne iki bilgisayar alındı ve her şey değişti. Ekonometri dersinde Türkiye’nin marjinal tüketim eğilimini hesaplamak için üç kişi bütün günümüzü harcamıştık. Şimdi en geç 15 dakika içinde yapmak mümkün.

Faruk BİLDİRİCİ / Hürriyet 27-30 Haziran 2010