HEYECAN DA RUTİNLEŞİR

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 86

HEYECAN DA RUTİNLEŞİR

Gazeteciler, canhıraş bir telaşla izliyorlardı Kemal Derviş’i. Bakanın aracını gözden kaybetmemek için her türlü riski göze almışlardı.

Ama yoğun trafikte onca araç yarışa kalkınca olan oldu. Hürriyet’in aracı bir ciple çarpıştı. Araçtaki gazeteci Kemal Küçük ve sürücü Ali Kaçakçıoğlu yaralandı.

Olay bu. Peki, bazı gazeteler, kazayı nasıl haberleştirdiler dersiniz? "Ambulans şoförü tanıdık çıktı." Yaralıları taşımak için gelen ambulansın şoförü, "Çocuklar duymasın" dizisinde çapkın işadamını oynayan Süleyman Yağcı imiş.

Vahim bir yaklaşım. Haberi yazan gazetecilerin dikkatini çeken, ne yaralı arkadaşlarının durumu, ne de kazayla ilgili başka bir unsur olmuş. Onların bütün ilgisi ambulans şoförünün magazin değerine yönelmiş.

Anlaşılan bütün gün, Derviş’in peşinde koşturmuşlar, haber çıkmamış, kaza olup da ambulans şoförünü görünce gözleri parlamış; "Tamam, işte gazeteye girecek haber!"

Eminim bir gün öncesi de yine aynı koşuşturmayla geçmiştir, bir önceki gün de. Hatta ondan önceki gün de öyle.

Her gün koşturmaca, her gün heyecan olunca başkalarının gözünde imrenilecek bir durum olan hareketliliğin, onlar için rutinleşmesi doğal.

Gazetecilerin yaşadığı "heyecanın rutinleşmesi" olgusunu yazar Ahmet Ümit, dikkatle gözlemiş. "Kukla" adlı son romanında "dışarıdan" bir göz olmasına rağmen son derece başarılı bir dille anlatıyor bu olguyu.

Susurluk olaylarını konu alan romanın kahramanı, bir zamanlar parlak bir üne sahip olan, ancak sonradan alkolle başı belaya giren bir gazeteci. Adnan Sözmen adlı bu gazeteci, bir dostunun, bir Alman otomobil yarışçısının ölümünü anlatması üzerine farkına varır yaşamındaki rutinleşmenin.

"Bir kaza değildi, o kendini öldürdü" der yarışçının menajeri. "O bunlardan sıkıldı. Başkaları için heyecan, tutku, coşkulu anlar olarak görülen mesleği, onun için belli aralıklarla tekrarlanan bir döngü olmaya başlamıştı. O, bu pistlerde yaşamının anlamını kaybetti."

Bir yarışçı için pistte uçarcasına araba kullanmak bile rutinleşebiliyorsa, dışarıdan, heyecan ve hareket mesleği olarak görülen gazetecilikte neden yaşam rutinleşmesin? Bu bir farkına varma meselesidir, kimileri farkına varmaz.

Gazeteci Adnan Sözmen, bir sabah işe giderken bir hayal görür. Yüzü, o ölen yarışçıya benzeyen bir çocuk, apartmanın tırabzanına oturmuş yaramaz bir çocuk gibi hızla aşağı kaymakta, en alta varınca koşarak yukarı çıkıp yeniden aşağı kaymaktadır. Gazeteci, çocuk ile konuşmaya başlar:

"Ne yapıyorsun?" diye sordum.

"Yarışıyorum" dedi.

"Bu nasıl yarış?" dedim.

"Bu yarış ne zaman başladı?" diye sordum şaşkınlıkla.

"Fark etmedin mi?" dedi, önemli bir konuyu atlamışım gibi. "Sen kapıdan çıkınca başladı."

"Peki ne zaman bitecek?"

"Sen eve dönünce."

"Uyandığımda, otomobil yarışçısının sesi kulaklarımda çınlamaya devam ediyordu: "Sen kapıdan çıkınca başladı. Sen eve dönünce bitecek."

Her ne kadar roman kahramanı ise de Adnan Sözmen, gerçekte de böyle yaşıyor gazeteciler. O yarışçı, hemen her gazetecinin yaşamının bir yerinde duruyor. Kimi duyuyor ve görüyor o yarışçıyı. Kimisi ise görmüyor, bilmiyor.

Farkında olmasa da, azımsanamayacak sayıda gazeteci heyecanın rutinleşmesinin tehlikeli sonuçlarından kaçamıyor. Önce yaşama yabancılaşıyor, bir adım sonra da mesleki deformasyona açık hale geliyor. Moda haber kalıplarına kapılıp gidiyor.

Duygularından, ilkelerinden arınmış haber makineleri haline gelmemek için heyecanın rutinleşmesini önlemek şart.

Faruk Bildirici / Tempo / 25-31 Temmuz 2002