HARUN TEKİN

...

BİZİM KUŞAK 12 EYLÜL’DE BAŞIMIZA NE GELDİ DİYE BAKIYOR

Her yaptığının ayırdında olan, işinin üzerine kafa yoran bir müzik insanı Harun Tekin. Hem müziğe hem de dünyaya dair duru düşüncelere sahip. Onunla konuşunca anlıyorsunuz; Mor ve Ötesi’nin yelkenleri yeni rüzgârlara hep açık olmuş. Müziklerinin her yeni rüzgârla evrilmesinden memnun ve mesutlar üstelik.

ALMAN LİSESİ: MEZUNLARIN ORTAK YÖNLERİ VAR

Ankara doğduğum yer. Üç yaşındayken kimya mühendisi olan babamın iş değişikliği nedeniyle İstanbul’a geldik. 1980’den beri burada yaşıyorum. Kentin belli bölgelerinde, örneğin Beyoğlu’nda, mahallem olan Cihangir’de, büyüdüğüm ve 20 yıl yaşadığım Levent’te, stüdyomuzun olduğu Kadıköy’de kendimi evimde gibi hissederim, ama İstanbul’un her yeri avucumun içi gibi değildir. Levent İlkokulu’nda okudum. Son sene Etiler’deki Hasan Ali Yücel İlkokulu’nda geçti. Sonra Alman Lisesi’ni kazandım. Farklı dönemlerden de olsalar Alman Liselileri birbirine benzetirler. Çalışabilme kabiliyetleri açısından farklı bir tarafları var. Soğuk, mesafeli, ukala oldukları söylenegelir. İyi bir lise eğitimi aldık. Ama mekânın küçüklüğünün, okul binasının sıkışmışlığının ruhlarımıza bir etkisi vardır. Okul Beyoğlu’nun ortasında olunca şehirde ne olup bittiği konusunda erken yaşta fikriniz oluyor. Ama biraz gri tabii. Okulda tam sekiz ağaç vardı. Hatta belki bazıları şimdi yoktur.

GRUBU ORTA ÜÇTE KURDUK: KLASİK GİTARLA BAŞLADIM

Sevgi dolu, rahat bir aile ortamında büyüdüm. İki yaşındaki bir ses kaydım var, futbol oynama sözü karşılığında piyano çalmışım. 4-6 yaş arasında babamla beraber bayağı klasik müzik dinledik. Ondan sıkılmamış olmam bir işarettir. Babam on yaşındayken bana klasik bir gitar almıştı. O gitara üç dört yıl hiç dokunmadım. Babam, "Sen dokunmayacaksan işe yarasın birine satalım" deyince gitar derslerine başladım. Varılması gereken hedef rock grubu kurmaktı ki, sekiz ay sonra elektro gitara döndüm. Mor ve Ötesi’nin atası olan Decision grubunu orta üçteyken, 1990’da kurduk. Amerikalı ve İngiliz grupların şarkılarını olabildiğince iyi çalmaya çalışan bir gruptuk. 1994 sonunda "Böyle İngilizce şarkıların benzerlerini çalarak nereye kadar gideceğiz? Kendi şarkılarını kendi anadilinde yapan bir grup olalım" kararı aldık. Cahil cesaretiyle yapılan cüretkar bir hareketti. Fakat doğru bir karardı. Dinleyebileceğimiz bir müzik yapmak istiyorduk. Bir yandan kendi bestelerimizi yapmaya başladık. Mor ve Ötesi ismi grubun davulcusu Kerem Kabadayı ile eski gitarcımız Derin Esmer’in bir telefon konuşmasında çıktı. "Morötesi olsa" diyor biri. Diğeri de "Sözlükte bulunabilir olmasın araya ve koyalım" diyor. Spektrumun görülebilir son rengi ile görünemeyen tarafını bir arada tutan bir isim...

FUTBOL İKİNCİ TUTKUM: YAZAR ÇİZER TAKIMI KURDUK

Futbol tutkum devam ediyor. Galatasaray taraftarıyım. Maçlara gitmiyorum, televizyon düzeyinde bir izleyiciyim. Yeni stada inşallah. Geçen yıl Bağış Erten’den bir e-mail geldi. Almanların bir yazar çizer takımı varmış, bizi maça davet ediyormuş. "Eli kalem tutan telif eser sahibi ve futbol oynayanlardan bir takım kuralım" dedi. 16 kişilik bir kadro ile Hamburg’a gittik. Almanlar’a 7-1 yenildik. Takımda Hayko Cepkin, Doğu Yücel, Alpay Erdem, Hüseyin Karabey gibi müzisyen, oyuncu, karikatürist, yazarlar vardı. Mağlubiyet üzerine hırslanıp haftada iki kez çalıştık. Nisan ayında yazar çizer milli takımları turnuvasında Avrupa ikincisi olduk. Almanya ile maçımız 0-0 bitti, penaltılarla kaybettik. Yenildik ama ezilmedik durumu. Sahada dokuz numarayım, forvet. Bu ekiple paylaştığımız takım olma hissi hayatımda en değer verdiğim deneyimlerden biri.

BERKLEE MÜZİK OKULU: MÜZİK YAŞAMIMDA ÖNEMLİ BİR YER

Müzik yaşamımda dönüm noktası Kerem Kabadayı ile tanışmamdır. Alman Lisesi’nde hazırlık senesinde bir resim dersinde tanıştık. Müziğe ilgimiz bir sene sonra başladı. İlk dönemde o lokomotif oldu. Sınıfta dört kişiyle beraber rap yapmışlığımız vardır. Onun üzerine kendi bölgemizde ufak bir takdir elde edince biraz daha ciddiyetle ele alalım dedik. Lisedeki müzik odasının havası da etkiledi bizi. Derin Esmer de benim için önemli bir isim. Şarkı söylemeye onun teşvikiyle başladım. 97’de Boston’a Berklee Müzik Okulu’na gitmemiz de onun teşvikiyle oldu. "Bunu yapalım, bize iyi gelir" dedi. Hakikaten öyle oldu. Fakat sonra Derin ile yollarımız ayrıldı. Berklee, dünyanın sayılı müzik okullarından biri. Müzik teknolojisinden, armoniye, eşlik yaparak şarkı söylemeye kadar bir sürü dersi yaz okulu şeklinde aldık. Orada müziğe yoğunlaştık. Üç dört ay günde yedi sekiz saat müzik çalıştık.

POPÜLERLEŞTİKÇE POLİTİKLEŞTİK: DARBE ŞARKISI SEVİLDİ

Siyasetle, Türkiye’nin sorunlarıyla ilgilenenler, popüler kültüre dâhil olmaktan hoşlanmıyor. Popüler kültürün merkezinde olanlar da oralara girmek istemiyor. Herhalde biz bu iki kümenin kesişiminin ortasına denk düşüyoruz. "Darbe" parçasını Türkiye, 12 Eylül’ü bu kadar tartışmadan önce 2005’te yapmıştık. O zaman dinleyicilerden de karşılığını buldu. 12 Eylül’de ailemizi darmadağın eden bir şey yaşanmamış. Memleketin yalpaladığını fark etme ile başlayan bir şey var. Üniversiteyi bitirmeye yakın, 2001 sonrasında 23-24 yaşındayken merak edip başladım Türkiye’nin yakın tarihiyle ilgili okumalara. Ayrıca Amerika’nın, Irak’a 2003’te saldırısının politik vizyon getiren bir tarafı oldu. "Savaşa hiç gerek yok" diye bir single da yapmıştık o zaman. Mesele tarihe not düşmek ve olaya ufacık da olsa bir müdahalede bulunmaktı. 1 Mart günü Ankara’da Tandoğan mitinginde on binlerce kişi hep beraber o şarkıyı söyledik. Sabah miting akşam tezkere görüşmeleri oldu. Geriye bakınca mutluyuz.

12 EYLÜL FATURASI ÖDENMELİ: KENAN EVREN YARGILANMALI

Foça’daki konserde "Tek ricamız Kenan Evren’in yargılanmadan ölmemesi" demiştik. Bu biraz hoyratça bir ifade. Yüksek adrenalinle binlerce kişinin karşısında ifade ettiğiniz zaman heyecan faktörü devreye giriyor, ama konunun özüyle ilgili hiç pişman değilim. Bu yaştan sonra kimseyi hapse sokacak halimiz yok ama o büyük maliyeti birilerinin ödemesi lazım. 12 Eylül entelektüel bir kırılmadır aynı zamanda. 80’lerde yapılan müziği dünya sahnesindekilerle karşılaştırdığınızda terazi dengesiz bir hal alıyor. Bunun dengelendiği zaman 2000’lerdir. Toplumun darbeyle cebelleşmesinin 20-25 yıl aldığı teorileri de var. Ona maruz kaldığını fark etmeyen ilk kuşağın belli bir olgunluğa ulaşmasıyla alakalandırılıyor. Bu da 2004-2006 döneminde popüler kültürde darbe üzerine filmler, şarkılar ve kitapların neden yoğunlaştığını iyi açıklıyor. Belki de bizim kuşak, 2000’lerle beraber başımıza ne geldi diye bakmaya başlıyor.

MÜZİK ENDÜSTRİSİ: BİR GEÇİŞ DÖNEMİNDE

Konserler yüksek adrenalin salgılanmasına neden oluyor. Gerginlik çıkmasın diye konser bittikten sonra 10-15 dakika önemli bir meseleyi konuşmamaya dikkat ederiz. Ama normal zamanlarda Burak, Kerem, Kerem ve ben gerçekten çok iyi anlaşan ve birlikte müzik yapmaya her şeyin ötesinde değer veren dört yol arkadaşıyız ve iletişimimiz çok çok iyidir. Sahneyi bir interaksiyon mecrası olarak görüyorum. İletişim kurma açısından dişi bir faaliyet denebilir. Ama erkek tarafı da çok güçlü çünkü bir hâkim olma, bir iktidar hali var. Yüksek bir yerde durup gürültü boca ediyorsunuz insanların üzerine. Bizim müzik türümüzde testosteronun az olduğunu da söyleyemeyiz. Ödül töreni, festival kapanışı gibi yerlerde fazlasıyla sakin kitlelere de çaldık. Bir kısmını bildiğiniz suratların ışık nedeniyle tabak gibi ortada olması yabancılaştırıcı, kötü bir efekt. Markanın sanatçıların önüne geçtiği etkinliklere katılmama tavrımızı olabildiğince sürdürüyoruz. Diğer yandan Türkiye’de artık neredeyse sponsorsuz konser yapılamıyor. Konserler bilet alınıp gidilen etkinlikler olmaktan çıkıyor. Üç beş ürün kapağı ya da sms karşılığı yapılmaya başlandığı zaman konser bileti için para ödeme fikri zayıflıyor. Bunun müzik endüstrisini sıkıştıran bir tarafı var. Ama bu bir geçiş dönemi, kartlar yeniden dağılmakta.

EUROVİSİON ENTERESANDI: BİZİ SEÇMELERİNE İNANAMAMIŞTIK

Eurovision performansı da enteresan. Hayatta bir kere denenmesinde sakınca olmayan bir şey. Bir kere anadilinde şarkı söyleyen grup ve sanatçıların öyle zirveyi zorlama durumu yok. Bizim müziğimizle daha önce hiç buluşmamış milyonlara ulaşmak ve yeni şeyler öğrenmek istedik. Bu açılardan çok başarılı oldu. TRT’nin bizi seçmesine biz de inanamamıştık. Bizi neden seçtikleri benim için hâlâ soru işaretidir. Ama şunu biliyoruz ki müzik dairesinde bizim iyi bir iş çıkaracağımıza ikna olan, çok deneyimli bürokratlar vardı.

BEHZAT Ç.: KONUK OYUNCU OLMAK HOŞ BİR DENEYİMDİ

Yıllardır televizyon dizileriyle ilgili teklifler gelirdi. Behzat Ç. hikâyesinde yer almayı kabul etmemde üç önemli kişinin payı var: Diziye temel oluşturan romanı yazan sevgili futbol arkadaşım Emrah Serbes, Gemide’den beri takip ettiğim değerli yönetmen Serdar Akar ve Behzat Ç’yi canlandıran usta oyuncu-yakın dost Erdal Beşikçioğlu. Senaryonun kalitesine, oyuncu yönetimindeki ustalığa, çıkacak işin kalitesine ve setteki rahatlığa çok güvendim ve konuk oyuncu olarak yer aldım. Hoş bir deneyimdi, umarım izleyenler de keyif alır.

ŞARKILARIMIZ EVRİLDİ: ÇALDIĞIMIZ HER ŞEYİ YAYINLAMIYORUZ

Boston’dan önce 1996’da "Şehir" albümümüz çıkmıştı. Yeni çıkan "Masumiyetin Ziyan Olmaz" altıncı stüdyo albümümüz. Şarkılarımız zaman içinde tabii ki evrildi. Müziğimiz giderek daha rahatladı, kendimizi daha iyi ifade eder olduk. Yayınladıklarımız yapmaktan hoşlandığımız müzikler ama yapmaktan hoşlandığımız bütün müzikleri de yayınlamıyoruz. 2005’te ideale yakın bir prova alanı kurduk. Stüdyomuzda çaldığımız her şeyi kaydedebiliyoruz. 20-30 dakika durmadan çaldığımız çok güzel kayıtlar var. Başka türlere göz kırpan, daha gürültülü, daha dans edilebilir, daha hafif, daha deneysel, daha buralı parçalar-sesler var. Müziğimiz daha çok evrilme potansiyeli taşıyor. Müziğimiz Türkçe sözlü alternatif rock olarak adlandırılabilir. Müzikten haberdar olup da bizden haberdar olmayan birileri için bu açıklayıcı bir tanım, yoksa illa sınıflandırmaya gerek yok bence.

BOĞAZİÇİ FELSEFE BÖLÜMÜ: BAŞIMA GELEN EN İYİ ŞEYLERDEN

Lisede iyi bir öğrenciydim, ama o kadar da çalışkan değildim. Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü kazandığımda ne okuyacağım konusunda fikrim yoktu. Hayatta başıma gelen en iyi şeylerdendir herhalde. Üniversite ile müziği birlikte götürmek bir dönem çok zor oldu. O sırada birebir baş edebileceğimiz kadar dinleyicimiz vardı ama grubun menajeri ve yardım eden başka insanlar yoktu. Bir sürü işle kendi kendimize baş etmemiz gerekiyordu. Onları biz yapmasak o iş bir yere evrilmeyecekti, o yüzden 1999’da bir dönem okulu dondurdum, sonra dönüp okulu bitirdim. Lisans tezim, aşırı milliyetçiler ile anti milliyetçilerin konuşabilecekleri alanlar ve diyalog ihtimali olabilir mi sorusunun araştırılmasıydı. Bir tarafta Muhsin Yazıcıoğlu, öbür tarafta da Baskın Oran gibi isimler olacaktı. Fakat Muhsin Bey vefat edince Baskın Hoca, "Rahmetli ‘Oturalım Ermeni meselesi dahil ne varsa konuşalım’ demişti ama nasip olmadı" diye yazdı; benim tez havada kaldı. Sonuçta olabiliyormuş! Tez hocalarımla oturup tekrar konuşacağız.

AĞUSTOS DEPREMİ: ISKALANAN DERSLER

1999 ağustosundaki depremden sonra Açık Radyo’nun Deprem İletişim Merkezi’nde çalıştım. Radyo bir anda sivil toplum örgütleri networküne dönüştü. Ona tanıklık ettim. Orada bir sürü iyi iş yapıldı, orada çok şey öğrendim. Üçüncü gün bir Alman kurtarma grubuyla çevirmen olarak deprem bölgesine gitmiştim. Yıkım çok büyüktü. Depremden çok daha fazla ders çıkarmak ve pek çok şeyi yeniden inşa etme şansımız vardı, ama ıskalandı.

GEÇİCİ BİR ETKİYDİ: YALÇIN KÜÇÜK EGZANTRİK BİR İNSAN

Siyasetle parti düzeyinde hiç ilişkim olmadı. En çok Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nun etkinliklerine katıldım. Bir de Baskın Oran ve Ufuk Uras’ın kampanyalarını desteklemiştik. Yalçın Küçük’ü, Enis Batur’un onunla yaptığı bir söyleşi sayesinde tanıdım. 2003-2004’te tanıştık, çok da kibar bir insan. Yazdıklarının edebi tarafı kuvvetli. Politik görüşlerinden de bir süre için etkilendiğimi saklamayacağım. Ama geçici bir etkiydi. Şimdi tamamen farklı uçlardayız. İlgi çekici, egzantrik bir insan.

İYİ ŞEYLER DE OLUYOR: GÜNDEM SAPLANTIM VARDI

Gündemi takip konusunda saplantı derecesinde devamlılığım vardı. Devamlı haber izler, gazete okurdum. Hayatta iyi şeyler de oluyor ama hep kötü haberlere ağırlık veriliyor. Bu ilkbaharda gündemi delice takip etmeden de dünyada olup biteni anlamlandırabildiğimi fark ettim. Kopmadım ama daha az takip ediyorum. "Zaten umutsuzluğa kapılmaya yatkınım. Hiç lüzum yok" dedim.

AĞIR AĞIR ACELE: SLOGANLAR BANA GÖRE DEĞİL

"Ağır ağır acele ediniz" diye Çiçero’nun bir lafı var. O bana çok şey anlatıyor. Sloganvari hayat ilkeleri ise beni korkutuyor. Öyle bir yere takılarak yaşamak için kafam çok karışık. Hayatımda keşkelerden çok acabalar vardır. Kendi duygu ve ruh durumuyla çok ilgilenen biriyim. İçimde sürekli bir sempozyum döner. Aklı bir karış havada dedikleri türden bazen. Hatta dansçı bir arkadaşım "Farkında mısın, yerden bir santim yukarıdaymış gibi duruyorsun" demişti.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 26 EYLÜL 2010