GÜVENLİ LİMANLARA SIĞINMAYI YEĞLEYENLER

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 11

GÜVENLİ LİMANLARA SIĞINMAYI YEĞLEYENLER

Her erkeğin, bal rengi gözlerinin derinliğinde kaybolmak isteyeceği kadar güzel bir kadındı kitapevinin kapısını yumuşacık bir dokunuşla itiveren kadın.

Raflara doğru ilerlerken geride bıraktığı bahar kokuları, kitapların sayfaları arasına dalan başları, birbiri ardına irkiltiyordu. Kitapevinin ruhunu zahmetsizce ele geçirmişti. Eteğine takılan bakışların artmasına aldırmadı, görünmeyen tüllerini ritmik topuk seslerinin melodisiyle uçuşturarak süzüldü.

Kapıdan girerken aklında ne bir kitap adı vardı, ne de yazar adı. Niyeti kitaplar arasında gezinmekti. Kuşatıldığı tekdüzeliğine renk katacak bir kitap, daha doğrusu yeni bir dünya arıyordu.

Aradığını bulmakta hiç zorlanmadı. Daha ilk adımda yüzlerce kitabın arasından bir kitabın davetkâr adıyla çakıştı gözleri. Adına vurulmuştu kitabın. Başka hiçbir kitaba bakmadan eline aldığında da kitap onu hemencecik sardı, içine aldı...

"Ben gidiyorum."(*)

Günlük yaşamda dikkati bile çekmeyen bu iki sözcük, bir kitap kapağında ne kadar geniş bir ufuk vadediyordu insana. Ben ve gitmek!

Hani o eski türküdeki gibi alıp başını uzaklaşmak. Nereye olduğunu bilmeden, dönmeyi kurmadan yürüyüp gitmek. Filmlerin son karesinde ufuk çizgisine doğru sürüp giden yolda ilerleyen arabanın içinde olmak...

Yaşam defteri, birbirini kesen zikzaklı çizgilerle karalanmış olanlar için büyüsünü yitirmiş olabilir bu iki sözcük. Ne de olsa ikide bir geriye bakmadan yürüyüp gitmeyi alışkanlık haline getirmiş tiplerdir onlar.

Her yeni günü bir öncesinin devamı olarak düpedüz çizgi halinde sürdürüp tüketen insanlar açısından, bu iki sözcüğün farklı çağrışımlar içermesi doğal tabi. Bu gruptaki insanların çok azı, yaşamının herhangi bir evresinde aniden çekip gitme kararı verip, çantasını toplayarak yeniliklere doğru yola çıkabilir.

Ama ipekböcekleri gibi kozasına kendini hapsetmiş insanların çoğunluğu, var olan düzeni bir anda alaşağı edivermeyi düşünemez bile. "Ben gidiyorum" sözcükleri, nerede ve de nasıl karşılarına çıkarsa çıksın hep aynı sarsıcı etkiyi yapar. Öyle ya, kimi zaman bir tüy de ağır gelebilir kimilerine...

NEDEN BEN GİDEMİYORUM?

Bal gözlü kadın, heyecanlanmıştı. Bırakın o sözcükleri yüksek sesle söylemek, bir kitabın adı olarak duymak bile ayaklarını yerden kesmeye yetmişti...

Kitabı sarmalarını istememişti. Kalbinin, liseli kızlar gibi kollarının arasına almış göğsünde ezerek taşıdığı kitap ile özel bir iletişim kurduğunu hissediyordu.

Sanki kalbinin gözleri vardı ve kitabı neredeyse ışık hızıyla okuyordu. Kitabın kahramanı Ferrer’in Kuzey Kutbunun sonsuz beyazlığına yolculuk yaptığı buzkıran gemisinin ilerlerken çıkardığı seslere özenmişçesine gümbürtüyle çarpıyordu kalbi....

Adımları, az önce kitapevindeki ritmini kaybetmişti. Ayakları birbirine dolaşıyor, bedenini güçlükle sürüklüyordu. Sadece iki sözcüğün ağırlığıydı taşıyamadığı.

Etrafına bakınca oturup dinlenecek bir yer göremedi. Az ilerdeki bankanın önündeki yeşillikteki dekoratif kayayı gözüne kestirdi önce. Utandı, yaşlı ninelere benzetilmekten ürktü belki de.

Trafik ışığının yanı başında bir kestane ağacı vardı. Evet, ona yaslanmak iyi gelebilirdi. Sırtını verdi, yapraklarını döküp çırılçıplak kalmış ağacın gövdesine.

Ağacın desteği, derin bir soluk almasına yardımcı oldu. Şimdi daha rahattı; kalbinden gelen gümbürtü de azalmıştı. Kalbinden çok beyniyle meşguldü artık. Beyninin kıvrımları alabildiğine oksijen tüketiyor; kitabın getirip önüne seriverdiği soruyla baş etmeye çabalıyordu.

Soruyu baştan aldı; "Ben gidiyorum’ diyebilmenin zorluğu nereden geliyor?" Beğenmedi, doğrudan kendine yöneltti soruyu bu kez. İç hesaplaşma kaçınılmazdı. "Neden `Ben gidiyorum’ diyemiyorum?" Asıl problem burada düğümleniyordu.

Gitmeye karar verse neleri kaybedeceği öncelikliydi onun için. "Yaşadığım kente ve çevremdeki insanlara bağlılığım mı engelliyor beni?" dedi. Kocası, kızları geldi gözlerinin önüne. "Onları seviyorum, kopamam" diye mırıldandı.

"Ama aslolan o insanların varlığı ya da yokluğu değil. Onlar zaten benden ayrı varlıklar olmaktan çıktı. Biz bir bütünüz. Zaman, zevklerimizde farklılaşma yaratsa bile bedenlerimizi birbirine benzetecek kadar etkili oldu üzerimizde.

Kaldı ki, birlikte de gidilebilir. İyi de haydi gidelim desem, kocam da duraksar. O gidelim dese ben haydi diyemem. Onu da, beni de buraya bağlayan görünmez güçler var."

KÖK SALIP AĞAÇLAŞMAK

Birden, sırtını verdiği kestaneyi algıladı. "Evet, evet..." dedi; gülümseyince yüzünde beliren ince çizgiler, gözlerinin pırıltısıyla aydınlandı. Yanıtı bulmuştu. "Ben bu kestaneye benziyorum. Ağaçlaştım artık."

İyice bağlanmıştı bu kente. Üzerinde yürüdüğü kaldırım taşlarının hangisinin su fışkırttığını ezbere biliyordu. Ne zaman başka bir kente gitse, dönüşte "İl sınırı" levhasını gördüğünde içine bir ferahlık yayılıyordu. Köşedeki bakkalın markete dönüşmesini, uzak mahallelerdeki binaların renginin solmasını, evinin içinde olup biten kadar merakla, şevkle izliyordu.

Kavşaktaki trafik polisi, sokaktaki simitçi, yan binadaki kapıcı, alt sokaktaki hırdavatçı, üst caddedeki manavla bile ahbap olmuştu; her geçişinde selam veriyorlardı. Kentinin çukurunu, çamurunu, çöpünü ve de yağmurunu içselleştirmişti.

İş yaşamında da her şey yerli yerindeydi maalesef. Rahatı yerindeydi. Çıkabilecek sorunlar, anlaşmazlıklar bile onu korkutmuyordu, kendinden emindi. Zaman zaman yakınsa, yorulmaktan söz etse bile reklamcılığı seviyordu!

Bütün bunların tek anlamı olabilirdi; ağaçlaşmak...

Ağaçlar gibi kök salmıştı o da toprağa. Üstelik kökleri, birlikte yaşadığı, vücut ısısını paylaştığı insanlarla ortaklaşmıştı. Onları birbirine bağlayan da bu ortak köklerdi...

Yanıtlanması gereken bir soru daha kalmıştı. Köklerinin engellemesi bir yana, bilinmezliğe yolculuk yapmaktan korkuyor olabilir miydi?

"Neden olmasın?" diye düşündü kadın. "Zaten yaşamım boyunca çılgın dalgaların kucağına atılmaktansa hep güvenli limanlarda kalmayı seçmedim mi?"

(*) Ben gidiyorum, Jean Echenoz, Doğan Kitap.

Faruk Bildirici / Tempo / 15-21 Şubat 2001