KENDİNİ ÇOĞALTARAK YAŞAMAK YA DA CENAZELER

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 76

KENDİNİ ÇOĞALTARAK YAŞAMAK YA DA CENAZELER

Niksar’ın Çamiçi yaylasında tanıdım onu. "Şu tepelerdeki ormanlarda dolaşsak biraz" deyince oturduğu yerden doğruldu. Gözlerini kayınlarla kaplı tepelerin üzerindeki bulutlarda dolaştırdıktan sonra sordu:

- Nasıl bir parkur seçelim? Bir saatlik kolay bir parkur mu tercih edersiniz? Yoksa birkaç saatlik uzun bir yürüyüş mü?

Bu soruyu soran kişi, genç bir dağcı falan değil, 71 yaşındaki bir emekli öğretmendi. Gerçi Faruk Sükan’ın -malum şahısla isim benzerliği var sadece- yöredeki ününü kendisini görmeden önce duymuştuk. "Kel Faruk" namıyla tanınıp seviliyordu yörede.

Yıllarca beden eğitimi öğretmenliği yaptıktan sonra gelip yaylaya yerleşmiş bir doğaseverdi. Sürekli orman içinde uzun yürüyüşler yaptığını, bisiklete binmekten hoşlandığını, profesyonel kayakçı olduğunu duymuştuk.

Ateist olduğunu öğretmenlik yaptığı yıllarda bile gizlemeye gerek görmemişti. İnsancıl kişiliği sayesinde olsa gerek, inancı nedeniyle problem yaşamamıştı. Niksar’da da yöre halkı onu öyle kabul etmiş, seviyordu.

En iyi arkadaşı Dr. Şahsuvar Savuran’dı. Doktor da en az arkadaşı kadar ilginç bir kişilikti. Yıllarca doktorluk yaptıktan sonra bir gün mesleğinden bıkmış, eşiyle birlikte yaylaya göçmüştü. Minik, sıcacık bir pansiyon işletiyordu yaylada.

Kızıldere’de, Mahir Çayan ve arkadaşlarının jandarmayla çatışmaya girip öldürüldüğü gecenin tanıklarındandı. Gecenin sonunda kulübeye girip, 10 gencin otopsi raporlarını hazırlayıp imzalamıştı. Anımsamak istemiyordu ama kimliğinin parçası haline gelmişti o gece.

Doktor Şahsuvar, mutluydu yaylada. Doktorluktan almadığı kadar yaşam enerjisi alıyordu pansiyonculuktan. Eskiden günler işin peşinden koşarken geçip gidiyordu; şimdi ise saatleri yudumlayıp, kendini çoğaltarak yaşıyordu zamanı.

71’lik arkadaşı Faruk Sükan, pansiyona gelen konukları, doktora yardım için ormanda yürüyüşe çıkarıyordu. Daha doğrusu günlük turlarına onları da katıyor, sadece gezi parkurunu isteğine göre belirliyordu.

Yürüyüş için toplanma vakti geldiğinde başındaki bandanası, elindeki sopası, sırtındaki çantasıyla, profesyonel bir dağcı havasında geldi. Faruk Sükan’ın, mükellef bir sofraya oturmaya hazırlanıyormuş gibi iştahlı hali biz "miskin" şehirlileri daha baştan utandırdı.

Kendinden emin komutlar verdi, yürüyüş kurallarını anlattı. Sonra da grubu tek sıra halinde ardına dizerek yürümeye başladı. Yürümüyor, sekiyordu. Herkesle tek tek ilgileniyor, adımlarını gruptakilerin performansına göre yavaşlatıp, hızlandırıyordu.

Molalarda bitkilerden, ağaçlardan, hayvanlardan söz ediyordu. Doğayla bütünleşmişti. Doğanın kendini yenileme gücünden söz ederken, hayranlığını gizlemiyordu:

- Ölünce bedenimi yedi parçaya bölsünler isterim. Yedi ağacın dibine gömsünler ki benim bedenim de onlara hayat versin.

Gözlerinde en ufak bir tereddüt, en ufak bir endişe yoktu bunu söylerken. Örnek alınsın diye de söylemiyordu, sadece kendisini anlatmaktı amacı. Yediye bölünmek fikri ürpertici geldi bana o gün. Ama yaratıcılığına da hayran oldum.

Keşke "nasıl bir cenaze töreni istediğini" de sorsaymışım. Gömülme biçimiyle ilgili kafa yorduğuna göre cenaze töreni için de çarpıcı bir senaryo kurmuştu büyük olasılıkla. Senaryosunu öğrenememiş olmanın acısını üç yıl sonra, yeni hissettim.

Güzel insanlar, Cüneyt Canver, Esin Öngören ve Haldun Özen’i toprağa verirken fark ettim ki, cenaze törenlerimiz çok sıkıcı. İnsanların acılarını paylaşmalarına izin vermeyecek kalıplara sokulmuş, sıradan törenler.

Doğrusu ben böyle bir cenaze töreni istemem. En iyisi, büyük bir kütüphaneye götürsünler beni. Tabutumu ortaya bir yere koysunlar. Herkes otursun bir kenara. Sessizlik. Mesela 10 dakika.

İsteyen kitap da okuyabilir, isteyen beni düşünebilir....

Faruk Bildirici / Tempo / 16-22 Mayıs 2002